RSS

Etiket arşivi: O. Henry

Kızıl Reisi Nasıl Kaçırdık

İlk önceleri iyi bir işe benziyordu; fakat hele anlatana kadar bekleyin. Aklımıza çocuk kaçırma fikri geldiği zaman, Bili Briscoll ile Güneyde, Alabama’da bulunuyorduk. Sonraları Bill’in dediği gibi bu, “muvakkat bir hayal anında idi” ama biz o zamanlar bunun farkında de­ğildik tabiî.

Summit adında dümdüz bir kasaba vardı orada. Halkı zararsız, kendi hallerinde insanlardı.

Bill’le benim müştereken altı yüz dolar sermayemiz vardı. Batı lllinois’te dalavereli bir iş çevirmek için tam iki bin dolar daha istiyorduk. Bu meseleyi oturduğumuz otelin önünde uzun uzun konuştuk. Çocuk sevgisi bu yarı köylü insanlar arasında daha kuvvetlidir; ve daha bir çok sebepler de ileri sürerek burada bir çocuk kaçırmanın, öteki yerlerde gazetelerin bile arkamızdan sivil memurlar göndererek işleri karıştırmasından daha iyi olacağını düşündük. Summit’in arkamızdan, bir iki üniformalı polis, belki de bir kaç endişeli köpek,’ve Weekley Farmers, Budget gazetesinde bazı makalelerden başka bir şey gönderemiyeceğini biliyorduk. îşte bunun için iyi bir işe benziyordu.

Kurbanımız olarak, maruf bir kimse olan Ebenezer Dorset’in yegâne evlâdını seçtik. Peder kibar, sert, namuslu, ipotek işlerine düşkün bir zattı. Çocuk on yaşlarında çilli bir oğlandı; saçları, trene yetişmek için acele ile koşarken aldığınız bir mecmuanın kapağı rengindeydi. Ebenezer’in hiç olmazsa iki bin dolar vermeye razı edecek kadar yumuşatacağımızı sanıyorduk. Fakat hele anlatana kadar bir sabredin.

Summit’in iki mil ötesinde çalılık ve ağaçlarla kaplı küçük bir dağ vardı. Bu dağın arka tarafındaki mağaraya kumanyamızı yığdık.

Bir akşam güneş battıktan sonra, araba ile ihtiyar Dorsen’in evi önünden geçtik. Çocuk sokakta idi. Karşıki tahtaperdenin üstündeki kediye taş atmakla meş­guldü.
“ Hey, çocuk,” diye Bili bağırdı. “ Arabayla gezmek ister misin? Şeker de veririz.”
Çocuk, Bill’in gözüne koskocaman bir taş fırlattı. Bili arabadan inerken: “Bu, moruğa beş yüz dolar
fazlaya mal olacak,” dedi.

Çocuk orta sıklet bir boz ayı gibi karşı koydu. Ama sonunda onu arabanın içine atarak oradan uzaklaştık. Onlar mağaraya girerken ben de gidip atı bağladım. Tamamiyle karanlık bastıktan sonra da üç mil ötedeki köyden kiraladığımız arabayı oraya götürerek bıraktım ve yürüyerek mağaraya döndüm.

Bili elindeki, yüzündeki sıyrıklara, yarıklara plaster yapıştırmakla meşguldü. Mağaranın önündeki kocaman kayanın arkasında bir ateş yanıyor, kırmızı saçlarının arasına iki şahin tüyü takmış çocuk da kaynayan kahve cezvesinin başında oturuyordu. îçeri girince bana uzun bir değnek uzatarak bağırdı:
“Hey, melûl soluk suratlı, vadilere dehşet salan Kızıl Reisin kampına girmeye nasıl olur da cür’et edersin?”

Bili, pantalonunun paçalarını sıvayıp, dizlerindeki yaraları yoklayarak: “Her şey yolunda,” dedi. “Kızıldericilik oynuyoruz. Buffalo Bill’in temsilleri bizim yanımız­ da, belediye binasındaki Filistin manzaraları kadar sönük kalır. Ben ayı avcısı Old Hank’ım. Kızıl Reise esir düştüm ve yarın sabah başımın derisi yüzülecek. Amma da yaman tekme atıyor, ha.”

Evet, efendim, çocuk hayatının en mesut anlarını ya­şıyor gibi idi. Mağarada kamp hayatı yaşamanın sevinci ona mahpus olduğunu unutturmuştu. Beni, casus Yılan – Göz diye isimlendirdi ve, ertesi sabah muharipleri harpten dönünce güneş doğarken yakılacağımı bildirdi.

Bundan sonra yemek yedik. Oğlan ağzını domuz eti, ekmek ve salça doldurarak konuşmaya başladı. Şöyle bir yemek-arası nutku çekti;

‘‘Buradan çok hoşlandım. Daha evvel hiç kampta yaşamamıştım, fakat eskiden ehli bir kirpim vardı. Bu sene dokuz yaşıma girdim. Mektepten nefret ediyorum. Jimmy Talbot’un teyzesinin benekli tavuğunun yumurtalarını fareler yedi. Burada sahici kızılderililer var mı?

Ben biraz daha salça isterim. Rüzgâr ağaçların sallanmasından mı meydana gelir? Bizim köpeğin beş yavrusu var. Hank, senin burnun neden bu kadar kırmızı? Benim babam öyle zengin ki. Yıldızlar çok sıcak mıdır? Cumartesi günü Ed Walker’i iki kere dövdüm. Kızları sevmem, îp olmadan kurbağa tutamazsınız. Öküzlerin sesi var mı­dır? Portakal niçin yuvarlaktır? Bu mağarada yatak var mı? Amos Murray’ın ayağında altı parmağı var. Papağanlar konuşuyor da, balıklarla maymunlar niye konuşmuyor? On iki kaç tanedir?”

İkide bir kızılderili olduğunu hatırlıyor, ağaç dalından tüfeğini alıp, ayaklarının ucuna basarak mağaranın önüne, o solgun suratlı insanlardan birini yakalamak ümidiyle gidiyordu. Ara sıra da öyle bir savaş nârası atı­yordu ki, ayı avcısı Old Hank tir tir titriyordu. Bu oğlan ta en başından Bill’i korkutmuştu.

Ben çocuğa: “ Kızıl Reis,” dedim. “ Evine gitmek ister misin?”
“Niçin istiyeyim,” diye cevap verdi. “ Evde eğlenemiyorum ki. Mektepten nefret ediyorum. Ben kampı çok severim. Beni tekrar eve götürmiyeceksin, değil mi? Yılan – Göz?”
Ben: “Hemen şimdi değil,” dedim. “Biraz bu mağarada kalacağız.”
O: “Pekâlâ,” dedi. “Çok iyi. Hiç bu kadar çok eğlenmemiştim.”

Saat onbirde yattık. Yere battaniyeler sermiştik. Kı­zıl Reisi de aramıza yatırdık. Bizi tam üç saat uyutmadı. İki de bir yerinden fırlayıp tüfeğini alıyor, bize, “hey, ortak” diye bağırdıktan sonra dışarı koşuyordu. Her yaprağın hışırtısını kapımıza yaklaşan bir âsi çetesinin ayak sesi sanıyordu. Nihayet güç halle uyuyabildim. Rüyamda kendimi kırmızı saçlı, korkunç bir korsan tarafından kaçırılmış ve bir ağaca bağlanmış gördüm.

Gün ağarırken Bill’in tüyler ürpertici çığlıklarilye uyandım. Bunlar haykırma, homurdanma, bağırma gibi erkek ses uzuvlarından beklediğiniz sesler değildi, kadınların hayalet veya sıçan gördükleri zaman salıverdikleri o âsap bozucu, nezaketsiz çığlıklardandı. Böyle kuvvetli, şişman, korkusuz bir adamın hiç durmadan attığı çığ­lıkları dinlemek pek de berbat bir şeydi doğrusu.

Ne olduğunu anlamak için yerimden fırladım. Bir eline Bill’in saçını dolamış Kızıl Reis, adamcağızın göğ­sünde oturmuş, diğer elinde de jambon kesmek için kullandığımız keskin bıçağı sallıyordu. Bir gece evvel verilmiş karara göre, Bilî’in kafasının derisini yüzmeye çalı­şıyordu.

Bıçağı elinden alıp, çocuğu tekrar yatırdım. Fakat o andan itibaren artık Bill in şevki kırılmıştı. O da kendi tarafına yattı, ama çocuk bizde olduğu müddetçe bir daha gözünü yummadı. Ben biraz kestirdim, fakat tam güneş doğarken, bir gece evvel Kızıl Reisin yakılacağım hakkında söyledikleri aklıma geldi. Korkmuş veya sinirlenmiş değildim, amma kalkıp pipomu yakarak, bir kayaya dayandım.

Bili sordu: “Niçin, bu kadar erken kalkıyorsun, Sam?”

“Ben mi?” diye cevap verdim. “Haa, omuzuma bir ağrı girdi de, oturursam belki geçer sandım da.”

Bili: “ Sen bir yalancısın,” dedi. “Korkuyorsun. Gü­neş doğarken yakılacaktın; hakikaten dediğini yapaca­ğından korktun, değil mi? Kibrit bulsa eminim onu da yapar. Ne korkunç şey değil mi, Sam? Böyle bir zebaniyi evine geri almak için kimse para verir mi acaba?”

Ben: “Tabiî, verir,” diye cevap verdim. “Babalar, analar böyle gürültücü çocuklara bilhassa bayılırlar. Haydi sen şimdi Reis’le kahvaltıyı hazırla da, ben bu dağın tepesine çıkıp etrafı bir teftiş edeyim.”

Küçük dağın tepesine çıkarak, etrafı gözlerimle araş­tırdım. Summit taraflarında, kasabanın orak ve kazmalarla silâhlı erkeklerinin çalılıkların arasında gizlendiklerini sandıkları çocuk hırsızlarını aradıklarını görmeyi bekliyordum. Halbuki bütün görebildiğim sakin bir manzara ve kara bir katırla çift süren tek bir adam oldu.

Kimse etrafı aramıyor; üzüntüden çılgına dönmüş ana babaya hiçbir müsbet haber getiremiyen insanlar oraya buraya koşuşmuyorlardı. Alabama’nın, bu benim gözüm önüne serilmiş kısmım âdeta bir orman ilahesinin uykulu edası istilâ etmişti. Kendi kendime: “Belki de,” dedim. “ Küçük kuzucağızın kurtlar tarafından kaçırıldığının kimse farkına varmadı.” Sonra aşağıya kahvaltı etmiye indim. Mağaraya girdiğim zaman, Bili nefes nefese duvara dayanmıştı. Çocuk da, elinde yarım hindistan cevizi bü­yüklüğünde bir kaya parçası, onu ezmekle tehdit ediyordu.

Bili izah etti: “Ateş gibi bir patatesi ensemden içeri attı. Ben de suratına iki tokat vurdum. Yanında tüfek gibi bir şey var mı, Sam?”

Çocuğun elinden kayayı alarak, münakaşayı biraz yatıştırır gibi oldum. Oğlan, Bill’e: “Ben senin canına okuyacağım,” dedi. “ Şimdiye kadar Kızıl Reis’e el kaldı­rıp ta cezasını görmemiş insan yoktur. Tetikte ol.”

Kahvaltıdan sonra, çocuk cebinden bir meşin parçasiyle birkaç parça sicim çıkarttı; onları sökmeye uğraşaraktan dışarı yürüdü.

Bili merakla sordu: “Acaba şimdi ne yapacak. Kaçar mı dersin, Sam?”

“Bu bakımdan hiç korkma,” diye cevap verdim. “Pek o kadar evine düşkün biri değil sanırım. Hem kaybolu­şu Summit’te bir heyecan uyandırmamışa benziyor. Ama belki de kaybolduğundan henüz haberleri yoktur. Anası babası geceyi Jane halasında, yahut komşulardan birinin evinde geçirdiğini zannediyorlardır. Fakat bugün artık iş anlaşılır. Bu akşam babasına, oğluna karşılık iki bin dolar istediğimizi yazmalıyız.”

Tam o sırada, Hazreti Davud’un Golyat’ı yendiği zaman muhtemelen çıkarmış olduğu zafer haykırışının aynısını işittik. Kızıl Reis’in cebinden çıkarttığı o karışık şey bir sapandı ve başının üzerinde çevirmeye başlamıştı. Ben kendimi yere attım. Eyerini çıkardığınız zaman bir at nasıl derin bir nefes alırsa, Bill’in ağzından da öyle bir ses çıktı. Yumurta büyüklüğünde bir kaya par­çası sol kulağının arkasına oturmuştu. Bili muvazenesini kaybetti ve ateşe, tabakları yıkamak için kaynattığımız suyun içine düştü. Onu kenara çektikten sonra tam yarım saat kafasından aşağı kova kova soğuk su döktüm. Nihayet doğruldu; eliyle kulağının arkasını yoklayarak:
“ Sam, biliyor musun İncil’de en sevdiğim şahıs hangisidir?” diye sordu.
Ben: “Merak etme,” diye teselli ettim. “ Yavaş yavaş kendine geleceksin.”
O: “ Kral Herod,” diye devam etti. “ Gidip, beni buralarda yalnız bırakmıyacaksın, değil mi Sam?”
Dışarda çocuğu yakalayıp çilleri tıkırdayana kadar sarstım.
“Eğer uslu oturmazsan, seni derhal babana götüreceğim,” dedim. “ Şimdi söyle bakalım doğru dürüst duracak mısın?”
O, huysuzca: “Bir şey yapmadım ki,” dedi. “ Şaka ediyordum. Old Hank’ın canını acıtmak istemedim ki. Ama o bana niçin vurmuştu? Peki, Yılan-Göz, eğer beni eve göndermezsen, hem de bugün Kara İzci oynamama müsaade edersen uslu dururum.”
“ Bu oyunu bilmiyorum,” dedim. “Buna karar vermek Mr. Bill’le sana ait. Bugün oyun arkadaşın o olacak. Benim biraz işim var, gideceğim. Haydi, şimdi içeri gel de af dile, yoksa derhal eve gidersin.”

Birbirlerinin ellerini sıktılar. Sonra Bil’i kenara çekerek, mağaradan üç mil ötedeki Poplar Grove köyüne gidip Summit’te çocuğun kayboluşunun ne akisler uyandırdığını öğrenmeye çalışacağımı söyledim. Hem de o gün ihtiyar Dorset’e bir mektup gönderip fidyeyi ve veriliş şeklini tayin etmek fikrindeydim.

Bili dedi ki: “Bilirsin Sam, zelzelede, selde, yangında, pokerde, dinamit işlerinde, polis baskınlarında, tren soygunlarında, kasırgalarda gözümü kırpmadan yanında durdum. Bu iki bacaklı rokete benzeyen oğlanı kaçırana kadar sinirlerim hiç bozulmamıştı. Ama bu, beni mahvetti. Beni onunla uzun zaman yalnız bırakmıyacaksın değil mi?”
“ Öğleden sonra dönerim,” dedim. “ Ben gelene kadar çocuğu eğlendir, sessiz dursun. Haydi şimdi Dorset’e şu mektubu yazalım.”

Bir battaniyeye sarınmış Kızıl Reis, mağaranın ağzında, beş aşağı beş yukarı dolaşıp nöbet tutarken, Bill’le başbaşa verip mektubu yazmıya başladık. Neredeyse ağ­layacak olan Bili bana yalvararak, iki bin yerine bin beş yüz dolar istememizi rica ediyordu. “Baba sevgisinin ahlâkî tarafını zemmetmiye çalışmıyorum,” diyordu. “Ama bu yirmi kiloluk çilli yaban kedisine iki bin dolar vermek İnsanî bir şey değil. Ben bin beş yüze razıyım. Sen hisseni benim payıma düşenden alırsın.”
Bill’in içini rahatlaştırmak için dediklerini kabul ettim, ve şöyle bir mektup yazdık.

Bay Ebenezer Dorset,

Oğlunuzu Summit’ten uzak bir yere kaçırmış bulunuyoruz. Sizin veya tutacağınız çok mahir dedektiflerin bile araştırmaları faydasızdır. Oğlunuzu şu şartlar dahilinde iade edebiliriz: büyük ‘paralarla bin beş yüz dolar istiyoruz. Aşağıda anlatılacağı şekilde para bu gcee yarısı daha evvelden cevabınızı atacağınız kutuya bırakıl­malıdır. Bu şartlan kabul ederseniz, cevabınızı, bu ak­şam sekiz buçukta tek bir haberci ile gönderebilirsiniz. Poplar Grove’a yolda Owl Creek’i geçtikten sonra tarlaların yanında birbirinden yüzer metre aralıklı üç ağaç vardır. Üçüncü ağacın arkasındaki çitin altında kartondan bir kutu bulunacaktır. Haberci cevabı bu kutuya attıktan sonra derhal Summife dönmelidir. Eğer hileye teşebbüs eder, yahut dediklerimizi harfiyen yerine getirmezseniz, oğlunuzu bir daha göremezsiniz. Para yazıldığı şekilde ödenirse, üç saat zarfında çocuk size teslim edilecektir. Bu şartlar kafidir. Kabul etmezseniz başka bir teklif almıyacaksınız.

iki çılgın adam

Üstüne Dorset’in adresini yazıp mektubu cebime koydum. Tam gidiyordum ki çocuk yanıma gelerek: “ YılanGöz bana söz vermiştin sen gittiğin zaman Kara îzcı oynıyacaktık,” dedi.
Ben: “Ne istersen oyna,” diye cevap verdim. “Mr. Bili de seninle oynayacak. Ne biçim bir oyun bu?”
Kızıl Reis: “Ben Kara izciyim,” dedi. “ Kızılderililerin geldiğini kamptakilere haber vereceğim. Kızılderili olmaktan bıktım, artık, biraz da Kara İzci olacağım.”
Ben: “Pekâlâ,” dedim. “Zararsız bir oyuna benziyor. Eminim Mr. Bili bu korkunç vahşileri yenmende şana yardım eder.”
Bili, çocuğa şüphe ile bakarak: “ Peki, ben ne yapacağım?” diye sordu.
Kara izci: “ Sen benim atımsın,” dedi. “ Haydi diz çök, ellerini öne koy. Ben kampa atsız nasıl giderim?”
Ben: “Çocuğu meşgul et, Bili.” dedim. “ Şu işi bitirene kadar. Haydi gevşe biraz.”
Bili dört ayağı üzerine yattı, gözlerinde kapana kıstırılan bir tavşanın ifadesi vardı.
Bili, boğuk bir sesle: “Kamp uzakta mı, evlât?” diye sordu.
Kara İzci cevap verdi: “ Tam doksan mil. Haydi baş­la da vaktinde yetişelim. Deeh!..”
Kara İzci, Bill’in sırtına atladı ve, ayaklariyle kaburgalarını mahmuzladı.
Bili: “Allah aşkına, çabuk gel, Sam.” diye yalvarıyordu. “Keşke fidyeyi bin dolardan fazla istemeseydik. Hey, tekmelemeyi bırak, ayağa kalkarsam kafanı kırarım.”

Ben, Poplar Grove’a gidip, posta kutusunun bulundu­ğu bakkal dükkânına girerek, içerdekilerle konuşmaya başladım. Sakallı biri, bütün Summit’in Ebenezer Dorset’in çocuğunun kaybolması ile birbirine girdiğin söylü­yordu. Bütün öğrenmek istediğim buydu. Biraz tütün aldım, fasulye Hatlarını sordum ve mektubu gizlice kutuya attım. Sonra geri döndüm. Bakkal postacının bir saat sonra gelip postayı Summit’e götüreceğini söylemişti. Mağaraya döndüğüm zaman Biîl’le çocuk görünürlerde
yoktu. Etrafı araştırdım, hattâ bir iki kere seslendim bile, ama cevap yoktu.

Ben de pipomu yakıp beklemiye başladım. Yarım saat sonra çalıların hışırdadığını işittim. Bili
mağaranın karşısında gözüktü. Arkasından, yüzünde koskocaman bir tebessüm, tıpkı izciler gibi parmaklarının ucuna bas arak tan çocuk geliyordu. Bili durdu, şapkasını çıkardı, yüzünü kırmızı mendiliyle sildi. Çocuk ta onun on metre kadar gerisinde durdu.

Bili: “ Sam,” dedi. “Bana kalleş diyeceksin, ama ne yapayım ki kabahat benim değil. Çocuk gitti. Onu evine ben gönderdim. Her şey bitti. Eskiden öyle din fedai­leri vardı ki,” diye Bili devam etti. “Başladıkları bir iş­ten dönmektense ölmeyi tercih ederlerdi. Ama onlardan hiçbiri benim gibi tabiat üstü işkencelere katlanmaya mecbur kalmamışlardır. Bizim soygun kaidelerine sadık kalmıya
çalıştım, ama her şeyin bir hududu var.”

Sordum: “ Ne oldu, Bili?”
“ Santimi santimine doksan mili gittik. Kamptakileri kurtardıktan sonra mükâfaten yem verildim. Ama arpa yerine kum pek de lezzetli kaçmıyor. Daha sonra tam bir saat, deliklerin niçin boş olduklarını, bir yolun neden iki ucu bulunduğunu, otların niye yeşil olduğunu anlattım. Sana söylüyorum Sam, bir insan bundan fazlasına dayanamaz. Yakasından yakaladığım gibi dağdan aşağı
indirdim. Bacaklarımı tekmeliye tekmeliye mosmor yaptı. Elimdeki ısırıkları da dağlamam lâzım.”
“Fakat gitti,” diye Bili devam etti. “ Summit yolunu göstererek bir tekmede onu oraya beş metre daha yaklaştırdım. Fidyeyi kaybettiğimize üzgünüm ama, ya o evine gidecekti, ya da Bili Driscoil tımarhaneye.”

Bili, ahlayıp, ofluyor, fakat pembe yüzünde tarif edilmez bir sükûnet ifadesi seziliyordu.

“Bili,” dedim. “ Sizin ailede kalb hastalığı yoktur, de­ğil mi?”
“Hayır, müzmin sıtmadan başka bir şey yoktur. Niye sordun?”
“ O halde dönüp arkana bakabilirsin,” dedim.

Bili dönüp de çocuğu görünce, yüzünün bütün rengi gitti; olduğu yere oturarak maksatsızca etrafındaki otları yolmıya başladı. Tam bir saat aklını kaçırmış olmasından korktum. Sonra plânımızın muvaffakiyetle devam etmekte olduğunu, ve eğer Dorset kabul ederse bu gece fidyeyi alıp kaçacağımızı söyledim. Bunun üstüne Bili biraz kendine gelerek çocuğa gülümsedi, ve biraz daha iyileşince kalkıp onunla Japon harbinde Rus oyununu oynayacağını bile vadetti.

Fidyeyi kazasız belâsız almak için öyle ustaca bir plânım vardı ki, profesyonel çocuk hırsızları duysa mutlaka kopya ederlerdi. Altında cevabın -ve daha sonraları paraların bırakılacağı ağacın etrafı dümdüzdü. Eğer oralara bir polis gizlenirse cevabı almıya gelecek adamı daha yolda iken görebileceklerdi. Fakat hayır, efendim! Daha saat sekiz buçuk olmadan kurbağa gibi ağaca tırmanmış, dallar arasında haberciyi bekliyordum.

Tam vaktinde bisikletli bir çocuk geldi. Karton kutuyu buldu, içine bir kâğıt bıraktı ve tekrar Summit yolunu tuttu.

Emin olmak için daha bir saat bekledikten sonra ağaçtan inerek kâğıdı aldım; yarım saat sonra mağaradaydım. Lâmbanın yanına gidip Bill’le birlikten okumaya başladık. Kurşun kalemle yazılmıştı, şu mealdeydi:

İki çılgın adam,

Beyler: Oğlumun iadesi için istediğiniz fidyeyi bildiren mektubunuzu aldım. Biraz fazla istediğiniz kanaatindeyim. Kabul edeceğinize emin olduğum, başka bir teklifim var size. Johnny’yi eve getirir, bana da iki yüz elli dolar verirseniz onu elinizden alırım. Hem de mutlaka gece gelmelisiniz, zira komşular onun kaybolduğunu sanıyorlar, eğer geri getirildiğini görürlerse sîzlere ne yaparlar bilmem, Hürmetle selâmlarım.

Ebenezer Dorset

Ben: “Vay serseri,” diye haykırdım. “Vay utanmaz..”
Gözüm Bill’e ilişince tereddüt ettim. Gözlerinde, o güne kadar bildiğim konuşan ve konuşmayan bütün hayvanların yüzünde gördüğüm en yalvarıcı ifade vardı,

“Sam,” diyordu. “İki yüz elli dolar nedir ki? Paramız var. Bir gece daha kalırsa bu çocuk beni tımarhaneye gönderecek. Hakikî bir centilmen olmasından başka, böyle cömertçesine bir teklif yaptığından, Mr. Dorset ayni zamanda çok müsrif olmalı. Fırsatı kaçırmayacaksın, değil mi, Sam?”

Ben: “Hakikati söylemek lâzım gelirse, Bili,” dedim. “Bu kuzucağız benim de sinirlerime dokunmaya başladı. Bu gece evine götürür, parayı verir ve kaçarız.” O gece çocuğu evine götürdük. Babasının ona gümüş kaplamalı bir tüfek ve bir çift de mokasen ayakkabı aldığını ve ertesi sabah ayı avlamıya gideceğimizi söyleyerek kandırmıştık.

Ebenezer’in kapısını çaldığımız zaman saat tam on iki idi. İlk teklife göre benim ağacın altından bin beş yüz doları çıkaracağım an, Bili, Dorset’in eline iki yüz elli doları sayıyordu.
Çocuk onu evine bırakacağımızı anlayınca yaygarayı kopardı. Sülük gibi Bill’in bacaklarına yapıştı. Babası bir yaradan plaster çıkarır gibi onu yavaş yavaş çekmeğe başladı.

Bili sordu: “Ne kadar müddet sıkı sıkı tutabilirsiniz?”
İhtiyar Dorset: “ Eskisi kadar kuvvetim kalmadı,” dedi. “ Ama on dakika tutabilirim zannederim.”
Bili: “ Kâfi,” dedi. “On dakika sonra ben Orta, Gü­ney ve Kuzey eyâletlerini aşıp Kanada hududuna doğru yol almış olurum.”

Gecenin o kadar karanlık, Bill’in o kadar şişman olmasına, benim de o kadar iyi bir koşucu olmama rağmen, Biîl’e ancak Summit’ten bir buçuk mil ötede yetişebildim.

O. Henry
kacirilan_kizil_reis

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Mart 2015 in Hikaye

 

Etiketler:

Kader Yolları

Aşk ışığım, kalbim kuvvetli
Kaderi arıyorum
Yollarda.
Bana uzatmazlar mı yardım elini?
Yakalamak, hükmetmek, şekillendirmek için Kaderimi.

David Miynot’un neşredilmemiş şiirlerinden

Şarkı sona ermişti. Güftesi David’in, müziği bir halk melodisinindi. Han salonundaki müşteriler şarkıyı candan alkışladılar, zira şarabın parasını genç şair vermiş­ ti. Sadece kasabanın noteri olan M. Papineau başını sallıyordu: okumuş bir adamdı ve diğerleri gibi içmemişti.
Dışarda gece ayazı David’in kafasından şarap dumanlarını sildi. O zaman, sabahleyin Yvonne’la kavga ettiklerini ve o gece evini terkedip etraflarını saran büyük dünyada şan ve şeref aramıya gitmeğe karar verdiğini hatırladı.
Kendi kendine: “ Şiirlerim bir gün gelip de herkesin dilinde dolaşmaya başlayınca, herhalde bugün söylediği acı kelimeleri hatırlar,” dedi.
Meyhanedekilerden başka bütün kasaba halkı yataklarında idiler. David odasına girerek birkaç parçadan ibaret olan eşyasını topladı. Bir sopanın ucuna asarak V»moydan uzaklaşan yolu takib» başladı.

Babasının ağılda uyuklayan koyunların yanından geç­ti – her gün çobanlık ettiği, kâğıt parçaları üstüne şiirlerini yazarken dağılmalarına müsaade ettiği koyunların Yvonne’un penceresinde ışık vardı, ânî bir zaaf karan­ ın sarsar gibi oldu. Belki de o ışık Yvonne’un üzüldüğü­ nü, uykusu kaçtığını gösteriyor, ve hattâ kimbilir sabah olunca… Ama, hayır! Kararı kat’î idi. Vemoy ona göre bir yer değildi. Orada onun fikirlerini paylaşacak bir kişi bile yoktu.

Çiftçi sabanı kadar dümdüz yol, ayışığı ile aydınlanmış kırın ortasında üç fersah kadar devam etti. Köyde bir yolun hiç değilse Parise kadar gittiğine inanılırdı; şair yürürken bu ismi sık sık tekrarlıyordu. David, Vernoy’dan hiçbir zaman bu kadar uzaklaşmamıştı.

SOLDAKİ YOL

Üç fersah kadar gittikten sonra yol birdenbire karıştı. Daha geniş bir yolla birleşmişti. David, birkaç dakika kararsız durduktan sonra soldaki yolu seçti.
Bu geniş yolun tozları arasında az evvel geçmiş bir arabanın tekerlek izleri görülüyordu. Bunun doğruluğu yarım saat sonra dik bir tepenin altındaki derenin çamurlarına batmış bir arabanın görünmesiyle sabit oldu. Arabacı ile seyisler bağırıyor, dizginleri çekiyorlardı. Yolun bir kenarında siyah elbiseli, iriyarı bir adam, ve uzun, ince bir pelerine sarınmış, narin bir kadın duruyordu.
David seyislerin gayretlerinde beceriksizliklerini okudu. Sessizce işin idaresini eline aldı. Seyislere gürültüyü kesip, kuvvetlerini bir de tekerleklerde denemelerini söyledi. Sadece alışkın sesi ile arabacı hayvanları harekete geçirmeye çalışıyordu.
David kuvvetli omuzu ile arabanın arkasına dayandı; araba bir hamlede kuru toprağa çıktı. Seyisler yerlerine oturdular. David bir dakika kadar tereddüt ederek durdu. îriyarı adam elini salladı, “ Siz arabaya gireceksiniz.” Sesi de kendi gibi kalındı, fakat alışkanlık ve uğraşma ile düzgünleştirilmişti. Böyle sese itaatten başka yapacak şey yoktur. Emrin ikinci defa tekrarlanması ile genç şairin tereddüdü kısa sürdü. David arabaya girince kadının arka tarafa oturduğunu gördü. O, tam karşı tarafa oturacaktı ki, ses yine ona arzusunu yaptırdı. “Hanımın yanma oturacaksınız.”

Adam bütün ağırlığı ile karşılarına çöktü. Araba tepeye çıkmaya başladı. Kadın sessizce köşesine büzülmüş­ tü. David onun yaşını tahmin edemiyordu, fakat elbisesinden gelen levanta kokusu, şaire esrar perdesinin altında güzelliği gizli olduğunu hayal ettirdi. îşte çoktandır özleyip durduğu bir macera idi bu. Fakat anahtarı onun elinde değildi; zira ketum yol arkadaşları yol müddetince bir daha konuşmadılar.

Bir saat sonra David pencereden bakınca arabanın bir şehire girmiş olduğunu gördü. Sonra kapalı ve karanlık bir evin önünde durdular ve seyis inerek kapıyı sabırsızca yumruklamıya başladı. Yukardan bir pencere açılarak, takkeli bir baş uzandı.
“ Ne cüretle gecenin bu saatinde namuslu insanları rahatsız ediyorsunuz? Evim kapanalı saatler oldu. Zaten vakit de kârlı müşterilerin gelmesi için çok geç. Haydi gidin buradan.”
Seyis bağırdı, “Monsenyör Marki dö Beaupertuys’e derhal kapıyı açın.”
Yukardaki ses, “A h!” diye haykırdı. “Binlerce pardon, lord hazretleri, bilmiyordum -vakit o kadar geç ki evim lord hazretlerinin emrine amadedir.”
İçerden kilit sesi duyuldu ve kapı ardına kadar a- çıldı. Silver Flagon’un sahibi yarı giyinik, elinde şamdanı, endişe ve soğuktan titreyerek eşikte duruyordu.
David markinin arkasından indi. “ Bayana yardım et,” diye emredilmişti. Şair itaat etti. Kadının inişine yardım ederken avucu içindeki küçücük elin titrediğini hissetti. Sonra bir emir daha geldi, “ içeri girin.”
Hanın büyük yemek salonuna girdiler, içerde boydan boya tahta bir masa uzanıyordu. Adam masanın bir ucuna oturdu. Kadın yorgun bir tavırla duvar dibinde bir iskemleye çöktü. David, ayakta, nasıl müsaade isteyip yoluna devam edeceğini düşünüyordu.
Hancı yerlere eğilerek, “Lord hazretleri,” dedi. “Bu şerefi bahşedeceğinizi bilseydim, size çok şeyler hazırlatır dı m. F-ff-fakat şarap var, soğuk et var, b-b-beîki de./’
Marki tombul elinin beyaz parmaklarını kendine has bir tavırla açarak, “ Mum,” dedi.
“P-peki, lord hazretleri.” Yarım düzine kadar mum getirip, yakarak masanın üstüne koydu. “ Eğer efendimiz hususî bir Burgonya şarabı tatmayı arzu buyururlarsa… bir fıçı…” Marki parmaklarını açarak, “Mum,” dedi. “ Derhal lord hazretleri… şimdi getiriyorum efendim.”
Salonda birkaç düzine mum daha yandı. Markinin büyük cüssesi iskemlesinden taşıyordu. Boğaz ve bileklerindeki bembeyaz dantellerden maada tepesinden tırnağına kadar siyahlar giyinmişti. Hattâ kılıcının kabzası ile kını bile simsiyahtı. Yüzünde alaycı bir gurur ifadesi vardı. Yukarıya kıvrılmış bıyıklarının uçları neredeyse gözlerine değecekti.
Kadın hiç kımıldamadan oturuyordu. David, onun dokunaklı bir güzelliğe sahip genç bir kız olduğunu gördü. Markinin gürleyen sesi onu bu bikes güzelliğin tema­ şasından uyandırdı.
“Adın ne, necisin?’’
“David Mignot. Şairim.”
Markinin bıyıkları gözlerine daha ziyade yaklaştı.
“Neyle geçinirsin?”
“Ayni zamanda çobanım. Babamın sürülerine bakarım,” diye David cevap verdi. Başını dimdik tutuyordu ama yanakları kızarmıştı.

“O halde iyi dinle şair ve çoban efendi. Bu akşam talihin çok açıkmış. Bu hanım benim yeğenim. Matmazel Lucie de Varennes’dir. Asil bir aile kızıdır, ve senede on bin frank şahsî geliri vardır. Güzelliğini ise işte kendin görüyorsun. Eğer hoşuna gittiyse derhal senin karın olacaktır. Sözümü kesmeden dinle. Bu gece onu evvelden vâdetmiş bulunduğum nişanlısı Kont de Villenaur’un şatosuna götürdüm. Misafirler gelmiş, rahip bekliyordu; asil ve zengin bir insanla’evlenmesi için herşey tamamdı. Mihrabın önünde bu hanım, birdenbire dişi bir peor par gibi bana döndü ve beni zalimlikle itham etti, ve orada aptallaşan rahibin gözü önünde onun için verdiğim sö­ zü bozdu. Ben de o anda, şatodan çıktığımız zaman ister prens, ister hırsız olsun ilk rastlayacağım adamla onu evlendireceğime söz verdim. Sen, çoban, işte bu adamsın. Matmazel bu akşam mutlaka biriyle evlenecek. Sen olmazsan bir başkası. Karar vermek için on dakikan var. Beni suallerle kızdırma. On dakika, çoban. Geçmeye başladı bile.’’

Markiz beyaz parmakları ile masanın üstüne vuruyordu. Beklemenin perdesi arkasına çekildi. Sanki bü­ yük bir ev muhtemel bir taarruza karşı kapı ve pencerelerini kapatmıştı. David konuşacaktı ama, adamın bu tavrı cesaretini kırdı. Kadının iskemlesine doğru giderek selâm verdi.

“Matmazel,” dedi. Bu kadar zerafet ve güzellik kar­ şısında kelimelerin böyle kolaylıkla akmasına şaşmıştı. “ Çobanlık ettiğimi söylediğimi duydunuz. Bazı zamanlar şair olduğumu tahayyül ederim. Eğer güzele hayran olmak, güzeli korumak şairliğin bir imtihanı ise, bu tahayyülüm şimdi kat kat kuvvetlendi. Size bir yardımda bulunabilir miyim, matmazel?”

Kız alçak bir sesle: “Mösyö,” dedi. “Namuslu ve kibar bir kimseye benziyorsunuz. Bu adam benim amcamdır, babamın kardeşi ve dünyada yegâne akrabam. O, annemi severdi, anneme benzediğim için de benden nefret ediyor. Hayatımı dehşet içersinde geçirtti. Bana bakan nazarlarından korkuyorum, bugüne kadar ona itaatsizlik göstermeye cesaret edememiştim. Fakat bu gece beni benden üç misli yaşlı bir adamla evlendirmeye kalktı. Hiddetini sizin üstünüze çektiğim için affmızı rica ederim. Tabiî ki size zorlayarak yaptırmak istediği bu işi reddedeceksiniz. Fakat müsaade edin de nazik kelimeleriniz için size teşekkür edeyim. Çoktandır kimse benimle böyle konuşmadı.”

Şimdi şairin gözlerinde nezaketten başka bir şey daha vardı. Hakikaten şair olmalıydı; zira Yvonne unutulmuştu, bu yeni güzellik onu tazeliği ve fazileti ile kendine bağlamıştı. Onun büyüleyici kokusu çobanı tuhaf hislerle dolduruyordu. Ateşli bakışını kızın yüzüne çevirdi. Kız susamışçasma ona baktı.
David: “On dakika,” dedi. “Hayatım boyunca malik olaraıyacağım bir şeye sahip olmak için on dakikam var. Size acıdığımı söylemiyeceğim matmazel; hakikat bu de­ ğildir; sizi seviyorum. Sizden şimdiden benisevmenizi isteyemem, fakat müsaade edin de şu zalim adamdan sizi bir kurtarayım, zamanla aşk da gelebilir. Bir istikbalim olduğunu zannediyorum, daima çoban olarak kalmıyaca- ğım. Şimdi sizi bütün kalbimle koruyacak, hayatınızı daha neşeli yapmıya çalışacağım. Kaderinizi bana emanet edebilecek misiniz, matmazel?”
‘‘Ah! Bana acıdığınızdan kendinizi feda etmeye kalkıyorsunuz.”
‘‘Aşktan, matmazel. Vakit de hemen hemen doldu.” ‘
‘Pişman olacak, benden nefret edeceksiniz.”
‘‘Sizi mes’ut etmek, size lâyık olmak için bütün ömriimce uğraşacağım.”
Kızın ince, küçük eli onunkinin içine kaydı.
‘‘Size emniyet edeceğim,” diye fısıldadı. “ Hayatımı size emanet edeceğim. Ve -ve aşk- belki de sizin düşündüğünüz kadar uzakta değildir. Söyleyin ona. Bir kere onun gözlerinin kudretinden kurtulayım, herşeyi unutabilirim.”

David gidip markinin önünde-durdu. Siyah şekil kı­ mıldadı ve alaycı gözler büyük saate çevrildi.
“İki dakika kaldı. Bir çobanın zengin, güzel bir kızı kabul etmesi için sekiz dakika lâzım geliyor, ha? Söyle çoban, matmazelin kocası olmaya razı mısın?”

David, gururla: “Matmazel, karım olması teklifine razı olmakla bana şeref vermiştir.” dedi.
Marki, tebessümle: “ İyi söyledin,” dedi. “Çoban efendi sende asil bir ruh var. Matmazel daha kötü birine de rastlıyabilirdi. Şimdi kilise ile şeytanın müsaade ettiği nisbette acele işimize bakalım.”

Kılıcının kabzasiyle masaya vurdu. Hancı dizleri titreyerek geldi. Bu büyük lordun kaprislerini evvelden tahmin ümidiyle kucak dolusu mum getirmişti. Marki, “Bir rahip çağır,” dedi. “Anlıyor musun? Rahip. On dakika içinde buraya gelmeli, yoksa…”

Hancı elinden mumları atarak gerisin geriye koştu.

Rahip, yarı uykulu bir halde geldi. David Mignot ile Lucie de Varennes’i karı koca ilân etti, Marki’nin attığı altın parayı cebine yerleştirerek gecenin karanlığında kayboldu.

Marki meş’um parmaklarını hancıya sallıyarak: “ Şarap,” dedi.
Şarap geldiği zaman: “Kadehleri doldur,” diye emretti. Mumlarla aydınlanmış masanın başında ayakta duruyordu. Kin ve gururdan meydana gelmiş kapkara bir dağ gibiydi. Yeğenine baktıkça gözlerinde eski aşkın zehire dönmesi gibi bir şey parlıyordu.

Kadehini kaldırarak: “Mösyö Mignot,” dedi. “ Size şunu söyledikten sonra içeceğim: eş olarak hayatınızı mahvedecek birini almış bulunuyorsunuz. Onun damarlarında akan kan değil, annesinden miras kalan yalandır. Size utanç ve endişe getirecektir. Ona miras kalan ve bir köylüyü bile ayartmaya tenezzül eden şeytan, gözlerinde, derisinde ve ağzmdadır. işte sizin mes’ut bir hayat için malik bulunduklarınız. Kadehinizi kaldırın Matmazel, nihayet sizden kurtuldum.”

Marki şarabını içti. Kızın dudaklarından bir hıçkırık fırladı. David, kadehi elinde ilerîiyerek, Marki ile yüzyüze geldi. Tavrında pek çobana benzer bir hâl yoktu.

Sakin bir sesle: “Biraz evvel ‘Mösyö” demekle bana şeref verdiniz. Matmazelle evlenmemin düşündüğüm bir iş için hiç olmazsa biraz beni size eşit kıldığını ümit edebilir miyim?”

Marki: “ Evet, çoban, haklısınız,” diye alay etti.

David, kendisi ile alay eden gözlere elindeki şarap kadehini fırlatarak: “ O halde belki de benimle düelloya tenezzül edersiniz,” dedi.
Büyük lordun öfkesi, borudan fırlayan bir nağme gibi âni bir küfürle fırladı. Kara kınından kılıcını çıkararak, titreyen hancıya seslendi: “Çabuk şu ahmak herife bir kılıç getir.” Sonra kızm kalbini donduran bir gü­ lüşle ona döndü: “Bana çok iş çıkarıyorsunuz, madam,” dedi. “Anlaşıldı; bir gece içinde sizi hem kocaya vermeli, hem de dul bırakmalıyım.”
David: “Ben kılıç oyunları bilmem,” dedi. Karısının önünde böyle bir itirafta bulunduğu için yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Marki alayla tekrar etti: “Ben kılıç oyunları bilmem. Köylüler gibi odunlarla mı döğüşeceğiz? Hey, François, tabancalarımı.”
Seyis arabanın silâhlığından kabzaları gümüş kaplı iki tabanca getirdi. Marki bir tanesini masanın üstüne, David’in yanma fırlattı. “ Masanın öteki ucuna geç,” diye bağırdı. “Bir çoban bile tabancanın tetiğini çekebilir. Bir De Beaupertuys’nin silâhı ile ölmek şerefi pek az çobana nasip olmuştur.”

Çobanla Marki uzun masanın karşısında birbirlerine döndüler. Hancı dehşet içinde havayı yumrukluyor, ve bağırıyordu: “M-mm-monsenyör, Allah aşkına… benim evimde yapmayın… kan dökmeyin… beni mahvedeceksiniz…” Marki’nin bakışı onu susturmaya kâfi geldi.
Beaupertuys markisi: “ Korkak,” diye bağırdı. “Diş lerini tıkırdatmayı bırak da, bize işaret verecek misin, onu söyle.”
Hancının dizleri yerde idi. Ağzını bile açamıyordu. İşitmiyordu bile. Yine de el hareketleriyle evinin ve ticaretinin selâmeti içirı yalvarıyordu.
Kadın, berrak sesiyle: “Ben söylerim,” dedi. Gidip David’i öptü. Gözleri parıl parıl yanıyordu; yanaklarına renk gelmişti. Duvara dayandı, iki adam tabancalarını nişanlayıp onun saymasını beklediler.
“ Un… deux… trois!”
İki ses de birbirine o kadar yakın geldi ki, mumlar sadece bir defa titrediler. Marki gülümseyerek duruyordu. Sol elinin parmakları masanın üstüne açılmıştı. David dimdik kaldı, başını yavaşça çevirerek gözleriyle karısını araştırdı. Sonra asıldığı yerden düşen bir elbise gibi yere yığıldı.
Dul kadm bir dehşet ve ümitsizlik çığlığı kopararak, David’in üzerine eğildi. Yarasının yerini buldu, sonra eskisi gibi gamlı, solgun bakışı ile başını kaldırdı. “Tam kalbinden,” diye fısıldadı. “Ah, tam kalbinden vurulmuş.”
Markinin kalın sesi gürledi: “Haydi, arabaya yürü bakalım.” Gün doğmadan elimden çıkmış bulunacaksın. Bu akşam tekrar evleneceksin. Hem de ilk karşımıza çı­kacakla, kadınım, ister köylü olsun, isterse haydut. Eğer yolda kimseye rastlamazsak, kapımı açacak köylü ile.

Haydi, gir arabaya bakalım.” Amansız ve iriyarı marki, tekrar pelerinin esrarına bürünmüş olan kadın, elinde silâhlarla seyis, hep birden arabaya doğru yürüdüler. Ağır tekerleklerin sesi, uyuyan köyün içinde yankılar yaparak uzaklaştı. Silver Flago’nun salonunda yirmi dört mumun ışığı masanın üstünde dansedip göz kırparken, çılgına dönmüş hancı maktul şairin cesedi etrafında dönerek ellerini uğuşturuyordu.

SAĞDAKİ YOL

Üç fersah kadar gittikten sonra yol birdenbire karıştı. Daha geniş bir yol’ıa birleşmişti. Davit, bir kaç dakika kararsız durduktan sonra sağdaki yolu seçti.

Yolun nereye gittiği hakkında bir fikri yoktu. Fakat. Davit, o gece Vernoy’yı arkasında bırakmaya karar vermişti. Bir fersah daha gittikten sonra pek yakın bir mazide büyük bir eğlentiye sahne olduğu belli olan büyük bir şatonun yanından geçti; taş kapının önündeki tozlu yolda misafirleri götüren arabaların tekerlek izleri görü­lüyordu.

Üç fersah daha gittikten sonra David yoruldu. Yol kenarında otlar arasına yatıp uyudu. Sonra kalkıp meç­ hul istikametine doğru yürümeye devam etti.

Böylece beş gün yürüdü; tabiat’m o hoş kokulu yataklarında yahut küylülerin saman yığınları arasında uyuyor, onların misafirperver kara ekmeklerinden yiyor, İrmaklardan, keçi çobanlarının testilerinden içiyordu.

Nihayet bir köprüden geçerek, o, düuyamn bütün gerikalan şehirlerinin hepsinden daha çok şair ezmiş veya taçlandırmış, şehrine ayak bastı. Birzamanlar nüfuzlu ve mühim şehirlileri barındıran bu sokak şimdi düş­ künlere terkolunmuştu.

Yüksek evler hâlâ yıkılmış bir aseletin kalıntılarına sahiptiler; fakat şimdi çoğu toz ve örümcekler tarafından istila edilmiş durumdaydılar. Geceleri kılıç şakırtı­ ları, ve meyhaneden meyhaneye dolaşan kabadayıların gürültüleri işitilirdi. David burada kıt parasîyla münasip bir yere yerleşti. Gecenin mum ve gündüzün ilk ışıkları cnu kâğıt ve kalemi başında buluyordu.

Bir öğleden sonra, koltuğu altında ekmeği, peyniri ve bir şişe sulu şarabiyle dışardaki basit dünyaya yaptı­ ğı yemek seferinden dönüyordu. Yukarı çıkarken, merdivenlerde bir şairin bile hayalini durdurabilecek güzellikte bir kadına rastladı – rastladı değil de buldu, zira kadın duvara dayanmış duruyordu. Önü açık’ bol siyah bir pelerinin altında işlemeli elbisesi görünüyordu. Gözleri dü­ şüncelerinin her değişişinde başka bir şekle giriyorlardı. Bir an, küçük bir çocuğunkiler kadar yuvarlak ve mâsum, sonra bir çingeneninkiler kadar çekik ve büyüleyici oluyorlardı. Bir eli hafifçe elbisesini kaldırarak yüksek ök- çeli, açık bağlan yana sarkan, küçük ayakkabılarım meydana çıkardı. O, o kadar İlâhî, eğilmeğe o kadar gayri mü­ sait, cezbedip emretmiye o kadar lâyıktı ki. Belki de David’in geldiğini görmüş, onun yardımını beklemişti.

Ah, acaba mösyö merdiveni işgal ettiği için onu affedecek miydi? Fakat şu ayakkabı! – Ah, şu yaramaz ayakkabı! Fakat heyhat! Bir türlü bağlı durmuyordu ki. Acaba mösyö bir lütuf gösterir de…
Hırçın bağları, bağlarken şairin parmakları titriyordu. Onun varlığının tehlikesinden kaçacaktı ama bir çingeneniki kadar uzayıp büyüleyen gözler onu yerine mıhladı. Şarap şişesine sarılarak duvara dayandı. Kadın gü­ lümseyerek: “O kadar iyilik ettiniz ki,” dedi. “ Acaba mösyö bu evde mi oturuyor?”
“E-ee-evet madam, öyle sanırım madam.”
“Belki de üçüncü katta, o halde?”
“Hayır, madam. Daha yukarda.”
Kadın, parmaklarım hafif bir sabırsızlık hareketiyle oynattı.
“Affedin. Sormakla düşüncesizlik ediyorum. Acaba mösyö bu kusurumu hoş görecek mi ? Ona nerede oturdu­ ğunu sormakla pek kaba bir harekette bulundum.”
“Madam, böyle konuşmayın. Ben yukar…”
“Hayır, hayır, söylemeyin. Hatâ ettiğimi şimdi anbyorum. Fakat bu eve ve içindekilere öyle bir yakınlık hissediyorum ki. Bir zamanlar ben de burada yaşardım. Şimdi sık sık buraya gelir, o mes’ut günlerin hayâlini kurarım. Müsaade ederseniz, bu da benim mazeretim olsun.”

Şair kekeliyerek: “Mazerete ihtiyaç yok,” dedi. “Ben size söyliyeyim; en üst katta oturuyorum.”
Kadın başını çevirerek: “ Ön odada mı?” diye sordu.
“Arka odada, madam.”
Kadın sanki ferahlamış gibi içini çekti.
Yuvarlak ve masum bakışını takınarak: “ O halde sizi daha fazla meşgul etmiyeyim, mösyö,” dedi. “ Evime iyi bakın. Heyhat! Şimdi sadece hâtıraları bana kaldı. Allaha ısmarladık, mösyö, nezaketiniz için lütfen teşekkürlerimi kabul edin.”

Arkasında bir tebessüm ve lâtif bir rayiha bırakarak uzaklaştı. David merdivenleri uykuda yürüyormuş gibi çıktı. Biraz sonra uyandığı halde, tebessüm ve rayiha onunla beraber kaldı, ve hiçbir zaman tamamen onu terketmedi. Hakkında hiç bir şey bilmediği bu kadın ona, gözlere gazeller, aşk şarkıları, kıvırcık saçlara kasideler, ince ayaklardaki terliklere methiyeler yazdırdı.
Hakikaten şair olmalıydı, zira Yvonne unutulmuştu. Bu yeni güzellik onu tazeliği, fazileti ile kendine bağlamıştı. Sihirli parfümü onu tuhaf hislerle dolduruyordu.

Bir gece ayni evin üçüncü katında bir odada üç kişi bir masa başında toplanmışlardı. Odanın bütün mobilyasını üç iskemle ile üzerinde bir mum yanan masa teşkil ediyordu. Şahıslardan biri, siyah elbiseler giymiş, iri yarı bir adamdı. Yüzünde istihzalı bir gurur ifadesi vardı. Yukarı kıvrılmış bıyıklarının uçları neredeyse alaycı gözlerine değecekti. Diğeri, gözleri bir çocuğunkiler kadar yuvarlak ve mâsum, yahut bir çingeneninkiler kadar çekik ve büyüleyici olan fakat şimdi herhangi bir suikast- çınınkiler gibi haris ve sinsi bakışlı genç ve güzel bir kadındı. Üçüncüsü atılgan, cesur ve sabırsız, ateş ve çelik teneffüs eden bir muharipti. Ötekiler ona Yüzbaşı Desrolles diye hitap ediyorlardı.

Yüzbaşı Desrolles yumruğunu masaya indirerek: “Bu gece,” diye haykırdı. “Bu gece kiliseye giderken. Bu hiç­ bir işe yaramıyan plânlardan bıktım artık. İşaretlerden, şifrelerden, parolalardan, gizli toplantılardan nefret ediyorum. Hain olacaksak hiç olmazsa namuslu olalım. Eğer Fransa ondan kurtulacaksa, onu alenen öldürelim, tuzaklar hazırlıyarak değil. Tekrar ediyorum; bu gece kiliseye giderken. Ben kendi elimle yapacağım bu işi.”
Kadın ona sıcak bir bakışla baktı. Kadınlar her ne kadar yaradılıştan fesatçı iseler de böyle cesaret karşısında daima boyun eğerler.

İri yarı adam bıyıklarını burarak; kalın sesiyle: “Aziz Yüzbaşım,” dedi. “Bu hususta sizinle hemfikirim. Beklemekle bir şey kazanmıyacağız. Saray muhafızlarının teşebbüsümüzü muvaffakiyetle sona erdirecek mühim bir kısmı bizim tarafımızdadır.”

Yüzbaşı Desrolles masayı tekrar yumruklayarak: “Bu gece,” dedi. “ Söylediklerimi işittiniz marki. Bu işi kendi elimle bitireceğim.”
İriyarı adam, yavaşça: “Fakat şimdi bir mesele var,” dedi. “Saraydaki taraftarlarımıza bir haber gönderip bir parola hususunda anlaşmalıyız. Kralın arabasına en sadık adamlarımız refakat etmeli. Bu saatte güney kapısı­ na kim gidebilir ki. Ribout orada vazifelidir. Onun eline bir haber ulaştırabilirsek herşey yoluna girmiş demektir.”

Kadın: ‘‘Ben bir haberci gönderebilirim.” dedi.
Marki kaşlarını kaldırarak: “ Siz mi, Kontes?” diye sordu. “ Sadakatinizi hepimiz biliyoruz ama…”
Kadın ayağa kalkıp ellerini masaya dayıyarak: “Dinleyin,” diye haykırdı. “Bu evin tavanarasında çobanlık ettiği koyunlar kadar saf ve temiz bir köylü yaşıyor. Üç dört kere merdivende rastladım. Buluştuğumuz odaya yakın bir yerde oturmasından şüphelenerek sorguya çektim. Eğer, istersem o benimdir. Odasında şiirler yazıyor ve zannedersem beni düşünüyor. Ne dersem onu yapacaktır. Saraya haberi o götürür.”
Marki, iskemlesinden kalkarak kadının önünde eğildi. “ Cümlemi bitirmeme müsaade ediniz, Kontes,” dedi. “Diyecektim ki, sadakatiniz büyük, ama zekâ ve cazibeniz bundan kat kat üstün.”

Suikastçılar böyle meşgulken, David, amourette d’escalier’sine beyitler düzmekte idi. Kapısının ürkek bir darbe ile vurulduğunu işitti, gidip açtı. Karşısında, gözleri bir çocuğunki kadar mâsum ve kocaman, sevgilisi, sanki başı bir dertte imiş gibi soluyordu.
“Mösyö,” diye inledi. “Büyük bir felâket içindeyim. Sizin iyi ve hakikatli olduğunuzu biliyorum. Başka kimseyi de tanımıyorum ki. O sokaktaki serserilerin arasından nasıl da geçebildim ? Mösyö, annem son nefesinde. Dayım kralın saray muhafızları alayında yüzbaşıdır. Ona bir haber götürmeli. Acaba…”

David, gözleri ona bir hizmette bulunma arzusu ile parıldayarak, sözünü kesti: “Matmazel, ümitleriniz kanatlarım olacaktır. Siz bana onu nasıl bulacağımı söyleyin.”

Kadın, David’in eline mühürlü bir zarf sıkıştırdı.
“Güney kapısına gidin; anladınız mı? Güney kapı­sına; oradaki muhafızlara ‘Şahin yuvasını terketti’ deyin. Sizi içeri bırakırlar. Sonra sarayın güney kapısına gider ve parolayı tekrarlarsınız. Mektubu, ‘İstediği zaman hücum etsin’ diye cevap veren adama teslim edersiniz. Bu bana dayım tarafından verilmiş bir paroladır. Şimdi memlekette karışıklık olduğundan, krala bir suikast yapılacağından çekindikleri için böyle tedbirler alı­ yorlar. Eğer bu hizmeti yaparsanız annem son bir defa kardeşini görmüş olur.”
David, heyecanla: “Verin,” dedi. “Fakat böyle geç bir saatte evinize yalnız dönmenize müsaade etmeli miyim? Ben…”
“Hayır, hayır, siz koşun. Geçen her dakika çok kıymetlidir.” Kadının gözleri çingeneninkiler gibi uzamış, büyüleyici bir eda takınmıştı. “Başka bir zaman bu iyiliğiniz için size teşekkür etmiye çalışırım.”
Şair mektubu gömleğinin içine koyarak, koşa koşa merdivenlerden indi. Kadın da aşağıdaki odaya döndü.
Marki’nin kaşlarının sorduğu suale: “ Gitti,” diye cevap verdi. “Koyunları kadar aptal ve hızlı haberi verrniye koştu.”
Masa, Yüzbaşı Desrolles’ün yumruğu altında tekrar sarsıldı.
“Allah cezasını versin,” diye Yüzbaşı haykırdı. “Tabancalarımı unutmuşum. Başkasına da emniyet edemem.”
Marki, pelerinin altından parıl parıl, gümüş kakma kabzalı bir tabanca çıkararak: “Bunu alın,” dedi. “ Bundan iyisini bulamazsınız. Ama iyi muhafaza edin, çünkü üstünde armam kazılı. Zaten benden şüpheleniyorlar. Ben bu gece Paris’ten çok uzaklarda olmalıyım. Sabah beni kendi şatomda bulmalı. Buyurun, Kontes.”
Marki mumu söndürdü, iki adamla kadın yavaşça merdivenlerden inerek Rue Conti’yi dolduran kalabalığın araşma karıştılar.

David koşuyordu. Sarayın güney kapısında göğsüno bir mızrak dayandı. David: “ Şahin yuvasını terketti” diyerek bunu itti.
Muhafız: “Geç arkadaş,” diyerek ona yol verdi. “Âma çabuk ol.”

Sarayın merdivenlerinde bir kaç kere daha yakalamak istediler ama, sihirli parola her seferinde muhafız lan geri itiyordu. Aralarında biri ilerleyip: “ istediği zaman…” diye söze başlamıştı ki, muhafızların arasında bir kanşıklık beklenmiyen bir hâdisenin vukuunu gösteriyordu. Sert bakışlı biri, asker adımlariyle arkalarından ge­ çerek David’e yaklaşıp elinde tuttuğu mektubu aldı. David’i de içeri çekerek: “Benimle gel,” dedi. Sonra mektubu açıp okudu. Oradan geçmekte olan subay üniformalı birine seslendi: “Yüzbaşı Tetreau güney kapısındaki bütün muhafızları tevkif ettirip yerlerine sadık adamlarımızdan yerleştir.” David’e dönerek: “ Sen beni takip et,” dedi.

Uzun bir koridordan geçerek, koskocaman bir salona girdiler. Matem elbiseleri giymiş kederli tavırlı bir adam, düşünceli düşünceli deri kaplı bir iskemlede oturuyordu. David’i getiren adam söze başladı.
“Efendimiz, size demiştim ki, lâğımlar nasıl fare kaynarsa bu saray da casus ve hain doludur. Siz bunu benim vesvesem sanmıştınız. İşte bu adam kapınızın dibine kadar onların göz yummaları ile gelebildi. Elinden aldı­ ğım bir mektubu getiriyordu. Gayretlerimin lüzumsuz olmadığına inandırmak için size getirdim.”
Kral iskemlesinde kımıldayarak: ‘‘Ben onu sorguya çekerim,” dedi. David’e baktı; sanki gözlerinde bir perde vardı. Şair diz çöktü. Kral sordu: “ Nerelisin?”
“ Eure-et-Loir eyâletinin Vernoy kasabasından, efendimiz.”
“Paris’te ne arıyorsun?”
“ Şair olacağım, efendimiz.”
“Vernoy’da iken ne iş yapardın?”
“Babamın koyun sürülerine bakardım, efendimiz.”
Kral tekrar kımıldadı, gözündeki perde kalkmıştı.
“Ahh! Çayırlarda mı?”
“Evet, efendimiz.”
“Çayırlarda, kırlarda yaşardın; sabah serinliğinde otlar arasında uzanırdın. Sürü dağılır; susayınca akan çaydan kana kana içer, gölgede tatlı kara ekmeğini yer; dallar arasında öten ardıç kuşlarını dinlerdin. Değil mi, çoban?”

David içini çekerek: “ Öyle, efendimiz,” dedi. “Çi­çeklerin üstünde vızıldayan arıları, hem de belki karşı tepede bağlarda çalışan işçilerin şarkılarını da.” dedi.
Kral, sabırsızlıkla: “Evet, evet,” dedi. “ Ama daha ziyade ardıç kuşlarını dinlerdin. Ne kadar da güzel öterlerdi, değil mi?”
“Hele Eure-et-Loir’da her yerden dalıa güzel, efendimiz. Yazdığım birkaç mısrada cıvıltılarını tasvire çalışmıştım.”
Kral, merakla: “O mısraları tekrarlıyabilir misin?”
diye sordu. “Ne kadar zaman oldu ardıç kuşlarının ötüş­ lerini dinliyemiyorum. Onların şarkılarını tasvir edebilmek bir krallığa sahip olmaktan daha iyidir. Sonra geceleri koyunları ağıla kapatır; sulh ve sükûn içinde ekmeğinin başına otururdun. O mısraları tekrarlıyabilecek misin, çoban?”
David, hürmetkâr bir arzu ile: “ Söyliyeyim, efendimiz,” dedi.

“Koyunlarma bak, tembel çoban,
Nasıl sevinçle zıplıyorlar
Rüzgârda nasıl dansediyor çamlar
Dinle, nasıl çalıyor kavalını pan.
Biz seni çağırıyoruz dallar arasından
Uçuyoruz sürünün üzerinde
Yuvalarımızı ısıtacak yün ver bize
Dallarında…………”

“Eğer efendimiz arzu buyururlarsa,” diye sert bir ses sözünü kesti. “Bu şaire birkaç sual de ben sorayım. Vaktimiz çok dar. Eğer selâmetiniz için endişem fazla görünüyorsa, affınızı dilerim, efendimiz.”
Kral: “Dük d’Aumale’in sadakati ispat olunmuştur,” dedi. İskemlesine gömüldü, gözlerine yine bir perde inmişti.
Dük: “ Önce getirdiği mektubu size okuyayım,” dedi.
“Bu gece veliahtm ölümünün yıldönümüdür. Eğer, âdeti veçhile gece yansı oğlunun ruhuna dua etmek üzere kiliseye giderse, şahin, Rue Esplanade köşesinde hü­ cum edecektir. İşler yolundaysa sarayın güneybatı köşesindeki üst odanın penceresine kırmızı bir lâmba koyun.”
Dük, sert bir sesle: “Köylü,” dedi. “Okuduklarımı işittin. Sana bu kâğıdı kim verdi?”
David samimiyetle: “ Dük cenapları,” dedi. “ Söyliyeceğim. Bir kadın verdi. Annesinin ağır hasta olduğunu, bu mektubun dayısını onun yanma getireceğini söyledi. Mektubun mânasını anlamadım ama, yemin ederim ki çok güzel ve iyi bir kadındı.”
Dük emretti: “Kadını tarif et, hem de anlat bakalım nasıl oldu da seni avlıyabildi ?”
David, ateşli bir gülümseme ile: “Tarif mi edeyim?” diye sordu. “Kelimelerin mucizeler yaratmasını emrediyorsanız. Peki o halde, o, güneş ışığı ile koyu gölgeden yaratılmıştır. Bir geyik kadar narin ve seyyaldir. Yüzü­ ne baktığınız zaman gözleri durmadan değişiyor, bir an yuvarlak; sonra güneşin iki bulutun arasından görüldü­ ğü gibi yarı kapanık oluyor. Geldiği zaman cenneti beraberinde getiriyor; gidince kıyamet kopuyor, arkasına yaban gülü tomurcuklan rayihası bırakıyor. Bana evime Rue Conti’de yirmi bir numaraya geldi.”
Dük, krala dönerek: “Zaten birkaç zamandanberi gözlemekte olduğumuz ev,” dedi. “ Şairin tasvirine medyunuz, rezil Kontes Quebedaux’yu tanıdık.”
David, safça: “Efendimiz ve dük cenapları,” diye söze başladı. “ Aciz kelimelerimin bir haksızlık yapmadıklarını umarım. O kadının gözlerine baktım; hayatımı ortaya koyarım ki o bir melektir. Mektuba şu kadar bile ehemmiyet vermem. O bir melektir.”
Dük, sabit nazarlarla ona bakarak, ağır ağır: “ Sana bunu ispat ettireceğim,” dedi. “Kralın elbiselerini giyip. srabar ile bu gece kiliseye sen gideceksin. Kabul ediyor musun?”
David gülümsedi: “ Onun gözlerine baktım,” dedi. “Benim ispatım orada. Siz nasıl isterseniz yaparım.”

Saat onbir buçukta Dük d’Amnale pencereye kırmışa ışığı kendi eliyle koydu. Onikiye on kala da, kralın elbiselerini giymiş David, başı pelerinin içinde gizli, ağır ağır kendini bekleyen arabaya yürüdü. Dük onun içeri girip oturmasına yardım etti. Araba kiliseye doğru hızla yol almaya başladı.
Rue Esplanade köşesindeki bir evde Yüzbaşı Tetrau ile yirmi adamı, suikastçıları bekliyorlardı.
Fakat, herhalde bir sebebi olacak suikastçılar plânlarını değiştirmişlerdi, Araba Rue Christopher’e yakla­ şınca, Desrolles’le kralı öldürecek olanlar hücum ettiler. Muhafızlar şaşırdıkları halde, cesaretle dövüştüler. Yüzbaşı Tetrau gürültüyü işiterek imdada koştu. Fakat, bu arada, çılgın Desrolles, arabanın kapısını açarak, silâhı­ nı içerde gördüğü kara hayâlin üstüne boşalttı.
Sokak, yeni gelen kral muhafızlarının kılıç şakırtılarıyla inliyordu. Ürken atlar arabayı çekip götürmüşlerdi. Yastıkların üstünde Monsenyör Marki de Beaupertuys’- nin silâhından atılan bir kurşunla öldürülen sahte kral ve şairin cesedi yatıyordu .

ANA YOL

Üç fersah kadar gittikten sonra yol birdenbire karıştı. Daha geniş bir yolla birleşmişti. David, birkaç dakika kararsız durduktan sonra, dinlenmek için bir kenara oturdu.
Bu yolların nereye gittiğini bilmiyordu. Her ikisinin ucunda da tesadüf ve tehlike dolu geniş dünya vardı. Orada öyle otururken, Yvonne’la birlikte, kendilerinin dedikleri yıldız gözüne ilişti; kararım çok acele verip vermediğini düşünmeye başladı. Bir iki acı söz söylendi diye, onu ve evini bırakıp gitmek doğru mu idi? Aşk, hakikatte delili olan kıskançlık tarafından kırılabilecek kadar nazik miydi? Sabah, gecenin kalp ağrılarına daima şifa getirirdi. Uyuyan Vernoy’lılarm gittiğini öğrenmeden geri dönmeye vakti vardı. Onun kalbi Yvonne’- undü; şimdiye kadar yaşadığı bu yerlerde şiirlerini yazabilir, aradığı saadeti bulabilirdi.

David ayağa kalkarak, yorgunluğunu ve kendini megl:ul istikametlere çeken çılgın hislerini silkti. Geldiği yola döndü. Vernoy’ya yaklaştığı zaman içindeki seyahat arzusu sönmüştü. Ağılın yanından geçti; koyunlar yabancı bir ayaksesi işitince kımıldanmaya başladılar, bu alışkın olduğu ses kalbini doldurdu. Sessizce küçük odasına girdi, ve ayağının yeni yolların tehlikesinden kaçtı­ ğına müteşekkir, yatağına uzandı.
Kadın kalbini ne de iyi biliyordu! Ertesi akşam Yvonne yolun aşağısında, gençlerin toplantı yeri olan çeşmenin başında idi. Göz ucu ile David’i araştırıyordu, amma ağzı merhametsiz bir tavırla kıvrıimıştı. David, bu bakışı gördü, ondan önce bir af, sonra beraber eve dönerken de bir öpücük kopardı.

Üç ay sonra evlendiler. David’in babası kurnaz ve zengindi. Üç fersah ötede bile lâfı edilen bir düğün merasimi yaptırdı. İki genç de kasabanın gözdeleriydiler. Sokaklarda alaylar çayırda danslar tertip ettiler. Misafirleri eğlendirmek için, Dreux’deıı bir cambaz ve bir kuklacı getirttiler.

Bir sene sonra David’in babası öldü. Koyun sürülerde ev David’e kaldı. Zaten kasabanın en evine düşkün kızı ile evlenmişti. Yvonne’un süt güğümleri, bakır tencereleri parıl parıldı, oradan geçerken güneş altında gözlerinizi kamaştırırdı. Bahçesindeki çiçek tarhları o kadar düzgün, o kadar cana yakındı ki, gözleriniz tekrar tabiî haline dönerdi. Tâ P£re Gruneau’nun nalbant dükkânının arkasındaki atkestanesi ağacının yanından, söylediği şarkılar işitilebilirdi.

Bir gün geldi ki, David çoktandır kapalı duran bir çekmeceden bir tabaka kâğıt çıkararak kaleminin ucunu çiğnemeye başladı. Yeniden ilkbahar gelmiş, kalbine dokunmuştu. Mutlaka şair olmalıydı, zira Yvonne artık unutulmuş gibi idi. Toprağın bu yeni güzelliği onu kendisine büyücülüğü, zarafeti ile bağlamıştı. Ağaçlarının, çayırlarının rayihası ona tuhaf bir şekilde tesir ediyordu. Eskiden her gün koyunlarını otlatmıya çıkarır, ak­şam hepsini sağ salim getirir, ağıla sokardı. Fakat şimdi bütün gün ağaçların gölgesinde yatıyor, kâğıt parçalarının üstüne kelimeleri diziyordu. Koyunlar dağılıyor, ormandan inen kurtlar her gün birkaçını kapıyorlardı.

David’in şiir stoku arttıkça, koyunları azalıyordu. Yvonne aksi aksi konuşmaya başlamıştı. Güğümleri ile tencereleri, parlaklıklarını onun gözlerine vererek, matlaşmışlardı. Şaire sürüyü ihmalinin eve zarar getirdiğini işaret etti. David koyunlara bakacak bir çocuk tutup, kendini evin tepesindeki küçük odaya kilitleyerek, şiir yazmaya devam etti. Çocuk da tabiaten bir şairdi, fakat hislerini dökecek bir mecrası olmadığından, vaktini uyku ile geçiriyordu. Kurtlar şiirle uykunun aynı şey olduğunu farketmekte gecikmediler, ve sürü daha ziyade azalmıya başladı. Bununla mütenasip bir şekilde Yvonne’- un huysuzluğu çoğalıyordu. Bazan bahçeye çıkar, David’in yüksekteki penceresi önünde bağırırdı. O zaman sesini, Pere Gruııeau’nun nalbant dükkânının arkasındaki atkestanesi ağacının yanından işitebilirdiniz.
Burnunun işaret ettiği herşeyi gören ihtiyar, akıllı, işgüzar, kasabanın noteri olan M. Papineau, bunu da görmüştü. David’e gitti, cesaretini bir tutam enfiye ile tazeliyerek, dedi ki:
“Azizim Mignot, babanın evlenme vesikasını ben imzaladım. Onun oğlunun iflâs kâğıdını imzalamak benim için çok ağır olacak. Fakat sonun budur, oğlum. Eski bir dostun sıfatiyle söylüyorum. Şimdi sana söyliyeceklerimi can kulağı ile dinle. Görüyorum ki, şiir yazmaya merak sarmışsın. Dreux’de bir arkadaşım var, bir mösyö Bril, Georges Bril. Baştan aşağı kitaplarla dolu bir evde ya­şar, Okumuş bir adamdır; her sene Paris’e gider; birkaç de kitap yazmıştır. Eski Roma lâhitlerinin ne zaman bulunduklarını, yıldızlara nasıl isim taktıklarını, kuşların niçin gagaları olduğunu söyleyebilir. Sen nasıl koyunlann melemesinden anlıyorsan, o da şiirin mâna ve şeklinden öyle anlar. Ona bir mektup yazayım, sen götür şiirlerini onun önünde oku. O zaman yazmaya devam etmen mi, yoksa dikkatini karma ve işine vermen mi lâzım geldiğini anlarsın.”

David: “Mektubu derhal yazın,” dedi. “ Bunu daha evvel söylemediğinize çok üzüldüm.”
Ertesi sabah gün ağarırken, David, koltuğu altında kıymetli şiir destesi, Dreux yoluna düzüldü, öğle vakti, ayağının tozlarını Mösyö Bril’in kapısında temizliyordu. O okumuş adam, M. Papineau’nun mektubunun mührünü koparttı, muhtevasını, güneşin suyu çektiği gibi, gözlerde emdi. David’i içeri çalışma odasına aldı, bir kitap denizi ortasındaki küçük bir odaya oturttu.
Mösyö Bril vicdan sahibi bir adamdı. Parmak kalınlığındaki şiir demetinden ürkmedi. Okumaya başladı. Hiçbir tanesini atlamadan okudu; meyvenin çekirdeğini arayan bir kurt gibi sonuna kadar okudu.
Bu arada David, bu kadar kitabın arasında titreyerek oturuyordu. Bu deniz kulaklarında uğultular meydana getiriyordu. Burada seyahate çıkacak ne haritası, ne de pusulası vardı. Dünyanın yarısı kitap yazıyor herhalde diye düşündü.
Mösyö Bril son sahifeyi de bitirdi. Sonra gözlüklerini çıkararak mendiliyle sildi.
“Eski dostum, Papineau nasıl, iyi mi?” diye sordu.
David: “ Çok iyi,” diye cevap verdi.
“ Kaç koyununuz var, Mösyö Mignot?”
“ Dün saydığım zaman üç yüz dokuzdu. Sürüm bü­ yük bir talihsizliğe uğradı. Eskiden sekizyüz elli tane idi.”
“ Bir karınız, bir eviniz vardı, huzur içinde yaşıyordunuz. Sürüleriniz sizi geçindirecek kadar bir şeyler getiriyorlardı. Onlarla çayırlara çıkıyor, temiz havada ya­ şıyor, hoşnutluğun tatlı ekmeğini yiyordunuz. Dallarda ötüşen ardıç kuşlarını dinleyip orada tabiatın kucağında yatmaktan başka yapacak işiniz yoktu. Buraya kadar haklı mıyım?”
David: “ Evet, öyle idi,” dedi.
Mösyö Bril, gözünü kitap denizi üzerinde gezdirerek devam etti: “Bütün şiirlerinizi okudum. Şu pencereden bakın Mösyö Mignot; söyleyin bana ne görüyorsunuz?”
David dışarı bakarak: “ Bir karga görüyorum,” dedi.
Mösyö Bril: “ Bu kuş bana kaçındığım bir işi yapmakta yardım edecek,” dedi. “O kuşu tanırsınız, Mösyö Mignot, göklerin filozofudur. Kaderine boyun eğdiği için mesuttur. O alaycı gözü, o sallantılı yürüyüşü ile ondan neşelisine rastlayamazsınız. Çayırlar ona arzu ettiğini verirler. Tüylerinin diğer kuşlarınki gibi güzel renkli olmadığına üzülmez. Tabiatın ona verdiği sesi işittiniz. Sanır mısınız, Mösyö Mignot, ki bülbül ondan daha mesuttur?”
David ayağa kalktı. Karga acı acı bağırdı.
Yavaşça: “ Teşekkür ederim, Mösyö Bril,” dedi. “ O halde bütün bu kargalar arasında bir tane bile bülbül yoktu demek?”
Mösyö Bril içini çekerek: “Olsaydı kaçırmazdım,” dedi. “Her kelimesini okudum. Şiirlerinizi yaşayın oğlum; artık yazmaya çalışmayın.”
David, tekrar: “Teşekkür ederim,” dedi. “Ben şimdi koyunlarıma dönüyorum.”
Okumuş adam: “Eğer benimle yemek yerseniz, size sebeplerini anlatabilirim,” dedi.
Şair : “Hayır,” diye cevap verdi. “Koyunlarıma dönmeliyim.”
Şiirleri kolunun altında, Vernoy’ya doğru ağır ağır yürümeğe başladı. Kasabaya gelince, eline ne geçerse satan Yahudi Zeigler’in dükkânına uğradı.
“Dostum,” dedi. “Ormandaki kurtlar çayırlardaki koyunlarımı parçalıyorlar. Onları korumak için bir silâh almalıyım. Böyle bir şeyin var mı?”
Zeigler, ellerini iki yanına açarak: “Bugün benim için çok kötü bir gün, dostum Mignot,” dedi. “Anlaşıldı­ğına göre sana değerinin onda birini bile getirmeyecek olan bir silâhı satmam lâzım gelecek. Daha geçen hafta bir adamdan satın almıştım. O da kralın emriyle satışa çıkarılan bir şatodan almış, Şato adım bilmediğim, krala karşı suikast hazırlamış büyük bir lordun imiş. İçlerinde çok güzel silâhlar vardı ama, bu -ah, bu tabanca, bir prense lâyık olan bu tabanca!- dostum sana sadece kırk franga mâlolacak, emin ol böyle yapmakla on frank kaybetmiş oluyorum. Yahut istersen büyüle bir tüfek…”

David, parayı tezgâhın üstüne atarak: “Bunu alıyorum,” dedi, “Dolu mu bari?”
“On frank daha verirsen hem doldurur, hem de bir kurşun hediye ederim.”
David tabancayı ceketinin altına saklayarak evine girdi. Yvonne evde değildi. Son zamanlarda hep komşulara dedikodu yapmaya gidiyordu. Fakat mutfaktaki ocakta ateş yakılmıştı. David şiirlerini ateşe attı. Yanarlarken bacada sert bir ses çıkarıyorlardı.
Şair: “ Karganın şarkısı,” dedi.
Sonra tavan arasına. giderek kapıyı kapattı. Kasaba o kadar sessizdi ki, kocaman tabancanın sesini herkes işitti. Hepsi eve koşuştular, kapısının aralığından duman çıkan oda onları yukarı çekti.
Bir adam şairin cesedini yatağına yerleştirdi. Kadınlar hep bir ağızdan konuşmaya başladılar, biri Yvvonne’a haber vermiye koştu.
İlk gelenler arasında olan M. Papineau silâhı yerden alarak ihtisas ve üzüntü karıştığı bir tavırla kabzanın gü­müş kakmalarını gözden geçirdi.
Sonra alçak sesle rahibe izah etti: “ Monsenyör marki de Beaupertuys’nin arması.”

O. Henry / Varlık Yayınları


kader_yolu

 
Yorum yapın

Yazan: 25 Mart 2015 in Hikaye

 

Etiketler:

Son Yaprak

New York’un düşük kiraları yüzünden sanatçılarla dolu olan Greenwich Village’ında üç katlı bir binanın en üst katındaydı Sue ve Johnsy’nin stüdyoları. Amerika’nın iki ayrı ucundan gelen kızlar bir lokantada tanışmış ve ortak sanat zevkleri olduğunu anlayınca ortak bir ev tutmaya karar vermişlerdi. Bu olay Mayıs ayındaydı. Kasım ayında ise bölgeye doktorların zatürree adını verdiği soğuk bir yabancı gelip buz gibi parmaklarıyla orayı burayı yoklamaya başlamıştı. California rüzgârlarıyla kanı sulanmış ufak tefek, ince yapılı bir kızcağız olan Johnsy’yi de yatağa sermişti. Zavallı kızcağız demir karyolasına yatmış, yandaki evin tuğla duvarlarını seyrederek kıpırdamadan yatıyordu doktor geldiğinde. Doktor kır kaşlarını sağa sola oynatarak Sue’yu koridora çağırdı.

“Kurtulması için onda bir olasılık var,” dedi. “O da içinde yaşama isteği varsa. Doğrusunu istersen mezarcının tarafını tutan insanlar tibbî komik duruma düşürüyor. Sizin arkadaşınız da kendini iyileşmeyeceğine inandırmış. Aklına takılan bir şey mi var acaba?” Napoli körfezinin resmini yapmak isterdi” dedi Sue.

“Hayatımda böyle saçma şey duymadım. Sarmaşık yapraklarıyla iyileşmenin ne ilgisi var? Aptallaşma lütfen. Sen eskiden o sarmaşığı ne çok severdin unuttun mu? Doktor bu sabah iyileşmen için tam onda bir olasılık olduğunu söyledi. New York’ta yürürken bile bu kadar şansımız yoktur. Şimdi sen çorbanı iç. Ben de resmimi bitireyim. Resmi satınca sana şarap, kendime ise pirzola alacağım.”

Johnsy cevap vermedi. Dünyanın en kimsesiz şeyi esrarlı yolculuğa hazırlık yapan ruhtur. Kendisini dünyaya ve arkadaşlığa bağlayan bağlar birer birer gevşeyip koptukça kızın hayal gücü daha da kuvvetleniyordu. Gün sonu yaklaşmıştı. Alacakaranlıkta bile o tek sarmaşık yaprağının dalına sımsıkı yapışık olduğunu görüyorlardı. Geceyle birlikte Kuzey rüzgârı ve yağmur yeniden başladı. Sabahın ilk ışıklarıyla Johnsy acımasızca perdenin açılmasını istedi yine. Sarmaşık yaprağı hala oradaydı. Johnsy uzun uzun baktı yaprağa. Sonra gaz ocağının üzerinde çorba kaynatan Sue’ya seslendi.

“Ben çok kötü bir kızım Sue. Benim ne kadar kötü olduğumu göstermek için bir güç o son yaprağı orada bıraktı. Ölümü istemek günahtır. Bana biraz çorba ile süt ve şarap getirebilirsin şimdi. Ama hayır, hayır… Önce bir ayna getir, arkama da birkaç yastık yerleştir de senin yemek hazırlamanı seyredeyim.” Bir saat sonra “Sue bir gün gidip Napoli körfezinin resmini yapacağım,” dedi.

Doktor öğleden sonraki muayenesini bitirip çıkarken Sue da bir bahane uydurup ardından yürüdü. Doktor Sue’nun titreyen elini sıktı.”Yüzde elli olasılık var. İyi bakarsanız siz kazanırsınız. Şimdi aşağıda yeni bir hastayı görmeye gidiyorum. Behrman diye biri. Ressam sanırım. O da zatürreeye tutulmuş. Zayıf ve yaşlı bir adam, hastalığı da çok şiddetli. Hiç umut yok ama biraz rahat etmesi için hastaneye kaldıracağız.” Doktor ertesi gün, “Artık tehlike kalmadı, siz kazandınız,” dedi. “Şimdi beslenme ve dinlenme gerek…. Hepsi o kadar.”

Sue öğleden sonra yatakta mavi yünden gereksiz bir şal ören Johnsy’nin yanına oturdu. “Beyaz farem benim, sana bir şey söylemek istiyorum. Bay Behrman bugün zatüreden öldü. Hastalığı yalnızca iki gün sürdü. Kapıcı ilk günün sabahı onu sancıdan kıvranırken bulmuş. Üstü başı ve ayakkabıları sırılsıklammış. Öylesine korkunç bir fırtınada nereye çıkmış olabileceğine akıl erdirememişler. Sonra henüz yanan bir fener, yerinden çıkarılmış bir merdiven, birkaç fırça ve üzerinde yeşil ve sarı boyalar olan bir palet bulmuşlar. Pencereden bak şekerim, son sarmaşık yaprağını görüyor musun? Rüzgâr estiği zaman neden sallanmadığını merak etmedin mi hiç? Bu Behrman’in bahsettiği şaheseri işte! Son yaprağın düştüğü gece yapmış.”

Sue kızın yanağını kendininkine yapıştırarak, “Kendini düşünmüyorsan beni düşün, ben sensiz ne yaparım?” dedi.
Johnsy gözlerini pencereden ayırmadan, “Şarap almana gerek yok. İşte bak bir tane daha düştü. Hayır çorba da istemem. Dört tane kaldı şimdi. Karanlık basmadan sonuncusunun da düşüşünü görmek istiyorum.O zaman ölebilirim artık.”

“Öteki odada çizemez misin?” diye soğukça sordu Johnsy.”Senin yanında oturmak istiyorum. Ayrıca o yapraklara da bakmanı istemiyorum”
Johnsy gözlerini kapatarak yıkılmış bir heykel gibi bembeyaz ve kıpırtısız yattı. “Bitirir bitirmez haber ver ama. Sonuncu yaprağın düştüğünü görmek istiyorum. Beklemekten bıktım artık. Düşünmekten de. Her şeyden kurtulup o zavallı yapraklar gibi döne döne boşluğa uçmak istiyorum.”
“Uyumaya çalış. Ben yaşlı Behrman’ı modellik yapması için çağırmaya gidiyorum. Hemen gelirim. Ben dönene kadar sakın kıpırdama yerinden.”
En alt katta oturan Behrman altmışını aşmış, kırk yıldır resim yapmasına rağmen başarının eteğine dahi ulaşamamıştı. Her zaman bir başyapıta başlayacağını söylese de, henüz ortalarda böyle bir şey yoktu. Reklam ve afişlerle geçinmekteydi. Profesyonel model tutmaya paraları yetmeyen genç ressamlar için modellik yapardı.
Sue adamı loş stüdyosunda buldu. Adama Johnsy’yi, gerçekten bir yaprak kadar zayıf ve güçsüz olan kızı dünyaya bağlayan bağların gittikçe inceldiğini anlatırken, yaşlı adam gözünden yaşlar boşanarak, “Hala böyle budalalar varmış bu dünyada,” diye söylenmeye başladı.
Yukarı çıktıklarında Johnsy uyuyordu. Sue perdeyi indirip Behrman’a yan odaya geçmesini işaret etti. Oradan korku ile sarmaşığa baktılar. Karla karışık soğuğa bir de yağmur eklenmişti.
Sue ertesi sabah bir saatlik bir uykudan uyanınca Johnsy’nin kapalı yeşil perdeye bakmakta olduğunu gördü. “Aç görmek istiyorum.” dedi Johnsy. Sue bitkin bir halde arkadaşının emrine uydu. Hayret bütün gece yağan yağmura rağmen sarmaşığın üzerinde bir tek yaprak kalmıştı. Kenarları çürümüş, sararmış yaprak hala yeşil olan sapıyla yerden beş altı metre yüksekte bir dalın ucunda sallanıyordu. “Sonuncu,” dedi Johnsy.
“Dün gece nasıl olsa düşer demiştim. Rüzgâr çok şiddetli esiyordu. Ama bugün düşecek, ben de aynı anda öleceğim.”

Sue hastanın üzerine eğildi. “Johnsy, ben su işimi bitirinceye kadar gözünü kapatıp, dışarı bakmayacağına söz verir misin? Yarın bu resimleri teslim etmek zorundayım. Işığa ihtiyacım olmasaydı perdeyi çoktan indirirdim.”
“Altı,” diye fısıldadı Johnsy. “Şimdi daha hızlı dökülüyorlar artık. Üç gün önce yüz taneydiler. Sayarken başım dönüyordu. Ama şimdi iş kolaylaştı. İşte bir tane daha gitti. Beş tane kaldı.”
“Beş tane kalan ne Johnsy?”

“Yaprak. Sarmaşığın yaprakları. Sonuncu da düşünce ben öleceğim. Üç gündür biliyorum bunu. Doktor sana söylemedi mi?”
Sue meraklanarak dışarı baktı. Ortada sayılacak ne vardı ki.? Çıplak ve iç kapayıcı bir avlu ve beş metre ilerdeki evin dümdüz tuğla duvarı. Kökleri çürümüş yaşlı bir sarmaşık duvarın yarısına kadar anca tırmanabilmişti. Sonbaharın soğuk soluğu ile yaprakları dökülen bitki yıkılmak üzere olan duvara iskeletiyle tutunuyordu sanki. “Ne var canım?”
“On iki,” dedi, biraz sonra, “On bir,” sonra sıra ile “dokuz, sekiz, yedi.”
“O halde zayıf düştü demek. Bilimin bana verebileceği her şeyi yapacağım. Ama hastalarım cenazelerine gelecek arabaları saymaya başladı mı umudumu yüzde elli keserim. Eğer ona kış modası konusunda bir soru sordurtabilirseniz şansı yüzde yirmiye yükseltiriz.”
Sue eve dönünce bir süre doya doya ağladıktan sonra resim tahtasını kolunun altına yerleştirdi ve ıslık çalarak Johnsy’nin odasına girdi. Johnsy yüzünü pencereye çevirmiş hiç kımıldamadan yatıyordu. Sue arkadaşının uyuduğunu sanarak ıslığı kesti. Sonra bir dergide yayınlanacak hikâye için resim yapmaya başladı. Biraz sonra duyduğu bir mırıldanma ile yatağın başına koştu. Johnsy’nin gözleri pencereden dışarı bakıyor ve geriye doğru sayıyordu.
“Ben bir erkeği kastetmiştim.”

“Erkek mi? Yo hayır doktor, erkek falan yok.”

O’Henry

 
Yorum yapın

Yazan: 10 Kasım 2012 in Hikaye

 

Etiketler: