Selamını alan yok, Başlar yakaların içinde, Selam alıp dostları görmek için başını kaldıran yok. Bakışlar ayakların önünden başka yeri göremiyor, Çünkü yol karanlık ve kaygan. Birine dostluk elini uzatsan, Gönülsüzce çıkıyor eli koynundan, Çünkü soğuk şiddetli ve yakıcı. Nefes, çıkınca göğsün sıcaklığından dışarı, karanlık bir bulut oluyor. Bir duvar gibi dikiliyor gözlerinin önüne. Nefes böyle olunca ne bekleyebilirsin ki Yakın ya da uzak dostların gözlerinden? Ey delikanlı Mesih! Ey gömleği eski püskü pir! Hava kalleşçe soğuk… Ah! Sen üşümüyorsun, keyfin de yerindedir umarım. Selamımı sen al, aç kapıyı. Benim ben! Her geceki misafirin, bedbaht ayyaş. Benim ben! Tekmelenmiş taş. Benim! Yaratılışın utancı, falsolu nota. Ne beyaz bir Romalıyım ne siyah bir Afrikalı, rengim yok benim Gel aç kapıyı, aç, daraldım. Ey dost! Ev sahibi! Her zamanki misafirin kapının önünde denizin dalgaları gibi titriyor. Dolu yağmıyor, ölüm de dayanmadı kapına. Soğuktan takırdayan dişlerin sesi bu duyduğun. Hesabı ödemeye geldim bu akşam, Borcumu bırakacağım kadehin yanına. Diyorsun, vakitsiz geldin, sabah oldu, şafak söküyor, Aldatıcı bir kızıllık bu gökyüzündeki, şafak değil, Soğuktan donmuş kulakların kızıllığı bu, ey dost, kışın soğuk tokadının izi. Daracık gökyüzünün kandili güneş, ölü ya da diri, Dokuz kat ölümle sıvanmış kalın ve karanlık bir tabutta, Ey dost! Bade lambasını yak, gece ile gündüzün farkı kalmamış, Selamını alan yok, Hava karanlık, kapılar kapalı, başlar yakaların içinde, eller saklanmış, Nefesler bulut olmuş, yürekler yorgun ve üzgün, Ağaçlar sivri billurdan iskeletler gibi, Yeryüzü cansız, gökyüzü alçalmış, Güneş ve ayı toz kaplamış, Mevsim kış.
Yağmurun altında yolunu kaybetmiş bir kuş gibi, Düşman çadırına benzeyen bir gecede çölden geçmiş, Ve geceyi tek başına çölde geçirmiş, Şimdi orada beyhude bir gayretin leşi üzerinde duruyor. Her şey yorgun ve ıslak… Mutluluk alevinden haber getiren aydınlık dumanı gibi Seher yükseldi. Karanlığın tozu, su buharı misali, Yeryüzünün üzerinden kalktı gitti. Felek tutuştu bazen kendini gösteren ebedi bir utanmayla. Altın rengi örümcek geldi, Ve gecenin yorgun ıslaklığını ağlattı. O anda ışık suyunu, su ışığı ile karıştıran Nesim yeli esti. Kadifeyi bile ipeksi uykusundan kaldırmayacak kadar hafif bir yel… Ve o zaman sabahın ruhu gözümüm önünde nazlı nazlı soyundu, Ve ebedi saflık pınarında yıkanıp Hasret ve gam tozunu üzerinden attı. Doğruldu ve altından dokunmuş örtüsünü kuşandı, Ve o zaman eteği sonsuzluğa doğru yayıldı. Bu yüce ve pak, ilahi sabahta, Sana soruyorum ey Ahura Mazda! Ey Mazda Ahura! Sen ki ihtiyar feleği yukarıda tutansın! Senin iradendir onun aşağıya kayıp düşmesini, Ve ters duran o tastaki tanelerden birinin bile dökülmesi engelleyen. Sen ki yeryüzünü yerinde tutansın! Senin iradendir onun aşağıdaki yerinden süzülüp, Daha da aşağılara düşmesinin engelleyen. Yüzbinlerce dağ ile yerine mıhlamışsın dünyayı sağlamca, Ne düşüyor ne yukarı kalkıyor. Sana soruyorum ey Ahura Mazda! Ey Mazda Ahura! Bu sabahın, Kime hayrı var? Kime faydası ve hoşluğu? Kimin için, benim gibi, bir başka boş ve beyhude başlangıçtan ibaret. Söyle bana, söyle… bana… Kime ağlama? Kime gülme?