RSS

Etiket arşivi: Ali Şeriati

Ben Aşka İnanmıyorum

Vurgulamak istediğim nokta şu ki ben aşka inanmıyorum. Ne söyleyeceğimi ve neden söyleyeceğimi biliyorsunuz. Bir genç kadını ve erkeği birbirine çeken akım çok güçlüdür. Bireyin bir şeye ya da kişiye duyduğu tüm eski bağlarını ansızın koparıverir ve kişi için yalnız tek bir bağ kalır. Tıpkı tüm dallarını budayarak tek bir dal bırakan bir bahçıvan gibi. Bu tek dalı hayatın tüm öz suyunu ve kökünü içinde barındırsın diye bırakmıştır. Âşık da sadece aşk duygusu baki kalsın, baştan ayağa tüm varlığını sarsın, tüm bedenini felç etsin, insanı insan yapan maddi manevî tüm sebepleri kendinde eritsin, yok etsin diye diğer tüm duygularını öldürür, erteler ya da gölgede bırakır. Bu aşk değil, sarmaşıktır. Onu insanın kendisi seçmemiştir. O insanı seçmiştir. Bu doğanın arzu ettiği bir durumdur. Yaşın ve mizacın getirdiği bir şeydir. Doğa iki ayrı insanı bir araya getirmek için bir tuzak kurar. Doğa tuzak kurar derken bunun kötü bir şey olduğunu söylemek istemiyorum, asla. Bu, doğanın işidir. Allah’ın arzusudur. Nefes almak, içmek, yemek, çalışmak, uyumak, yeşermek, genç olmak, olgunlaşmak, yaşlanmak gibi bir şeydir. Konusu olduğumuz yaşamın parçalarından bir parça gibi. Parçası olduğumuz ruhtan ve bedenden neşet etmiş bir sıfat ve haldir bu.
Aşk, kızamık gibi her gencin hayatında bir kez tecrübe etmesi gereken bir şeydir. Herkesin söz ettiği aşk bizden, kendimizden çok hüviyetimizle ilgilidir. Öyleyse buna aşk demeyelim, kanın kaynaması, içgüdülerin harekete geçmesi, fıtratın bir isteği diyelim. Bu kadar! Yani aşk diye bir şey yok.
Evet, aşk diye bir şey yok. İnanın, buna inanmak istemeyenler yokluk inkarına düştüler. Aşk diye bir şey yok. İnsanın yaşamında karşılaşacağı ya da bulabileceği aşk adında bir şey yok. Aşk ancak icat edilebilir. Mahir ve becerikli iki elin işbirliği ve ortak serüveniyle “yaratılabilir”. Aşk diye bir şey yok. Aşk ancak vücut bulabilir. Evlilikle sonuçlanan aşk, huzur bulan, yatışan bir kaynamadır. Aşk ile sonuçlanan evlilik ise sonsuz ve gerçek aşktır. İnsanın “kendi” ürünüdür. Hangi evlilik? Birbiriyle düğümlenen iki tanıdık el, bildik bir söz ve ahit. Şaşırtıcı bir mucizeyi beraber yaratmanın ismidir aşk.
Aşk, evliliğe hazır iki cinsin üzerine ansızın çöken bir istilacı değildir… Aşk, derin, latif, zarif, karışık ve kaygan bir derstir. Aşk ciddi bir çabanın sonucunda yaratılan bir dünyadır. Birbirini tanıyan, akıllı, birbirine ve aşka inanan iki ruhun oyunudur. Her şeyi kapsar. Sonra yaratılır. Bu bir evliliğin en güzel çocuğudur. Bu kelâmda bir kitap vardır. Beyaz bir kitap ve öğretmensiz iki talebe. Her biri diğerinin şakirdi. Her biri diğerinin öğrencisi. Her biri diğerine “sevgi çekirdeği” eken bir bahçıvan. Okşayan eller altında, muhabbet mehtabının gölgesinde, anlayış güneşinde, nereden estiğini, ne haberler getirdiğini bilemediğimiz isimsiz ve nişansız gaybî nesim rūzgârlarının esintisinde çiçek açar, güneş sunar, dal budak sarar, tomurcuğa durur ve meyveler verir.
Her eş, aslında bir hiç olan spermini eşinin rahmine boşaltır ve eş hamile kalır, aşka gebe kalır. Sonra yavrularını kucaklarına alırlar. Tüm ömürlerini parça parça ederler. Onu yedirir içirirler. Tüm varlıklarını lime lime ederler ve onun dudaklarına sunarlar. Çocuk her gün bir gün öncesinden daha çok gelişsin, her gece bir önceki geceden daha fazla doysun ve her geçen gün anne babasını kendi varlığında eritsin diye tüm ruhlarını damla damla edip onun boğazına akıtırlar. Çocuk, her ikisini bitip tükenene kadar, her ikisi kendi varlığında eriyene kadar, iki hiç olana kadar, tek vücut olup “ben” ve “sen”, “o” olana kadar saat saat yutulacak bir lokma ekmek, yudumlanacak bir damla şarap yapar, onları birbirine karıştırır, yer, içer, yutar. Artık her ikisi de onda yaşar, onun ciğerleriyle nefes alır, onun gözüyle görür, onun boğazıyla ağlar, güler, onun dudaklarıyla konuşur, onun ayaklarıyla yürür, onun kalbiyle çarpar, onun damarlarıyla akar, onun nabzıyla atar, “onda” yaşar, sadece o olurlar. O ve onun dışında hiçbir şey!… İşte bunun adı aşktır. Aşk işte böyle doğar, böyle yaratılır. İşte şimdi diyebiliriz ki aşk vardır ve işte şimdi ona inanabiliriz.
Evet, dostlarım, aşk diye bir şey yok. Aşkı inşa etmek gerekir. Aşk bulunabilecek bir şey değildir. Aşk bir sanattır. Onu öğrenmek ve yaratmak gerekir. Aşk, iki usta elin okşamalarıyla ortaya çıkan bir melodidir. Aşk iki yabancı arasında ortaya çıkan ve bu iki yabancıyı birbirine çeken bir olgu değildir. Aşk birbirine aşina iki şairin, tek bir ağızdan söylediği gazeldir.
Ben bir arkadaş olarak nevruz gününüz olan bugünden itibaren sizleri bu gaybî eli tutmaya, birbirine bağlanmış iki aşina elle görünmeyen latif sazları çalmaya ve aşkı okşamaya davet ediyorum.
Mahir elleriyle bu güzel ve yürek parçalayıcı ahengin nağmelerini gün be gün yayan dostlarımı duymayı ümit ediyorum.
Tahran, gece yarısı
25.4.1350/16.7.1971
Ali Şeriati
Mektuplar / Fecr Yayınlarıali-seriati-ask-uzerine
 

Etiketler:

Mekke’de benim için ev bırakmadılar!

Ordu hareket ettikten sonra Muhammed, bir grup muhacir ile birlikte Mekke’nin arka taraflarında bulunan bir tepeye çıktı. Karışıklıklarla, çalkantılarla dolu yedi yıl gurbetlikten sonra önlerinde duran Mekke’nin manzarasına baktılar. Muhammed bulunduğu tepenin üzerinden etrafa göz gezdirirken bir hatırası da ona doğru hızla yaklaşıyordu : Yalnızlık ve suskunlukla uzun geceler geçirdiği Hıra dağından derin bakışlarını ayırmıyordu. Kendisine ilk defa vahiy indiği gecenin hatırası beyninde birden bire canlanıvermişti. Çöle baktığında kendi çobanlık ve tüccarlığını hatırlıyordu.
Şehre baktığında ise gördükleri baskı ve işkenceler geliyordu aklına.

Şefkatli Hatice’nin evi ve Allah’ın büyük evi görünüyordu. Şehrin her sokağından acı tatlı hatıralar ayaklanmış ona doğru geliyorlardı. Muhammed’in arzu ve hasret dolu gözleri çevredeki dağların arasında dolaşıyordu. Mekke’nin evlerinin bulunduğu vadiye bakarken, etrafa sırlar saçan bir suskunlukla hatıralarına dalmıştı. Ansızın yanaklarına dökülen iri gözyaşları bu suskunluğu bozdu ve Muhammed secdeye vardı.

Peygamber’in istirahat etmesi için Hatice ve Ebu Talibin mezarlarının yanında özel bir yer hazırlamışlardı. Sordular:

— Acaba dinlenmek için kendi evinize mi gideceksiniz?

— Hayır, Mekke’de benim için ev bırakmadılar!

Ebuzer-i Gıfarî
Ali Şeriati / Tebliğ Yay. 1987
Çeviri: Salih Okurpeygamber-efendimizin-evinin-eski-hali

 
 

Etiketler:

Ebuzer’in Öfkesi

Ebuzer’in, utanması, büyüklüğü ve iyiliği Meryem’in oğlu İsa gibidir.
«Muhammed.» (ASM.)

Ebuzer, ailesi ile birlikte, dayısının yanına gitmek için Gıfar’dan ayrıldı. Yolda, etrafına dikkatle baktığında gördüğü her varlık, ona büyük yaratıcıyı anlatıyor; böylece O’na olan inancı daha da artıyordu. Ansızın Mekke’nin dış duvarları göründü, içinden bir his ona sıkıntı ve güçlüklerin sona ereceğini fısıldıyordu. Develeri haylayarak daha hızlı gitmeye başladılar ki; sıkıntı, güçlük ve karanlık günler bir an önce yerini rahat ve huzura bıraksın…

Ebuzer, Üneys ve annesi, dayılarının yanına ulaşınca; rahatlık ve huzura gark oldular. Günler sakinleşmiş; hayat onlara gülümsemeye başlamıştı. Dayısı, bu misafirlerini güler yüzle karşıladı, Onlara çeşitli ikramlarda bulunuyor ve sohbet ediyordu. Bir süre böyle rahat bir hayat sürdüler. Fakat, bu sırada dayısının kabilesi, onların arasındaki muhabbet ve dostluktan rahatsız olmuştu. Çünkü, bu dostluk, dayılarının kabilesini ihmal etmesine sebep oluyordu. Onları kıskanmaya başladılar. Çünkü kendileri artık gözden düşmüştü. Bu kıskançlıkları, daha sonra nefret ve şiddete dönüştü. Sonunda, toplanarak bir plan yaptılar ve bu planı gerçekleştirebilmek için; içlerinden birini görevlendirdiler. Bu adam, Üneys ve Ebuzer’in dayısının evine geldi. Bir köşede sessizce oturdu. Etrafındakileri şüpheye düşürebilmek için de başını önüne eğerek kederle sallamaya başladı.

Ebuzer’in dayısı sordu:

— Hayrola, neyin var?!..

Büyük bir üzüntüyle:

— Size önemli bir konuyu bildirmek için geldim. Eğer biz seni sevip saymasaydık; bu haberi sana vermeyi düşünmeyecek ve sana gelmeyecektik. Gözlerine örtülmüş olan kalın perdeleri yırtıp, sen yokken neler olduğunu anlatmak istedik. İyiliğe kötülükle, güzelliğe çirkinlikle karşılık verildiğini görüyor ve bundan büyük üzüntü duyuyoruz!

Ebuzer’in dayısı, bu işin içinde bir iş olduğunu anlamıştı; bunların uzun bir hikâyeleri olduğunu da hissediyordu. Yüreğini bir sıkıntı kaplamıştı. Sordu:

— Daha açık konuş, mesele nedir?
— Üneys!..
— Ne yapmış?
— Sen evden ayrıldığın zaman, o karınla birlikte oluyor!
— Hayır, yalandır, iftira etme!
— Biz de yalan ve iftira olmasını çok isterdik, ama ne yazık ki gerçek olan bu!..
— Elinizde delil var mı?
— İstersen herkesten sor, bütün kabilenin haberi var, herkes gördü ve biliyor. Benden başka güvendiğin herkesten sorup, duyabilirsin!..
— Hayır, yeter!

Utanç ve üzüntüyle başını önüne eğdi, içinde ince bir sızı duyuyordu. Kızgın bir yılan gibi evinden dışarıya süzüldü. Kendisini ne kadar sakinleştirmek istediyse de başaramadı. Gece – gündüz derin bir üzüntüye dalmıştı. Artık Ebuzer ile Üneys’e sert davranmaya başlamıştı. Birlikte oturdukları zaman, üzerlerini korkunç bir sessizlik kaplıyordu.

Ebuzer, bir gün dayısının yüzündeki bu tuhaflığı hissetti, içinden herşeyi anladı. Dayısına sordu:

— Bu halinin sebebi nedir? Seni kaç gündür üzüntülü görüyorum. Az konuşuyor ve çok düşünüyorsun. Sanki bizden nefret ediyorsun. Bir şey mi var?

— Bir şey yok.
— Yo, hayır, belli ki bir şey var. Neyin var? Söyle, belki üzüntüne ortak olur, belki de azaltırım!
— Kabilem, bana çok kötü bir konuyu anlattı.
— Ne söylediler?
— Bana anlatılana göre Üneys çok kötü bir iş yapmış.
— Ne zannediyorlar?
— Ne zaman evi terk edersem, Üneys benim ailemle düşüp kalkıyormuş!

Ebuzer’in yüzü öfke doluydu, kızgınlığından iki gözüne kor basılmış gibiydi. Gözleri kan içindeydi sanki. Cevap verdi:
— Ne kadar iyilik yaparsan da kötüye çekiliyor. Bundan sonra bir araya gelmeyeceğiz…

Ebuzer-i Gıfarî
Ali Şeriati
Çeviri: Salih Okurebuzerin-ofkesi.png

 
 

Etiketler:

Sizi Rahatsız Etmeye Geldim

“İhsan:

Anladığım kadarı ile sona doğru gidiyorum. Kendimde ihtiyarlık ve zayıflığı daha çok hissediyorum. Bu durumum beni kafesten çıkmaya zorluyor. Buna girişince de kanatlarım kırılıyor vücudum kan ve yara içinde kalıyor, nefesim kesilerek düşüyorum. Duvarlar daralıp, tavanlar alçalıp pencereler sıkıştırdıkça, kaygan bir çukura düşmüş bir karınca gibi oluyorum. Dertler çok ağırlaşmış, benim harikulade gücüm tahammül edemez olmuş, dert tanelerini toplamak için sabrım kalmamış ve yine iç dünyamın dışında her şey, bir takım hederler, siyahlıklar, kirlilikler, kötülükler, facialar, musibetler, düşüşler, harabeler, sel, deprem, kıtlık, kölelik, yabancılık, kendinden kopmalık, vesvese…”

“Her neyse şimdilik, yazmak, söylemek, çalışma, sorumluluk, araştırma, önderlik, fikir, ilim, ıslah ve irşad benim için söz konusu değildir. Böyle olunca da yaşamak benim için olanaksızdır. Şimdilik benim için sorun “olmaktır” ki, onda öyle bir sıkışmışım ki, nefes almak bile zor oluyor bana. Yaşadığım her gün bana büyük bir dert olmuştur ki, sadece onu gidermek için uğraşıyorum.

Kendimden çok söz ettim, bir o kadar da inledim. En çok da bu iki işten nefret ediyorum. Bütün bu inlemeler ve söylemeleri belki de, senin nimetleri daha iyi tanıyarak şükrünü ifa edebilmen ve sorumluluğunu daha iyi anlaman için yaptım. Belki de bunu söylemek istedim ki; dertler ve sözlerin çok çoktu, zaman bunları gidermeme müsaade etmiyor. En azından her canlının hakkı olan bir baba ile oğlun dertleşmesi için dertleşme imkânını bile elimizden aldı. Beraber olduğumuz o kısa günlerde bile ben kendimde değildim. Öyle bir günler idi ki ben sadece yaşamak için çabalıyordum. O da ancak kendimi unutmakla oluyordu. Yani kendim olmamalıydım. Yoksa kendimi tanımam imkânsız olurdu ve ben ölürdüm.”

“Herkes gidiyor, mühendis oluyor, doktor oluyor, hukukçu, fizikçi, kimyacı, olup dönüyor. Eğer bir millet bunlardan yoksunsa para ile alabilir ve getirebilir. Bütün aydınlarımız dışarıya gittiklerinde komünist oluyorlar, sosyalist oluyorlar, liberal, demokrat, materyalist, nasyonalist oluyorlar. Ya da olmuyorlar. Aynen mümin ya kâfir, zahid ya da fasid olarak kalıyorlar. Dönerken de dolu bir bavul, diplomalı bir işle geliyorlar, kendilerine veya ailelerine bir yemek lisansı hediye getiriyorlar. Ama bunların hiç birisi ne yeni bir iştir ne de bir derde dermandır.”

Son olarak “Meterleng” in bakıcısına hitaben oğluna yazdığı şiiri, ben de ölüm döşeğimde sana tekrarlıyorum.

“O geldiği zaman
Bu asa, yük ve çarığı ona ver
Ona de ki
Kırk yıl önce ben
Bu asayı elime aldım
Bu çarıkları giydim
Bu yükü omzuma aldım ve yola düştüm
Kırk yıl yorulmadan susuz ve âşık
Yoluma devam ettim
Şimdi yolu buraya kadar geldim
Ve sen oğlum
Şimdi
Asayı eline al
Çarıkları giy
Yükünü omzuna al
Ve bu yolu
Benim kaldığım yerden
Devam ettir
Ve sen de hayatının sonunda..…”


Ali Şeriati’nin Amerika’da tahsil yapan oğlu İhsan’a yazdığı son mektuptan.

Kaynak: Sizi Rahatsız Etmeye Geldim
Gezgin Yayınlarıali-seriatiden-ogluna-mektuplar

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Şubat 2016 in Mektup, Şiir Gibi

 

Etiketler:

Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.

Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.

Ali Şeriatî’den eşi Puran Şeriatî’yeali-seriati

 
Yorum yapın

Yazan: 15 Şubat 2016 in Şiir Gibi

 

Etiketler: