RSS

Etiket arşivi: Simone Weil

İnsanların kalbinde onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde bir yer edinmeyi isterim.

“Garda bana, okumam ve sürgünü sırasında korumam ricasıyla yazılarıyla dolu çantasını verdi. Ondan ayrılırken heyecanımı göstermemek amacıyla şakayla karışık şunları söyledim: “Bu dünyada veya başka bir dünyada görüşmek üzere!” Birdenbire ciddileşti ve bana şu yanıtı verdi: Başka bir dünyada tekrar görüşülmüyor.” (s.15)

“Ayrılışın hafif şokundan sonra bu konuda hiçbir üzüntü duymayacağınıza ve olur da bazen beni düşünürseniz bunun çocuklukta okunan bir romanın düşünülmesi gibi olmasına inanmayı tercih ederim, insanların kalbinde onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde bir yer edinmeyi isterim.” (s.17)

“Kötülük kendini yok ettiği yerde eksiksizdir; artık kötülük yoktur: tanrısal masumiyetin aynası. Aşkın tam da mümkün olduğu bir noktadayız. Bu büyük bir ayrıcalıktır; çünkü birleştiren aşk mesafeyle orantılıdır. Tanrı mümkün olan en iyi dünyayı değil de, iyiliğin ve kötülüğün bütün derecelerini taşıyan bir dünya yaratmıştır. Dünyanın olabildiğince kötü olduğu noktada bulunuyoruz. Çünkü bunun ötesi kötülüğün masumiyet haline geldiği kademedir.” (s.21)

“Beni öldürmek için, insanın kendisini yaşamın bütün ısırmalarına karşı çıplak ve savunmasız olarak sunması, boşluğu, dengesizliği kabul etmesi, mutsuzluğu ödünlemeyi hiç araştırmaması ve özellikle “lütfun geçeceği çatlakları tıkamaya yönelen” hayalin çalışmasını askıya alması gerekir. Bütün günahlar boşluktan kaçma girişimleridir. Aynı zamanda geçmişten ve gelecekten vazgeçmek gerekir, çünkü ben her zaman tükenen bir geçmişin ve geleceğin bir yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bellek ve umut hayali yükselişlere sınırsız bir alan açarak mutsuzluğun kurtarıcı etkisini silerler, ama şimdiki ana sadakat insanı gerçekten hiçliğe indirger ve buradan ona ebediyetin kapılarını açar.” (s.24)

“Tanrı’dan tamamen yoksun olan bu dünya Tanrı’nın kendisidir.” (s.28)

“Kötülüğü kendi dışına yayma eğilimi: bu kötülük hâlâ içimde! Varlıklar ve nesneler benim için yeteri kadar kutsal değiller. Tamamen balçığa dönüştüğüm zaman hiçbir şeyi kirletmemek. En kötü zamanlarımda bile bir Yunan heykelini veya bir Giotto freskini yok etmezdim. Neden başka bir şeyi yok edeyim? Örneğin neden bir insanın mutlu bir ânı olabilecek bir ânını yok edeyim?” (s.37)

“Kendine yardım et, Tanrı sana yardım edecektir.” (s.38)

“İnsanlar bize vereceklerini hayal ettiğimiz şeyi bize borçludurlar. Onları bu borçtan muaf tutmalıyız. Onların bu borcunu silmeliyiz. Hayal ettiğimiz yaratıklardan başka olduklarını kabul etmek, Tanrı’nın vazgeçmesini taklit etmektir. Ben de, olduğumu hayal ettiğim şeyden farklıyım. Bunu bilmek, bağışlamadır.” (s.41)

“İnsan bu dünyanın yasalarından ancak bir şimşek çakma süresince kurtulabilir. Durma, temaşa, saf sezgi, zihinsel boşluk, ahlaksal boşluğu kabul ediş anları. İşte insan bu anlar yoluyla doğaüstüne ulaşabilir. Bir an boşluğa dayanabilen kişi ya doğaüstü besini alır ya da düşer. Korkunç bir risk ama bu riske girmek ve hatta umutsuz bir ânı göze almak gerekir.” (s.43)

“Sevgi avuntu değil ışıktır. Dünyanın gerçekliği bizim bağlılığımızla oluşmuştur. Bu ben’in bizim tarafımızdan şeylere aktarılan gerçekliğidir. Bu kesinlikle dışsal gerçeklik değildir. Dışsal gerçeklik ancak tam bir kopuşla algılanabilir. Yalnızca bir iplik bile kalsa, hâlâ bağlantı var demektir. Bizi en sefil şeylere bağlanmaya zorlayan mutsuzluk bağlanmanın sefil niteliğini açığa çıkarır. Böylelikle, kopmanın zorunluluğu daha açık hale gelir. Bağlanma yanılsamalar üretir ve her kim gerçeği istiyorsa bunlardan kopmak zorundadır. Bir şeyin gerçek olduğu bilindiği andan itibaren artık ona bağlanılamaz. Bağlanma, gerçeklik duygusundaki yetersizlikten başka bir şey değildir. Bir şeye sahip olmaya bağlanılmıştır çünkü ona sahip olmak bırakılırsa o şeyin artık varolmayacağı zannedilmektedir.” (s.46)

“Bir arınma biçimi: yalnızca insanlardan gizli olarak değil de, Tanrı’nın var olmadığını düşünerek Tanrı’ya dua etmek.” (s.52)

“Kendi içine inerse insan, tam arzuladığı şeye sahip olduğunu bulur.” (s.53)

“Birini kaybetmek: ölünün, yok olanın hayali, gerçekdışı hale gelmesinden ıstırap duyuluyor. Ama ona duyulan arzu hayali değildir. Hayali olmayan arzunun yattığı kendi içine inmek: yiyecek hayal edilir ama açlığın kendisi gerçektir: açlığa yakalanmak. Ölünün mevcudiyeti hayalidir ama yokluğu gayet gerçektir: bu yokluk bundan sonra onun belirme tarzıdır.” (s.54)

“Dünyada hiçbir şeye sahip değiliz, çünkü rastlantı bunların hepsini bizden alabilir.” (s.57)

“Tüm tutkularda mucizeler vardır. Bir kumarbaz neredeyse bir aziz gibi geceyi uyanık geçirebilir ve oruç tutabilir.” (s.84)

“Bütün bağlılık nesnelerine bir iple bağlanılmıştır ve bir ip her zaman kopabilir.” (s.93)

“Yalnızlığını koru. Olur da bir gün sana gerçek bir sevgi sunulursa, içsel yalnızlık ile dostluk arasında bir karşıtlık olmayacaktır, bilakis. Onu tam da bu şaşmaz işaretten tanıyacaksın.” (s.96)

“Hayal gücünün kötü olan şeyle oyalanmasına izin vermek bir tür korkaklığa yol açar; gerçekdışılık yoluyla zevk almayı, bilmeyi ve büyümeyi umuyoruz.

Hayal gücünü mümkün diye bazı şeylerle oyalamak şimdiden onlara bağlanmaktır. Bunun sebebi meraktır. Bazı düşünceleri (tasavvur etmeyi değil ama onlarla oyalanmayı) kendine yasaklamalı; onları düşünmemeliyiz. Düşüncenin bizi bağlamadığını sanırız, oysa yalnız o bağlar bizi ve düşünme izni her izni kapsar. Bir şeyi düşünmemek en üst yeti.” (s.106)

“Istırabın içinde gerçekliği bulmak için, neşe yoluyla gerçekliğin ilhamına sahip olmuş olmak gerekir. Yoksa yaşam az çok kötü bir düşten başka bir şey değildir.” (113)

“Yalnızlık. Peki, değeri neden oluşur? Zira yalnızken, sadece maddenin, bir insan zihninden daha az değere sahip şeylerin huzurundayızdır. Yalnızlığın değeri dikkatin daha büyük imkânında yatar.” (s.149)

“Bütünü taklit etmek zorunda olan bir parçayız.” (s.167)

“Dünyanın yitirildiği bir ıstırap derecesi. Ama sonra, yatışma gelir. Ve gene nöbet geçirirsek, yatışma da hemen ardından gelir. Eğer bunu bilirsek, bu acı derecesinin kendisi yatışmanın beklentisi haline gelir ve dolayısıyla dünyayla olan temasımızı kesmez.” (s.168)

“Bu dünya kapalı kapıdır. Bir engeldir. Ve aynı zamanda geçittir. Yan yana zindanlarda duvara vurarak iletişim kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara iletişim kurma imkânı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.” (s.172)

Simone Weil

Yerçekimi ve İnayet

 

Etiketler:

Senden Geriye Kalır

Senden geriye kalır
Lütfettiklerin.
Ötesi berisini tutmaktansa paslı sandıklarda.

Senden, gizli bahçenden geriye kalır
Unutulmuş ama solmamış bir çiçek.
Senin lütfettiklerin
Başkalarında çiçeklenir.
Hayattan göçüp giden her kimse
Bir gün ona erişir.

Senden geriye kalır bahşettiklerin
Güneşli bir sabah açılmış kolların arasında.
Senden geriye kalır yitirdiklerin
Uyanışlardan daha çok beklediğin.
Senin acısını çektiklerin
Başkalarında dirilir.
Hayattan göçüp giden her kimse
Bir gün ona erişir.

Senden geriye kalır süzülen bir gözyaşı,
Yüreğinin gözlerinde büyüyen bir tebessüm.
Senden geriye kalır ektiklerin
Saadet dilenenlerle üleştiğin.
Senin ektiklerin
Başkalarında filizlenir.
Hayattan göçüp giden her kimse
Bir gün ona erişir.

Simone Weil
Çeviren: Ali Hasar

 
 

Etiketler:

Prolog

Odama geldi ve şöyle dedi: “Hiçbir şeyden anlamayan, hiçbir şey bilmeyen zavallı. Gel benimle; sana aklının ucundan bile geçirmediğin şeyleri öğreteceğim.” Peşinden gittim.

Beni bir kiliseye götürdü. Yeni ve çirkin bir kiliseydi. Sunağın karşısına geçirdi beni ve “Diz çök” dedi. “Vaftiz edilmedim” dedim. “Bu yerin karşısında sevgiyle diz çök, hakikatin bulunduğu yerin karşısında diz çöker gibi” dedi. İtaat ettim.

Dışarıya çıkardı beni ve bir çatı katına götürdü, açık olan penceresinden tüm şehir, birtakım ahşap yapı iskeleleri ve teknelerin mal indirdiği nehir görünüyordu. Beni oturttu.

Yalnızdık. Konuştu. Ara sıra içeriye başka biri giriyor, sohbete katılıyor, sonra ayrılıp gidiyordu.

Kış değildi artık. Bahar da değildi henüz. Güneş ışığıyla dolu soğuk havada ağaçların dalları çıplak ve tomurcuksuzdu.

Işık çoğaldı, paril paril parladı, sonra soldu, pencereden ay ve yıldızlar ışıldadı. Sonra gene gün doğdu.

Ara sıra durdu o, dolaptan bir ekmek çıkardı ve
paylaştık. O ekmekte hakikaten ekmek tadı vardı. Bir daha asla bulamadım aynı tadi.

Kendine ve bana şarap koydu, güneş tadında, şehrin üzerine kurulu olduğu toprak tadında bir şarap.

Ara sıra odanın ahşap zeminine uzandık ve uykunun hazzı sardı bedenimi. Sonra uyandım, güneş ışığını yudumladım.

Bana bir şeyler öğreteceğini vaat etmişti, ama hiçbir şey öğretmedi. Konudan konuya atlayarak bir sürü şey konuştuk, tıpkı eski arkadaşlar gibi.

Bir gün, “Git artık” dedi. Dizlerimin üzerine çöktüm, bacaklarına sarıldım, beni kovmaması için yalvardım. Ama merdivenlere doğru itti beni. Kendimi bilmez bir halde indim merdivenlerden, yüreğim paramparçaydı. Sokaklarda dolaştım. Çok geçmeden fark ettim ki o evin nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu.

Asla bulmaya çalışmadım orayı. Belli ki o, yanlışlıkla gelmişti bana. Benim yerim o çatı katında değildir. Başka bir yerdedir, bir hapishane hücresinde, süs eşyaları ve pelüşle kaplı bir burjuva salonunda, bir istasyonun bekleme odasında. Başka bir yerde, ama o çatı katında değil.

Bazen kaygı ve pişmanlık içinde, onun bana
söylediği bazı şeyleri tekrarlamaktan kendimi alamıyorum. Doğru hatırladığıma nasıl emin olabilirim? O yanımda değil ki bana söylesin.

Pekâlâ biliyorum onun beni sevmediğini. Nasıl sevebilir ki beni? Gene de en derinimde bir şey, benliğimin bir parçası, korkudan titreyerek, belki de her şeye rağmen onun beni sevdiğini düşünmekten kendini alamıyor.

Simone Weil
Çeviren: Aytek Sever

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Nisan 2023 in Şiir Gibi

 

Etiketler:

Simone Weil’in portresi

Simone Weil’in 100. doğum günü için


Simone Weil, Hannah Arendt veya Simone de Beauvoir’dan çok daha az tanınır. Bildiğim kadarıyla, çalışmaları yıl dönümü münasebetiyle yeniden basılmadı. O oldukça heyecan verici bir düşünür ama aynı zamanda anlaşılması çok daha zor, çok daha tartışmalı. Onunla Beauvoir arasında ve aynı zamanda Arendt ile arasında büyük fikir ayrılıkları var – ve ikisini de zaten sevdiğimiz için, bu tartışmaları incelemek ve ayrıca gerçekte nerede durduğumuzu sormak ilginç olacak. Ve Weil’in düşüncesi, özellikle dindar kadınlar için heyecan verici çünkü o, siyasi bağlılıktan dolayı manevi meselelerle uğraştı.

Simone Weil hakkında, her ikisi de uzun süre yaşamış ve yaşlı kadınlar olarak hayatlarının yorumlanmasına kendileri katkıda bulunan Beauvoir ve Arendt hakkında olduğu kadar biyografik bilgi yoktur. Beauvoir dört kalın ciltlik anı bile yazdı.

Simone Weil ise çok genç öldü, sadece 34 yaşında ve kendisine ait hiçbir hatıra bırakmadı. Ayrıca daha sonra, onu kilit bir tanık, tabiri caizse bir tür aziz yapan ve kendini savunamayacağına inandığım bir tür aziz yapan bir Katolik geleneği tarafından biraz ele geçirildi. Kiliseyle olan ilişkisine geri döneceğim, en azından onun hakkında Almanca olarak var olan birkaç biyografinin çoğunun taraflı ve kötü olduğunu buldum.

Neyse ki, sadece geçen yıl Almanca olarak yayınlanan ve esas olarak güvendiğim çok iyi bir biyografi var. Simone Weil’in okul günlerinden beri arkadaşı olan ve aynı zamanda bir filozof olan Simone Pétrement tarafından yazılmıştır ve biyografisini Simone’un annesi Selma Weil’in isteği üzerine yazmıştır. Biyografi ancak Selma Weil öldükten sonra bitmiş olsa da, yazar onu Simone hakkında anlattıklarına ve 1950’lerde röportaj yaptığı birçok arkadaşının anılarına dayandırdı. Biyografi de çok gerçekçi, ayrıntılı ve titiz.

Simone Weil, 3 Şubat 1909’da Paris’te doğdu. Selma Reinherz ve Bernard Weil’in kızıdır. Her iki ebeveyn de Yahudi kökenlidir, ancak yalnızca baba tarafından büyükanne ve büyükbabalar dini uygularken, babanın kendisi uygulamamıştır. Eğitimli, özgür düşünen bir burjuvazi ailesidir. Bernard Weil bir doktor, Selma Weil de tıpla ilgileniyor ve muayenehanede çalışıyor. Ebeveynlerinin evliliği çok mutluydu ve ebeveynleri hayatı boyunca Simone ile ilişki kuran en önemli kişilerdi. Sık sık ona eşlik eder ve tatilleri birlikte geçirirlerdi.

Küçük yaşlardan itibaren matematik dehası olan ve daha sonra matematik profesörü olan André adında kendisinden üç yaş büyük bir erkek kardeşi vardır. Oldukça bilim odaklı bir aile ve muhtemelen Simone’un bilim ve teknolojiye olan ilgisinin kaynağı da bu.

Çocuklar olarak, André ve Simone tam bir özgürlüğe sahipti, ilgilerini çeken şeyleri yapmalarına her zaman izin verildi. Örneğin, Simone dikiş dikmeyi sevmiyordu ve ailesi onun dikiş derslerinden muaf olmasını sağladı.

Felsefe okudu ve öğretmen oldu, 1931’de 22 yaşında ilk işine başladı.

Simone Weil, annesi her zaman ona baktığı için eksantrik ve radikal bir eğilim geliştirebildi. Örneğin, Simone yemek konusunda çok seçiciydi, sadece kesinlikle taze şeyler yedi ve meyve biraz bozulur bozulmaz yenmez olarak gördü. Aynı zamanda, yemek yememesine neden olan ayrıcalıklardan da yararlanmak istemiyordu. Örneğin, annesi daha sonra Simone’un oda arkadaşlarını gizlice iyi malzemeler almaya ikna etti. Ya da kızının hiçbir şey almayacağını bildiği için Simone’un dolabına yeni giysiler sokardı. Ya da yemeğini getirdi ve ısıtıldığından emin oldu. Bu şekilde, Simone’un sonuçlarından çok fazla acı çekmeden bu tür şeyleri dert etmemesi elbette mümkündü.

Ailesi ona “trol” diyor çünkü o çok beceriksiz ve pratik şeyleri umursamıyor. Öğrencileri, onlara iyi öğrettiği için ondan hoşlanıyor ama aynı zamanda onları korumaya çalışıyorlar. Ayrıca okulda çok özensiz giyinerek güceniyor ama ailesi onu her zaman koruyor.

Birçoğu onun “kadınsı olmayan” görünümünden bahsediyor. Bir arkadaşı, her zaman dağınık bir görünüme sahip olduğunu ve kafelerde tütün çiğneyerek dolaştığını, ancak “on dakika sonra onu artık görmüyorsunuz. İnsan ancak içinde adalet ateşinin parladığı ruhunu görür.« (23) (Jacquier 2006, s. 23)

Giyimindeki dikkatsizliğin, tipik kadın rollerini reddetmesiyle bir ilgisi var gibiydi. Arkadaşı, gençken operaya gitmek istediklerini ve Simone’un (bir gece elbisesi kadar pahalı olan) gece elbisesi yerine dikilmiş bir smokini yaptırmak için ısrar ettiğini hatırlıyor.

Daha sonra hep aynı kıyafetleri, koyu renk elbiseleri, örgü kazakları, rahat ayakkabıları giydi, hep aynı saç stilini korudu. Dünyadaki büyük sorunlara kıyasla nasıl göründüğünü umursamıyor gibiydi.

Onu ilgilendiren şey, gücü kullananlar ile ona maruz kalanlar arasındaki ve ayrıca “sayanlar” ile “sayılmayanlar” arasındaki ilişkidir. Her şey hakkında kendi fikri. Masasından çalışan Sartre’ın aksine, her zaman seyahat eden ve ilham almak için şehre giden Simone de Beauvoir’a bazı yönlerden benziyordu. Ancak Beauvoir kendini büyük ölçüde gözlemlemekle sınırladı, Simone Weil ise tamamen yer almakla ilgiliydi. “Hayatın gerçeği duyum değil, aktivitedir.”

Bu nedenle, hayatın gerçekliğini çok çeşitli insanlarla, özellikle de “hiçbir değeri olmayan” insanlarla paylaşmak için elinden gelen her şeyi yaptı, ki bu elbette her zaman sorunsuz değildi. Birkaç yıl sonra bu nedenle fabrikada da çalışacaktı ama aynı zamanda erkek kılığına girerek geneleve girmeye çalıştı, madenci olarak işe alınmaya çalıştı (elbette işe yaramadı), bir savaş gemisini ziyaret etti. Denizciler ve askerler yaşadığı için, temelde üçüncü sınıfta seyahat ettiler. Bir çiftçinin sabanı çalıştırdığını görürse, onun da yapmasına izin vermesi için ikna ederdi, çiftçiler genellikle saban devrileceği veya başka bir şey olacağı için bunu sevmezdi. Her durumda, Simone Weil “diğer” insanların hayatlarını paylaşmak için her fırsatı kullandı.

Cinsiyet, ten rengi, sınıf gibi farklılıkların rol oynamadığı diğer insanlarla temasa geçtiğinde en büyük sevincini yaşar.

Tek sorun, birçok şeyde oldukça beceriksiz olmasıydı. Tabiri caizse “iki sol eli” vardı ve elle yazmak bile onun için zordu. Fiziksel olarak güçlü değildi ama tüm bunları irade gücüyle telafi etmeye çalıştı.

Bu hikaye bunu açıklığa kavuşturabilir. 1932’de kayak tatilindeydi ve diğerleri çoktan kafede otururken, Simone bütün öğleden sonra kayak pistine tekrar tekrar tırmanırken görülebiliyordu. En dik olduğu yerde, düz ve diğerleri gibi değil, açılı ve keskin virajlarda tırmandı. Her adımda üst kayağı alttaki kayağa dik olarak yerleştirdi, bu zorlu bir süreçti. Zirveye çıkar çıkmaz aşağı kaymaya çalıştı ve her seferinde düştü. Hemen kalktı ve yeniden başladı. Onu gözleriyle takip eden Madam A., “Ne vasiyet! Ne vasiyet! (Pétrement 2007, s. 204)

Bu tür bir radikalizmi siyasi eylemlerde de sergiledi ve bu da başkalarına korku aşıladı. Öğrencileri korku ve hayranlık arasında gidip geliyordu, bir öğrenciyken bile dilekçeler için imza topladığında ve hiçbir mazeret göstermediğinde ondan korkulurdu.

Simone de Beauvoir, çalışmaları sırasında onunla tanıştı ve anılarında onun hakkında şöyle yazıyor: “Zeka konusundaki büyük itibarı ve tuhaf görünümü nedeniyle ilgimi çekti; … Çin’i büyük bir kıtlık sarmıştı ve bana bunun haberini alınca hıçkıra hıçkıra ağladığı söylendi: Bu gözyaşları beni ona felsefe yeteneğinden daha çok saygı duymaya zorladı. Onun tüm dünya için atabilen kalbine gıpta ettim. Bir gün onunla tanışmayı başardım. O zamanlar nasıl konuşmaya başladığımızı bilmiyorum; iğneleyici bir tonda bugün dünyada tek bir şeyin önemli olduğunu ilan etti: herkesi besleyecek bir devrim. Sorunun insanları mutlu etmek değil, varoluşlarında anlam bulmak olduğunu söyleyerek karşı çıktı. Bana sabit bir şekilde baktı: ‘Görüyorum ki hiç açlık çekmemiş gibisin’ dedi. Bu bizim ilişkimizin sonuydu. Beni ‘manevi hırslı küçük burjuva’ kategorisine koyduğunu fark ettim.” (İyi bir aileden gelen bir kızın anıları, s. 229) (Pétrement 2007, s. 82f)

Öğretmen olduğu süre boyunca işçi hareketine katılmaya çalışır. Konuşlandırıldığı şehirlerdeki işsizlerin grev ve eylemlerine katılmakta, anarşist tartışma gruplarına katılmaktadır. Bunun için geçici olarak hapse atılır, işsizlik gösterilerinde ön sıralarda yürüyen bu garip öğretmen hakkında gazeteler geniş yer verir. Tabii ki, bir öğretmen olarak itibarına da zarar verir. Her zaman teorik çalışmayı pratikle birleştirir, yani insanları besler, giydirir, onları ayıran sınıf engellerini aşmak için her şeyi dener. Sosyalist yazı ve yayı larından çok işçilerle kafeye gitme davranışıyla güceniyor… Ama ailesi onu destekliyor.

Komünistlere değil anarşistlere katılıyor çünkü güçlü bir anti-otoriterlik ve proleter bir ortam geliştirirken çok farklı ve bağımsız bir işçi sınıfı kültürünü koruyan akım o. Bununla birlikte, kendisini işçi hareketine “itiraf etmek” istediği için toplum içinde komünist gazeteleri de okuyor.

Başka yerlerdeki talihsizliklerle de aynı derecede ilgileniyordu. Başlıca sorunlarından biri sömürgecilikti, diğer halkları ezen bir ülkenin vatandaşı olmaktan çok acı çekti. O zaman bile, Fransa’nın hegemonik politikasının yol açtığı İslami milliyetçiliğe karşı uyarıda bulundu. Zaten çok fazla ulus olduğunu düşündüğü için kolonilerin ulusal bağımsızlığından yana değildi, kültürel bağımsızlığından yanaydı. Fransa’nın diğer halklara kültürel hegemonyasını dayatmasından, okullarda Batı tarihini öğretmesinden, insanlardan ana dilleri yerine Fransızca konuşmalarını istemesinden nefret ediyordu. Onların görüşüne göre, bu kültürel emperyalizm insanların köklerinden sökülmesine, Faşist tehdidi çok geç ele alan Beauvoir ve Sartre’ın aksine, Nasyonal Sosyalizmin yükselişi de Simone Weil için 1933’ten çok önce önemli bir konuydu. Bu esas olarak işçi hareketiyle olan bağlarından kaynaklanmaktadır, çünkü Marksizme karşı mücadele başlangıçta Nazilerin ana kaygısıydı, Hitler’in ana kaygısı uluslararası işçi hareketine karşı savaşmak için “ulusal” bir sosyalist alternatif inşa etmekti ve çoğu burjuvazi bu noktada onunla tamamen aynı fikirdeydi.

Simone Weil, 1932 yaz tatilini Almanya’ya seyahat etmek için kullanıyor, esasen Berlin’de ve işçi hareketinin gelecek vaat eden Nazilere ne ölçüde karşı koyabileceğiyle ilgileniyor. O zamanlar ana eylem noktaları komünistlere karşı sokak savaşlarıydı.

O zaman bile, üretim koşullarının doğasının, işçilerin kendilerini politik olarak ifade edememelerinin bir nedeni olduğu tezini geliştirdi. Tezi, el becerilerini kaybetmiş ve artık makinenin bir uzantısı haline gelen işçilerin, kendi kültürleriyle Nazilere karşı çıkmak için ihtiyaç duydukları entelektüel özgürlük ve bağımsızlığa sahip olmadığıdır.

Alman sendikalarını kazanılmış hakların korunması için örgütler haline geldikleri için ve komünist partiyi de kültürel olarak değil devlet siyaseti açısından, yani “kapitalist” ülkelere karşı Rusya’ya bağlılık anlamında düşündükleri için eleştiriyor. .

Simone Weil ise Almanya ve Rusya’daki devlet sistemleri arasındaki büyük benzerlikleri çoktan görmüştü. Ağustos 1933’te saygın bir makalesinde, Marx’ın inandığı gibi kapitalist baskının nihai baskı biçimi olmadığını, ancak şu anda yeni bir dönemin, yani işlevler, örgütlenme adına baskının yerini aldığını yazıyor, bürokrasi – ve bu konuda Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya benzer. Bireysel işçi, daha yüksek ulusal davaya boyun eğmelidir. Simone Weil de Rusya’daki koşulları kendi gözleriyle öğrenmek istedi ancak kendisine giriş izni verilmedi.

Bu nedenle, zamanının solcularının çoğunun Nasyonal Sosyalizmin öncelikle bir Alman sorunu olduğu görüşünü paylaşmıyor. Alman karşıtı propagandaya karşı çıkıyor çünkü Hitler’in modern sanayi devletinin bu ilkesini yalnızca en radikal biçimde somutlaştırdığına, bürokrasi biçiminde hüküm sürdüğüne ve Rusya’da da var olan bireyi boyun eğdirdiğine ve bazılarına boyun eğdirdiğine inanıyor. Bir ölçüde, Fransa’da da vs. göstermektedir.

Aynı zamanda, işçi hareketinde ağır bir şekilde eleştirildiği büyük karamsarlığı ortaya çıktı. Rusya ile ittifak ümidi olmadığı için Hitler’in iktidara yükselişinin önleneceğine inanmıyor. O zamanlar soldaki pek çok kişi Fransa ve Rusya’nın Almanya’ya karşı birleşebileceğini umuyordu ki bu Simone Weil için bir çözüm değil çünkü birincisi savaşın en korkunç şey olduğunu düşünüyor ve ikincisi Rusya’dan hiç umudu yok. Daha sonra Stalin de Hitler ile bir anlaşma yapacaktır.

Emek hareketinin olanaklarına ilişkin karamsarlığı, aktif siyasetten geri çekilmesine neden oldu. Simone Petrement’e şöyle yazıyor: “Teorik araştırma dışında her türlü siyasetten tamamen çekilmeye karar verdim. Ancak benim için bu, kendiliğinden büyük bir kitle hareketine (bir asker olarak saflarda) nihai katılımı dışlamaz, ancak ne kadar küçük olursa olsun, dolaylı bile olsa herhangi bir sorumluluk istemiyorum, çünkü dökülecek her kanın boşa akacağına ve o kişinin daha önceden mağlup olacağına eminim.”

Şimdi özellikle Almanya’dan gelen sosyalistlere, özellikle de komünist veya sosyalist Enternasyonal’e ait çizgiye sadık olmayan ve bu nedenle örgütlü partiler tarafından desteklenmeyen sosyalistler için somut kaçış yardımı ile ilgileniyor. Ayrıca “IV. Uluslararası” Simone ve onun arasında hararetli tartışmalar vardı, çünkü Simone, kendisinin Stalin’in hatalarından gerçekten uzaklaşmadığını düşünüyor.

Tezlerine göre asıl kötülük, komünistlerin inandığı gibi, üretim araçlarının özel mülkiyeti değil, fabrikalarda işlerin yapılma biçimidir; devlet bürokrasisi altındaki birey. Bunu daha yakından araştırmak istedi ve Aralık 1934’ten 1935 yazına kadar – büyük kesintilerle de olsa – fabrikada çalışmak için ders vermekten izin aldı. Kesintiler, sık sık hasta olmasından, özellikle hayatının geri kalanında kurtulamayacağı baş ağrısı ataklarından muzdarip olmasından kaynaklanmaktadır.

Bir fabrika işçisi olarak yaşadıklarının günlüğünü tutuyor, makinelerde çalışmanın etkilerini yazıyor, tabiri caizse bu “ruhun öldürülmesini” kendi içinde gözlemliyor. İşçilerin sadece şikayet ettiklerini ancak karşılık vermediklerini gözlemliyor. Sosyal konular tartışılmaz, düşünülmez ve yorgunluktan bu da mümkün değildir. Ancak, örneğin küçük bir kalifiye işçi grubu belirli bir alanda bağımsız olarak çalışırsa, her şeyin farklı olabileceğini de gözlemliyor.

Bu kendi kendine deney, karamsarlığını daha da pekiştiriyor. Artık ne bir devrim olasılığına ne de bir reform olasılığına inanıyor. Çalışma koşullarının insanların boyun eğdirmesine neden olduğunu gözlemledi ve bunun nasıl olumlu bir değişime yol açabileceği hakkında hiçbir fikri yok.

1936 baharında Avrupa solu için bir kez daha umut doğdu. Şubat 1936’da İspanya’da popüler bir sol cephe seçimleri kazandı, ancak Temmuz’da Franco yönetimindeki generaller hükümete karşı bir darbe başlattı ve iç savaş çıktı. O zamanlar Fransa’da da solcu bir hükümet vardı ve Fransa’nın İspanya’nın askeri yardımına gelip gelmeyeceği sorusu ortaya çıktı. Çoğu solcu bunun yanındaydı ama Simone kesinlikle buna karşıydı, çünkü onun savaşı en kötü şeydi ve bunun nedeni, milyonlarca gencin kendi iradeleri dışında kurban edilmesidir. Ancak hemen İspanya’ya gitmeye karar verir. Çok katkıda bulunabileceğini düşündüğü için değil, orada olmamaya dayanamadığı için. İronik bir şekilde arkadaşına şöyle yazar:

8 Ağustos 1936’da İspanya’ya girdi ve uluslararası tugaylara katıldı. Bununla birlikte, yine de her zaman ön planda olmakta ısrar eden oldukça beceriksiz dövüşçüden pek memnun değiller. Görevi de uzun sürmez çünkü 19 Ağustos’ta bir kaza geçirir. Yanlışlıkla bir tencerede kaynayan yağa girer ve ayağını çok kötü bir şekilde yakar. Onu İspanya’ya kadar takip eden ailesinin onu beklediği Barselona’ya geri götürülmesi gerekiyor. Kaza onun hayatını kurtarır, çünkü birkaç gün sonra, kendisinden başka birçok kadının da dahil olduğu grubu, herkesin öldürüldüğü bir kavgaya karışır.

İspanya’daki deneyimi onu daha da hayal kırıklığına uğrattı. Mücadeledeki anarşistler arasında bile vahşetin nasıl yayıldığını, insanların bugün yine kaç rahip ya da faşist öldürdüğüyle övündüğünü gözlemledi. Bu, ideallerin doğruluğu değil, somut eylem için daha büyük önem taşıyan hayatın gerçek gerçekliği olduğu fikrini pekiştiriyor. İyi bir amaç için savaşanlar arasında nasıl bir insanlık dışı atmosferin yayıldığını gözlemliyor ve her şeyden önce, örneğin işgal altındaki Köylerde “sayanlar” ve “saymayanlar” ayrımının sürdürüldüğünü gözlemliyor.

Yine de Fransa’ya döndükten sonra bile dayanışma içinde kalıyor, İspanyol anarşist birliğinin takım elbiseleriyle dolaşıyor ve gösterilere katılıyor.

Simone şimdi dine ve özellikle de Katolik Hristiyanlığa çok ilgi duyuyor, çünkü o, tabiri caizse, ezilenlere karşı merhametin en saf ifadesini Mesih’in çektiği acıda görüyor. İtalya’daki manastırları dolaşıyor, ayinlere katılıyor, İsa’nın hayaletlerini görüyor. Kural olarak, Weil’in hayatındaki bir kırılma burada teşhis edilir: önce o bir anarşist ve devrimciydi, sonra bir Hıristiyan ve mistik oldu. Bu kırılmayı görmüyorum çünkü bu gelişme bana oldukça mantıklı geliyor.

Simone Weil’i din konusunda ilgilendiren şey, telafisi imkansız görünen bir talihsizlik karşısında bir yaşam biçiminin mümkün olmasıdır. Tanrı’yla ilgileniyor çünkü artık hiçbir umut vermeyen siyasi durum analizini bitirdiğinizde, deyim yerindeyse, geriye kalan tek umut bu. İnsanların iyiyi kendi başlarına bulup keşfedeceklerine dair bir umut yoksa (ve bu onunla Simone Beauvoir arasındaki en büyük farktır, ama aynı zamanda sizinle Arendt arasındaki en büyük farktır), o zaman yalnızca iyi olacağına dair bir umut vardır, gerçek, insanın ötesinde, dünyevi dünya var.

Ancak Simone Weil, bu gerçeği yalnızca Hıristiyan dininin bildiğine inanmaz, bunu Platon’dan eski Mısır halk mitlerine, özellikle Katharlar arasında, Budizm’de, Taoizm’de ve ayrıca Hıristiyanlıkta olası tüm felsefi düşünce okullarında keşfeder. Mektuplarında tabiri caizse Tanrı, Mesih ve Krişna kelimelerini eşanlamlı olarak kullanıyor. Bu felsefi-ruhsal geleneklerin her birinin, dünyadaki uzun kasvetli dönemlerde bile kendi yolunda hakikate, Tanrı’ya bir bakış sağladığına inanıyor.

Ama oradaki faşizmi tanımak için İtalya’ya da gidiyor, insanları bu konuda neyin ilgilendirdiğini ve büyülediğini bilmek istiyor. Sol görüşlü dergilerde siyasi fikirleri ve seyahat gözlemleri hakkında birçok makale yazıyor ve zeki, orijinal ve alışılmadık bir düşünür olarak belli bir ün kazandı. Defterlerine sadece Hıristiyanlığa geçişini ve manevi yansımalarını yazar. Çevresindekiler, anne babası bile ilk başta bu değişimi fark etmez.

Simone Weil uzun süredir pasifist olmaya devam ediyor, uzun süredir Hitler Almanyası ile müzakerelerden yana. 1939’un başlarına kadar yenilgiyi kabul etti ve Hitler’in savaş dışında durdurulamayacağını kabul etti.

Onu en çok endişelendiren şey, Fransa’nın Hitler’e gerçekten karşı koymak için gerekli olduğuna inandığı ahlaki saflığı bulamamasıdır, çünkü Fransa’nın da sömürgelere karşı insanlık dışı bir politikası vardır. Ona göre bir savaş, ancak kesinlikle saf ve adil güdülerle yürütülürse ve kendisi de emperyalist bir imparatorluk olan Fransa’yı bu rolde görmezse haklı çıkarılabilir.

Önümüzdeki birkaç yıl boyunca sürdüreceği bir proje geliştirerek bu ikilemi çözmeye çalışıyor. Aslında, o insanlık dışı atmosfere bir karşı nokta yaratmak için cephe hattı hemşirelerini eğitmeyi ve onları savaş alanlarına göndermeyi öneriyor. Şöyle yazıyor: “Mücadelenin merkezinde, katliamın zirvesinde birkaç insanlık makamının basit varlığı, bu katliama karşı çarpıcı bir meydan okuma olacaktır … bu silahsız kadınların cesareti o kadar da değil” Öldürmek için ısıtıldı’.” standartlaştırılmış SS gençliğininkinden bile daha büyüktü. Bu “kadın birliğinin” varlığı, “bizim açımızdan manevi kaynaklara ve kararlılığa erişimimizi yeni ve beklenmedik şekillerde temsil edecek.”

Projenin desteği yok. Şu andan itibaren Simone Weil, keskin ve zeki olarak görülmesinin, ancak önerilerinin genellikle pratik ve stratejik olarak uygulanabilir olmamasının acısını çekecek. Onunla teorik, felsefi düzeyde hemfikirsiniz, tabiri caizse, ancak daha sonra pragmatik düşünceler nedeniyle farklı davranıyorsunuz. Bunu dayanılmaz buluyor ve teorik olarak doğru olduğunu düşündüğü şeyi tutarlı bir şekilde yapmaya daha fazla ihtiyaç duyuyor.

Örneğin, herhangi bir menfaat almayı reddediyor. Artık karneyle yemek veriliyor ve ziyarete geldiğinde bile hak ettiğinden fazlasını yemiyor. Ayrıca yiyecek almak için herhangi bir sıra görmeyi de reddediyor. Ancak, tamamen tutarlı değil: Çok sigara içiyor ve sigara almak için sıraya giriyor ve onları hediye olarak kabul ediyor.

Haziran 1940’ta, ilerleyen Nazilerden güney Fransa’ya kaçtı. 1941’de Marsilya’da Katoliklik hakkında sorguladığı Peder Jean-Marie Perrin ile tanıştı. Vaftiz edilmek ister, ancak düşüncesinin Kilise’nin dogmalarıyla bağdaşmadığını ve onu vaftiz edecek bir rahibin deyim yerindeyse günah işlemiş olacağını düşündüğü için buna karşı karar verir. İkinci bölümde buna geri döneceğim.

Neredeyse iki yılını Fransa’nın güneyinde tabiri caizse ruhani çalışmalarla geçiriyor, ama aynı zamanda birkaç ay çiftlik işçisi olarak da çalışıyor ki bu çok hoşuna gidiyor.

Mayıs 1942’de ailesiyle birlikte New York’a doğru yola çıktı ve Kazablanka’da bir mola verdikten sonra Temmuz ayında oraya geldi. Kardeşi André, karısı ve küçük kızıyla zaten orada yaşıyordu, o artık tanınmış bir matematikçiydi.

Ancak Kasım ayında Simone Weil, Avrupa’da olup bitenlerden uzakta olmaya dayanamadığı için İngiltere’ye gitmek üzere New York’tan ayrıldı. İngiltere’de de Gaulle çevresinde sürgündeki Fransız hükümetine katıldı ve onlar için siyasi metinler yazdı. Tekrar tekrar Fransa’ya bir göreve gönderilmeyi ister, ancak çok beceriksiz olduğu düşünülür. Kadınlar da dahil olmak üzere başkalarının gönderilmesinden muzdarip. Aynı zamanda hemşire projesini uygulamaya çalışıyor, ancak bunun pratik olmadığı düşünülüyor.

Bu zorunlu hareketsizlikten çok acı çekiyor. Bunu çok yazarak telafi ediyor, özellikle de bu aylarda Londra’da yazılan aslında tek tutarlı kitap olan The Roots adlı kitabı.

1943 baharında verem hastalığına yakalandı ve hastaneye kaldırıldı, 24 Ağustos’ta öldü. Ölümünün koşulları biraz gizemli çünkü aslında tam olarak neden öldüğü bilinmiyor. Her halükarda doktoru, neredeyse tamamen iyileşen tüberkülozdan ölmediğini söylüyor. Sonunda yetersiz beslenme sonucu öldü. Belki gerçekten anoreksikti, belki de çok kötü bulduğu hareketsizlikten kaynaklanan depresyonla birleşmişti. Görünüşe göre İngiliz yemekleriyle de anlaşamıyordu (örneğin patates püresini yalnızca Fransız usulü olduklarında seviyordu; yemek konusunda hâlâ “seçiciydi”). Ayrıca süte tahammülsüzlüğü de olabilirdi ki bu artık zordu çünkü neredeyse hiç et yoktu. Ayrıca fazladan sosisleri de reddetti. Muhtemelen her şeyin bir karışımıydı.

Muhtemelen biyografisi üzerinde bu kadar uzun süre durmamızdan hoşlanmazdı, Simone Weil hemen onun metinleri ve fikirleriyle başlamamızı isterdi. Simone Weil’i ilgilendiren tek soru olan “Söyledikleri doğru mu, değil mi?” (Pétrement 2007, s 9) yerine, insanların kendisi, hayatı ve büyük zekası hakkında konuşmaları onu her zaman sinirlendiriyordu.

Simone Weil’in düşüncesinin ana özelliği, onun – diğer düşünürlerden bile daha fazla – fikirler tarihinin geleneksel kategorilerine dik açılarda durmasıdır. Bu her zaman büyük bir tahrişe neden olmuştur ve onun bir sosyal devrimciden bir Hıristiyan’a, hatta kesinlikle Katolik bir mistik olan sözde “değişimi”, tabiri caizse, yalnızca en görünür kırılmaydı, çünkü bu iki tutum genel düşüncede uyumsuz kabul edildi. Feminist-teolojik gelenek nedeniyle bugün artık geçerli değiller, çünkü artık mistisizm ve direnişin birbirine ait olduğu fikrine aşinayız, sadece Dorothee Sölle’yi düşünün.

Ama onların zamanında ve hatta 1950’lerde ve 1960’larda bu, her iki tarafça da bir “kopuş” olarak algılanıyordu – Katolik erkekler “dönmelerini” alkışlarken, sosyalist erkekler “ihanete” kızmıştı. Muhtemelen kendisi de bundan korkuyordu ve bu nedenle maneviyatı hakkında neredeyse hiç yazmadı, onu daha sonra tanıyan birçok insan bile onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu, bu ancak ölümünden sonra ve defterlerinin yayınlanmasıyla “ortaya çıktı”, yani konuştu.

Her halükarda, Simone Weil’in hayatının farklı evrelerini birbiriyle karşılaştırmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. O, kadın fikirlerinin erkek fikirleri tarihindeki siyasi akımlara ne kadar sıklıkla dik açıda durduğunun bir başka örneğidir.

Ama senin düşüncen o kadar karmaşık ki, böyle bir olayda onu tüm derinliğiyle sunmam imkansız. Bazılarınız ilgilenirse, bu yıl içinde başka bir okuma kursu veya atölye çalışması düzenlemeyi düşünüyorum. Burada özellikle ilginç bulduğum ve bize aşina olan konulara yaklaşımlarının ne kadar farklı ve ne kadar zorlayıcı olduğunu gösteren birkaç noktayı seçmek istiyorum.

Var olmanın mutsuzluğu ve gerekliliği.
Simone Weil için en önemli konu, insan sefaleti ile nasıl başa çıkılacağıydı ve sefaletin ana nedeni, insanlığın “önemli olanlar” ve “hiçbir önemi olmayanlar” olarak ikiye ayrılmasıydı.

Burada önemli bir nokta, felsefenin her zaman “bağlamsal” bir şey olduğu, bugün söyleyeceğimiz gibi, dünyadaki bu mutsuzluk sorununu çözebilecek hiçbir genel sistemin olamayacağı, ancak yalnızca şu anda somut bir yanıt olabileceği görüşüdür. Düşünce ve eylemin birleşimi olmalıdır.

“Alain” adıyla tanınan ve herhangi bir kapalı felsefi sistemin rakibi olan felsefe öğretmeni Emile-August Chartier’den etkilendi. Ondan, felsefi gerçeklerin yalnızca belirli bir bağlamda ortaya çıktığı, bunların her zaman ayrılmaz bir şekilde kişinin kendi eylemleriyle bağlantılı olduğu, tabiri caizse, onları kimin düşündüğünden bağımsız hiçbir fikrin olmadığı görüşünü aldı.

Bu nedenle, örneğin varoluşçuluk da dahil olmak üzere birçok filozofun, kişinin bastırılmış bir durumdan düşünme yoluyla kurtulmasının mümkün olduğu görüşünü paylaşmadı. Düşüncenin yaşamı etkilemesi anlamında düşünce ile yaşam arasında bir çelişki olduğuna inanmıyordu. Daha ziyade, tabiri caizse düşünme alanında da “doğa kanunları” olduğu ve kişinin yerçekimi kanununu takip ettiği ve bu düşünme yerçekiminin bizi nereye çektiğini otomatik olarak düşündüğü kanısındaydı. (burada ağabeyi ile yaptığı konuşmalar aracılığıyla matematiksel mantıktan büyük ölçüde etkilenmiştir).

Özellikle, örneğin, devrimlerin baskı özellikle kötü olduğunda değil, ezilenlerin bir noktada özgürlüğü tattığı zaman gerçekleştiğine inanıyordu. Bu, ona göre, özgürlüğü dilemek ve onun için mücadele etmek için özgürlüğü bilmek zorundasın demektir – böylece tabiri caizse bu yönde bir çekiş yaratılır.

Kişinin bir kültüre, bir manzaraya, bir dile, bir insan topluluğuna “kök salması” gerektiğine ve bu tür bir aşinalık ve güvenin kısıtlamalara meydan okuyan bir yaşamın temeli olduğuna inanıyordu. Bu yüzden sömürgeciliğin bu kadar büyük bir eleştirmeniydi, çünkü yabancı bir kültürün bu şekilde dayatılması bir halkı “kökünden söküyor” ve bu sadece düpedüz haksızlık değil, özgürlük ve dayanışma olasılığını da öldürüyor. Özgürlük ve dayanışma, köleleştirilmiş koşullardan değil, her zaman topluluk pratiğinin bir niş veya grup içinde kurulduğu yerde ortaya çıkar. Sadece düşünemezsin, tabiri caizse, pratik yapmalısın, ancak o zaman güvenilir olur.

Bu nedenle işçi hareketinde eylem çerçevesini burjuva aydınlarının belirlemesine karşıydı ve bir durumu aşmak için çözümlerin bundan nasıl büyüyeceğiyle çok ilgileniyordu. Bu arka plana bakıldığında, çalışma kavramının Simone Weil için ve her şeyden önce insanların çalışma şekli için neden bu kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Örneğin, sendikaların çalışma sürecinin organizasyonundan çok ücret düzeyleriyle ilgilenmesinin yanlış olduğunu düşündü. Ona göre, makinelerin kimin sahibi olup olmadığı önemli değildi, onu ilgilendiren, makinelerin kendi kaderini tayin etmeye izin verip vermediği veya insanları bir dişliye indirip düşürmediğiydi.

Bu inançtan, talihsizliğin içinde yer almanın onlar için ne kadar önemli olduğu da artık anlaşılmaktadır. Çünkü talihsizliğin nasıl bir his olduğunu kendisi bilmeseydi düşünemezdi, çünkü uzaktan gördüğün her şey deyim yerindeyse sadece teori olurdu. 1940’ta Marsilya’dayken bunu kendisi şöyle tarif etmişti: ”Hayal gücüm hâlâ benim için işkence gibi çalışıyor. Benim de payım olmayan çeşitli talihsizlik ya da tehlike biçimlerinin düşüncesi, beni tüm ruh özgürlüğümden çalan bir korku, acıma, utanç ve vicdan azabı karışımıyla dolduruyor; gerçeklik algısı beni tüm bunlardan kurtarıyor. Örneğin, Paris’in bombalanmasının neden olduğu ölümler, sadece orada olduğum için beni duygusal olarak etkilemedi.”

Daha sonra, New York’ta Avrupa’daki savaştan ve zulümden kaçtığı için onu tebrik eden insanlarla tanıştığında, bunu kötü buldu. Gerçekten Avrupa’ya geri dönmek istiyordu. Aşırı derecede, Mesih’in çarmıhtaki ölümüne imrendi ve bunun bir günah olduğunu kendisi gördü. Ama kendisinin yaşamadığı bir kazayı düşündüğünde ya da yazdığında “hayal gücünün” kendisiyle birlikte kaçacağını kendi içinde gözlemledi.

Bu onun özgürlük tanımına uyuyor. Şöyle yazdı: “Gerçek özgürlük, arzu ve tatmin arasındaki ilişkiyle değil, düşünce ve eylem arasındaki ilişkiyle tanımlanır. Eylemleri, arzulanan amaca ilişkin önceden bir bilgiye ve amaca ulaşmak için uygun araçların bağlantısına dayanan kişi tamamen özgür olacaktır. Yaşam koşullarımı anlamak için düşünmedim, özgür değilim, maddi olarak iyi olsam ve sağlıklı olsam vs. bu nedenle ücretsiz değil.”

İşte tam da bu yüzden, bireyin sadece bir dişli olduğu bürokratik devletlere karşıydı. Onların görüşüne göre ideal sosyal organizasyon, herkesin her zaman kendi kurallarını koyduğu ve asla hiçbir şeye basitçe “bağlanmadığı” ademi merkeziyetçidir. Büyük tarihsel rakipleri, bir bürokratik devletler modeli olarak Roma İmparatorluğu idi.

Simone Weil için düşünmek, bir durum ile o durumda gerekli olan şey ve kişinin kendi eylemleri arasında bağlantı kurmak anlamına gelir. Ve başardığında özgürsün. Ancak bunun öznenin kendi kontrolünde olmadığını hissetti çünkü bir baskı atmosferinin veya ortamının bunu nasıl imkansız kıldığını gözlemledi. Çıkış yolu, kendi gücüne güvenmek değil, daha sonra Tanrı olarak adlandıracağı bu “gerçeğin” kaynağına nüfuz etmek için zayıflığı bir manivela olarak kullanmaktı.

Simone Weil için bu hakikat kaynağı her zaman oradaydı ve dünya tarihinin farklı zamanlarında yeniden keşfedildi ve tekrar tekrar tanımlandı. Bu nedenle ebediyen geçerli ilkeler veya felsefi sistemler yoktur. Onlara göre düşünmek, daha önce hiç düşünülmemiş yeni bir şey icat etmekle ilgili değil, aynı eski gerçeği kişinin kendi durumu veya bağlamı için yeniden formüle etmesiyle ilgilidir. Ancak bunu yapmak için kişinin dünyadaki durumdan bağımsız düşünmesi gerekmez, bu gerçeğin her durumda kendisini uygun şekilde nasıl ifade edebileceğini hissetmek için bu duruma tüm bedeniyle girmesi gerekir.

Simone Weil ve antisemitizm:
“Tanrı”nın ya da uhrevi “gerçeğin” onların düşüncelerinde oynadığı bu önemli rol, inanıyorum ki, Yahudi geleneğine yönelik eleştirilerinin de nedenidir. İsrail, Romalılarla birlikte insanlık tarihi için en ölümcül olduğunu düşündüğü insanlardı.

Bu, defalarca tahrişe neden oldu ve Simone Weil’in bir Yahudi aleyhtarı olduğundan şüphelenildi. Kendisini asla bir Yahudi olarak görmemesi çok uygun. Birkaç kez İbranilerin değil Fenikelilerin soyundan gelmek istediğini yazdı – Romalıların geleneksel muhalifleri olan Kathargo’ya sempati duyuyordu. 1938’de, Hitler’in anti-Semitizminin zaten iyi bilindiği bir zamanda bir arkadaşına şöyle yazmıştı: “Fenike kökenli olduğuma inanarak, ırksal olarak bilinçli olurdum ve kesinlikle o ırkın üstünlüğünü iddia ederdim. İnsanlığa miras bırakmak için Yehova’dan daha iyi bir şey düşünemeyen insanların soyundan olmakla suçlanabileceğim duygusuyla felç olmak yerine.”

1938’de bilinçli olarak Eski Ahit’i okumuştu. Biyografi yazarı şöyle yazıyor: “Birkaç kez içinde bulduğu şey yüzünden kızdı.” … Özellikle onları isyan ettiren iki pasajı hatırlıyorum: Tanrı’nın Saul’dan lütfunu geri çekmesinin nedeni ve peygamber Elişa hakkında bir hikaye. İncil’e göre Tanrı Saul’u, Tanrı’nın Amaleklilerin her erkeğini yok etme emrine tam olarak uymadığı için reddetti. Simone, İncil’de katliamlarla ilgili açıklamalar bulduğuna şaşırmadı. Bir noktada düşmanlarını yok etmiş olmakla övünmeyen bir halk olmadığını biliyordu. … Yok etme emrinin İncil’de Tanrı’nın bir emri olarak sunulmasına ve ne bu hikayenin yazarının ne de Hıristiyanlar da dahil olmak üzere okuyucuların çoğunun, Tanrı’nın böyle bir emir verebileceği varsayımına direndiler. Ve İlya hakkında İncil, onunla alay eden ve ona kel diyen çocukları lanetlediğini ve bu lanetin bir sonucu olarak ormandan iki ayının çıkıp bu çocuklardan 42’sini parçaladığını söylüyor.

Bir bakıma, Simone Weil için “gerçeğin deposu” olarak Tanrı’nın, Tanrı hakkındaki bu tür haberlere tahammül edemeyecek veya onları tarihsel olarak sınıflandıramayacak kadar önemli olduğu söylenebilir. Tanrı, yani insan olarak tek şansımız olan o ölümsüz hakikat, bu şekilde anlatılmamalıdır.

Aynı zamanda içinde milliyetçilik algıladığı için Siyonizme karşıydı. Şöyle yazdı: “Neden yeni bir milliyet yaratalım? 19. yüzyılda ortaya çıkan ve abartılı milliyetçilikle hareketlenen genç milletlerin varlığından zaten muzdaribiz. … bu nedenle 50 yıl sonra Ortadoğu ve dünya için tehdit oluşturabilecek bir ulusu bugün doğurmamak gerekir. Filistin’de eski bir Yahudi geleneğinin varlığı, Kudüs’ten başka bir yerde bir Yahudi vatanı kurmak için bir nedendir.”

1940 yılında Fransa’da Yahudilerin artık okullarda öğretmenlik yapmasına izin verilmeyen bir kararname çıkarıldığında ve kendisi artık iş bulamayınca bakanlığa şu mektubu yazdı: “Yahudi kelimesinin tanımı, …. Bununla birlikte, metin (yani, Yahudi Tüzüğü) ‘üç Yahudi ebeveyne sahip olan herkes Yahudi olarak kabul edilir’ diyor, ancak bu açıklama, zorluğu yalnızca iki nesil geriye itiyor. Asla bir sinagoga girmedim ve asla bir Yahudi ayinine katılmadım. Büyükannem ve büyükbabamla ilgili olarak, baba tarafından büyükbabamın sinagoga gittiğini hatırlıyorum; Annemin ve babasının özgür düşünen insanlar olduğunu biliyorum. Büyükanne ve büyükbabanın dini söz konusu olduğunda, görünüşe göre benim sadece iki Yahudi büyükannem ve büyükbabam var. bu da beni Statü hükümlerinin dışında bırakacaktır. Bu kelime bir ırkı ifade ediyor mu? O zaman, 2000 yıl önce Filistin’de yaşayan insanlarla babam veya annem aracılığıyla herhangi bir bağlantım olduğuna inanmak için hiçbir nedenim yok. Titus’un bu halkı nasıl yok ettiği de Josephus’tan öğrenilirse, onların çok sayıda torun bıraktıklarına inanmak zordur. … Ayrıca, ırkın kalıtsal olduğu anlaşılır, ancak dinin kalıtsal olması pek mantıklı değildir. Herhangi bir dine inanmayan ve hiç uygulamamış olan ben, kesinlikle Yahudi dininden hiçbir şey miras almadım. …Hıristiyan, Fransız, Yunan geleneği benim, İbranice bana yabancı; hiçbir yasa bunu değiştiremez. Bununla birlikte, eğer yasa, anlamını bilmediğim ‘Yahudi’ terimini şahsım için geçerli bir sıfat olarak görmemi gerektiriyorsa, ona herhangi bir yasa gibi boyun eğmeye hazırım. Ama o zaman resmi olarak bilgilendirilmek isterim çünkü benim bu meseleyi çözebilecek hiçbir kriterim yok.” (Pétrement 2007, s. 532f)

Yahudi nüfusuna yönelik zulme, “Yahudi olarak saldırıya uğrarsanız, kendinizi de Yahudi olarak savunmanız gerekir” diyen Hannah Arendt’ten tamamen farklı tepkiler verdiğini görüyoruz. Simone Weil kendini Yahudi olarak tanımlamayı reddetti, tüm sistemi saçma buldu.

Anti-Semitizm konusunu hiç ele almamasının bir başka nedeni de kendisinin bir Yahudi olması ve dolayısıyla bir kurban olmasıydı. Ve kendisinin paylaştığı talihsizliği, kendisinin paylaşmadığı talihsizlikten her zaman daha az kötü hissetti.

Simone Weil ve Feminizm:
Belki de bu yüzden feminist değildi. Burada da kendisini etkileyen bir adaletsizlik sorunuyla ilgilenmiyordu, çünkü artık onu etkilediği için artık onun için bir sorun değildi.

Hiçbir zaman kendisi için, hatta “kadınlar” için bile ilerlemek için mücadele etmek istemedi, konuya aşina olmadığı için değil. Aslında, orta sınıf ortamında Hannah Arendt’in “radarında” feminizm sorunu yoktu. Kesinlikle Simone Weil’in kaldığı işçi sınıfı ortamı. Örneğin, öğretmenlik yaptığı süre boyunca başkalarıyla birlikte işçiler için eğitim kursları düzenledi.

Feminizm tarihi üzerine bir ders verip vermeyeceği soruldu ve feminist olmadığı gerekçesiyle başka bir konuşmacıya verdi.

“Feminist” olmayı kadın hakları için mücadele etmek olarak anladı ve bu onu ilgilendirmiyordu çünkü kendisi de bir kadındı. Öte yandan, özellikle işçi sınıfının zor yaşam koşulları altında kadınların ve çocukların acı çekmek zorunda kaldığı gerçeğine çok dikkat etti ve bunu defalarca vurguladı.

Ama Yahudi olmakla olduğu kadar kadın olmakla da çelişkili olduğunu söyleyebilirsiniz, belki de “orada olmayı” onun için son derece zorlaştırdığı için daha da fazla. Bir kadın olarak madenci olamaz mesela. Oradaki kadınların yaşam koşullarını öğrenmek için erkek kılığında bir geneleve gittiğinde, erkek kılığına girdiği fark edilince dışarı atıldı. Bir kadın olarak, erkek işçilerle iletişim kurmak, bir erkek olarak olabileceğinden daha zordu, çünkü her zaman bir cinsel unsur vardı ve kıskanç eşlerin bu genç kadından şikayet ettiğine dair bazı raporlar var. Meyhaneye her zaman işçilerin yanında olmak için heyecanla gitti. Kadın olmayı, tabiri caizse, sık sık erkek kimliğine bürünme noktasında bir engel olarak görüyordu.

Elbette, tüm bunlarda kadınlık rollerine yönelik bir eleştiri de görülebilir, ancak Simone Weil bunu asla çözmedi. Bilindiği kadarıyla hiçbir zaman erkeklerle (ve muhtemelen kadınlarla da) cinsel ilişkiye girmemiştir. Çocukken parkta cinsel tacize uğramış olabilir, kardeşi öldükten sonra biyografi yazarına böyle bir şey ima etti ama tam olarak aydınlatılamıyor. Her halükarda, özellikle işçilerle “dostlaşma” girişiminde, her zaman aseksüel bir varlık gibi görünmek için çaba sarf etti.

Hıristiyanlık:
Söylenenlerin ışığında, Simone Weil’in fikirlerinin uygun bir ifadesini, çarmıha gerilmiş ve aşağılanmış bir kişiyi Kurtarıcı olarak ilan eden bir din olan Hıristiyanlıkta bulmasını çok şaşırtıcı bulmuyorum.

Ayrıca bir Tanrı kavramına da ihtiyacı vardı: Tanrı iyidir ve Tanrı başka dünyalıdır. İyi, yalnızca dünya tarafından garanti edilemez, yalnızca dünya zorunluluk tarafından yönetilir. Kişi bu zorunluluğa boyun eğmeli ve aynı zamanda iyilik için çaba göstermelidir ki bu, kesme kuvveti yasaları nedeniyle Tanrı’nın yardımı olmadan yapılamaz:

“Tanrı, kendisini düşünen ruhu ilgi ve sevgiyle ödüllendirir ve onu zorla ödüllendirir. … kişi bu dürtüye teslim olmalı, tam olarak onun götürdüğü noktaya koşmalı ve onun ötesine, hatta iyiye doğru bile tek bir adım atmamalıdır.« O zaman kişinin kendi iradesi tekrar devreye gireceği için değil.

Dolayısıyla Tanrı hiçbir zaman doğrudan dünyaya müdahale etmez, ancak O’na ilgilerini ve sevgilerini veren insanlar aracılığıyla dünyada var olabilir. Ve bunun için Tanrı aşağı ve güçsüz olmalıdır, çünkü eğer Tanrı yüce ve kudretli olsaydı, o zaman kişi onu saf bir bağlılıkla sevemezdi, çünkü kişinin kendi çıkarları her zaman onunla karışırdı.

Bu “ruhu” manastırlara ve kiliselere yaptığı ziyaretler sırasında ve ardından Marsilya’da, özellikle fakirler için ve özellikle Almanya’dan gelen Yahudi mülteciler için çok şey yapan kör bir rahip olan Peder Perrin ile yaptığı konuşmalarda bulmuştu. Ayrıca birkaç kez cezaevinde. Felsefesinin Katolik Kilisesi’ninkiyle örtüşüp örtüşmediğini öğrenmek amacıyla Marsilya’da onunla sık sık Katolik inancı hakkında konuştu.

Peder Perrin onun iyi bir Hıristiyan olduğunu düşündü ve vaftiz edilmesini isterdi ve kendisi de Kilise’ye ait olmayı ve ayinleri alabilmeyi diledi, ancak bunun mümkün olmadığını hissetti.

Bir yandan sosyal bir kurum olarak kiliseyi rahatsız etti. Kilise bir kurum olduğu için, örneğin Haçlı Seferleri veya Engizisyon’da olduğu gibi, Tanrı’nın iradesinden uzaklaşmıştır. Bu açıdan kilise bir ortamı temsil ediyor ve Simone Weil herhangi bir ortama ait olmak istemiyordu – vaftiz edilerek inançsızlardan uzaklaşmaktan deyim yerindeyse korkuyordu. Şöyle yazdı: “Kiliseye giremeyen, Kilise’ye, o evrensel kabul evine kabul edilemeyen her şeyin yanındayım, çünkü bu iki küçük kelime (anathema sit = Sapkınlıklar olarak adlandırılanların kullandığı formül) Katolik Kilisesi ve onları Kilise’den kovdu). Akıl sağlığım onların arasında sayıldığı için onlarla daha çok kalıyorum. … rasyonel içgörüye özgü işlev, tam bir özgürlük gerektirir. …Kilise’nin mevcut konumunun etkili olabilmesi ve toplumsal yaşama gerçekten nüfuz edebilmesi için, değiştiklerini veya değişmeye niyetlendiklerini açıkça belirtmeleri gerekir.”

Veya: ‘Hıristiyan inancının gizemlerini, bana bu gizemler için tek uygun görünen itiraf tarzıyla tamamen itiraf ediyorum; bu itiraf aşktır, iddia değil. Kesinlikle Mesih’e aitim. En azından, ben böyle düşünmeye meyilliyim. Ancak, çaresi olmadığından ve bu gizemlerin kendileriyle ilgili olmadığından değil, Kilise’nin yüzyıllar boyunca onları kapatmayı gerekli gördüğü daha kesin yorumlarla ve özellikle de aforoz kelimelerinin kullanılması bu bağlamda oturmaktadır.”

Simone Weil, ilahi sözün İsa’dan önce reankarnasyonlarının olduğu görüşündeydi ve bunun kilisede genellikle sapkın olarak kabul edildiğini biliyordu. Ayrıca, herkesin iyiyi ve kötüyü ayırt edebileceği ve bu konuda sadece kilisenin yargılayamayacağı – özellikle de geçmişte kilise de yanlış yargıda bulunduğu için – görüşteydi.

Bu nedenle, kendi düşüncesinde özgür olmak için, vaftiz olmayı reddetmesi gerekiyordu, çünkü onu vaftiz edecek herhangi bir rahip, Kilise onun bu konudaki fikrini değiştirdiğini açıkça beyan etmeseydi, tabiri caizse, küfür etmiş olacaktı.

Simone Weil, artık düşünemediği bir zamanda vaftizi kabul edebileceğini açık tuttu, çünkü o zaman bu artık bir engel olmayacaktı. Bazıları bunun hayatının son birkaç haftasında gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyor, ama bu gerçekten önemli değil.


Simon Weil’den altı çizili satırlar:

Şeytan, kamusal hayatın başına getirilmiş olsaydı, daha kurnazca uygulamalar tasarlayamazdı.
*
Gerçekte yaşamamaktansa ölmeyi tercih ederim.
*
İnsanların en büyük hatası, öğrenmek yerine akıl yürütmektir.
*
Değeri olan her şey, bir buluşmanın ürünüdür, o buluşma boyunca sürer ve buluşmuş şeyler ayrıldığında sonra erer.
*
Kişi anlamıyorsa, bunun nedeni bağlı olduğu zincirlerdir.
*
Mutsuz insana sevgiyle yaklaşmak, onu vaftiz etmek gibi bir şeydir.
*
Ölüm insana verilmiş en değerli şeydir.
*
Korkunç olan şudur ki, ruh sevmeyi bıraktığında cehennemin eşi olan bir şeyin içine düşecektir.
*
Kimseye hesap verebilirliği olmayan, egemen bir hükümdar tarafından yönetilen her toplum, hasta bir kişinin ellerindedir.
*
Uzun süreden beri kimse yalnız, sade ve süssüz bir hayatla tatmin olmuyor, her an bir başka şeye arzu duyuyor. “Şeyler” için yaşamak istiyoruz.
*
Kölelik efendiye hoş gözükür.
*
Bazen bahtsız birini hali hazırdaki bahtsızlığından kurtarmak kolaydır, ama geçmiş bahtsızlığından özgürleştirmek güçtür. Bunu yalnızca tanrı yapabilir.
*
Kendine yönelik şefkat, gerçek alçakgönüllülüktür.
*
Bir kişiyi dinlemek kendini onun yerine koymaktır. Kendini ruhu bedbahtlık tarafından malul edilmiş, yahut edilme tehlikesine mündemiç birinin yerine koymak ise kendi ruhunu mahvetmek demektir. Bu yaşamaktan mesut bir çocuğun intiharı düşünmesinden dahi zordur.
*
Yani bedbahtlar, esasında dinlenmezler. Onların hali dili kesilmiş ve fakat kendilerine uğrayan bu zilletide unutmuş kimselerin halinde gibidirler. Dudakları hareket etsede kimse onlara kulak vermez. Onlar da işitilmediklerini bildiklerinden , dili kullanma konusunda hızlıca bir takatsizliğe düşerler.
*
Hiçbir sevginin seni hapsetmesine izin verme. Yalnızlığını koru. Olur da sana gerçek bir sevginin sunulduğu bir gün gelirse, içsel yalnızlığın ile dostluğun arasında bir karşıtlık olmayacaktır; aksine, sen onu tam da yanılgıya mahal vermeyen bu işaretten tanıyacaksın.
*
Aynı sözler söyleniş biçimine göre sıradan ya da olağanüstü olabilir. Söylenme biçimi, istenç işe karışmaksızın, insanın içinde bu sözlerin geldiği yerin derinliğine bağlıdır. Şaşırtıcı bir uyumla bu sözler, onları işitenin içinde de aynı derinliğe işler. Böylece duyan kişi sezgi gücü varsa, sözlerin taşıdığı değeri anlayacaktır.
*
İnsana sıcak bir sessizlik gerekirken, ona verilen buz gibi bir kargaşadır.
*
Aklıyla övünen insan, hücresinin genişliğiyle gururlanan bir mahkuma benzer.
*
Birine ayırdığınız dikkat, cömertliğin en nadir ve saf formudur.

Simone Weil

 

Etiketler: