RSS

Etiket arşivi: Ahmet Hamdi Tanpınar

Sesin

Sesin yıldızlı gecemdir
Baş ucumda geniş, sonsuz
Dalgalanır derinleşir;

Akan deremdir ben susuz
Çatlamış dudaklarımla
Koşarım saf billuruna…

Sonra irkilirim birden
Bittiği an bu rüyanın,
Geçmiş gibi, farketmeden
Öbür yüzüne aynanın…

Çırpınan bir ruhum artık
Bin hasretle delik deşik
Uzak hayret burçlarında
Nevânın, ferahfezânın.

Ahmet Hamdi Tanpınar

 
 

Etiketler:

Göçmen Dâvası

Tunanın evleri, alçacık evler,
İçinde oturur paşalar, beyler,
Örtün perdeleri görmesin iller…

Bir Rumeli türküsünden

Bir kaç aydır, millî bir fâciayı, hatta millî bir felâketi sessiz ve sedasız yaşıyoruz. Yarım milyondan fazla Türk, dedelerinin Osmanlı fethinden çok evvel doğdukları, şenlettikleri topraklardan yabani otlar gibi sökülüyorlar, mal ve mülkleri ellerinden alınarak kapı dışarı ediliyorlar.

Hicret, milletimizin talihinin iki asırdan beri, en acı tarafı oldu. Arkada bırakılan yurda ağlamak, ona ağlaya ağlaya yeni toprağa sarılmak, sapanının açtığı izde doğduğu evi ve babasının gömüldüğü yeri hatırlayarak yaşamak... İşte büyük katliamların dışında asıl serencamımız! Rumeli, kesilerek ve insanı kovularak başka milletlerin vatanı oldu.

Kaç nesil var ki kızlarımız baba evlerinde gelin olmanın sevincini kaybettiler, erkeklerimiz aynı tarlada, aynı pazarda üstüste çalışamaz oldular. Şehirlerimiz çehrelerini, hayatımız birliğini kaybetti. Türkülerimiz ve şivelerimiz birbirine karıştı.

Bu zoraki hicretin nasıl bir meramla hazırlandığını söylemeğe lüzum var mı? Bunu benden evvel ve çok selâhiyetli, resmî ağızlar söylediler. Bulgar hükümetinin bu kararı ile sadece yarım milyon insan, — şimdilik yarısı — yerinden yurdundan edilmiyor, sade nesillerin üstüste çalışmasıyla yığılan bir servet, — en aşağı bir milyar! — çok verimli tarlalar, bağlar, bahçeler ve bütün bir tarihin hakkı elden alınmıyor, ayrıca da, on bir yıldır süren bir seferberlikle harab bütçemiz, üstünden bu ağır yılların bir silindir gibi geçtiği halkımızın refahı da bir kat daha yıkılmak isteniyor. Kasıt sade Rumeli Türklüğüne değil, bütün Türkiye’yedir.

Bu satırları Bulgarlara karşı milletimize kin aşılamak için yazmıyorum. İyi ve faydalı politikanın hislerimizi dışarıda bırakan politika olduğuna inananlardanım. Kaldı ki tarihin kör düğüşünün bir yerde artık durması icab ediyor.

Hayır, ben bir kin alevlemek için yazmıyorum. Yalnız bize karşı çok değişik, çok tehlikeli bir silâhın kullanıldığını tekrarlamak istiyorum. Hudutlarımızdan içeriye bomba bırakmadılar. Yarım milyon kardeşimizi, bağrımıza derhal basmamız lâzım gelenleri bıraktılar.

Bize karşı silâh olarak tarihimizin ve kendimizin bir’ parçasını çevirdiler. Şurası da var ki bu cinsten bir hadiseyi her gün bekleyebilirdik. Hatta buna her cihetle hazırlıklı olmalıydık. Yani böyle bir ihtimali karşılayacak, her tarafı evvelden düşünülmüş, seneden seneye eksikleri tamamlanmış bir; yerleştirme elde bulunmalıydı. Tarihimizin istisnası denebilecek kadar uzun bir sulh devresinden bunu beklemek hakkımızdı. Fakat biz realitenin çıplak iklimine, Balkan ittifakı gibi ütopyaların şampanya sarhoşluğunu tercih ettik. Kendimizi kandırmağa çalıştığımız bir muvazaa sarhoşluğunda etrafımızdaki düşmanlığı unuttuk!

Gazetelerde göçmen havadislerini her okuyuşumda kaç türlü zıd düşüncenin tesiri altında kalıyorumBir taraftan 1911 ile 1923 arasının tecrübesi içimde yeniden canlandığı için tarihimizi daha iyi anlıyorum.

Artık dedelerimizi hataları için tenkid etmekten vazgeçtim. Etraflarındaki bu hiç bir anlaşma kabul etmeyen düşmanlık içinde gösterdikleri cesarete, yaşama kudretlerine hayran oluyorum. Diğer taraftan memleketteki hareketsizlik beni şaşırtıyor. Vâkıa hükümetimiz, bir yığın ferde ait teşebbüs, göçmenler için bir çok şeyler yapıyor. Fakat efkâr-ı umumîyede henüz böyle millî bir hâdisenin uyandırması lâzım gelen büyük humma yok! «Bize ne oldu böyle? Biz hiç böyle değildik!» diyorum.

Yoksa gelenlerin kim olduğunu bilmiyor muyuz? Yahud sadece arkalarında gizlenen düşmanlığı mı görüyoruz?

Hattâ Bulgaristan’ın kendisinin bile, daha kırk yıl evvel, vatanın, hiç olmazsa resmî salnamelerdeki çehresinin bir parçası olduğunu unuttuk mu?

Gelenler, mor sabahlı Balkan memleketlerinden her şeylerini, hatta yarına ait ümidlerini bile bırakıp gelenler ise, tarihimizin belki en öz taraflarından geliyorlar. Onların başları etrafında Türk tarihinin yarısı kanlı bir güneş gibi çalkanıyor.

Şu satırları yazarken ne kadar yer ismi ve insan adı hafızama hücum ediyor. Eski tarihlerimizin hangisini isterseniz, üç beş sahife karıştırın, daima bir Lofça, bir İştib, bir Filibe, bir Rusçuk, bir Vidin, bir Ziştovi, bir Silistre, bir Plevne âyânına, o yerlerden toplanmış levend endamlı, evliya isimli
kahramanlara tesadüf edersiniz.

Büyük bozgunlar, bugünü hazırlayan felâketler başladığı zamanlar bu isimler tarihimizde büsbütün başka bir mânâ alırlar. Her on beş, yirmi yılda bir tekrarlanan insan kudretinin dışında çarpışmaların, talihle imkânsız didişmelerin hikâyelerini okursunuz. O zaman İstanbul’un bizim elimizde hangi gayretlerle kaldığını, bugün hudutlarımıza, yarın belki kaldırımlarımıza yığılacak bu insanların dedelerinin nasıl adım adım bu yurdu müdafaa ettiklerini anlarsınız.

Hayır, onların geldiği topraklarda en ufak bir tepe yoktur ki Türk tarihinde bir kaç defa hususî bir maceranın şerefini kazanmış olmasın! Bütün o serhat kaleleri, palangalar düşüp de düşman orduları, kuyusundan çıkmış ejderhalar gibi anavatana doğru kıvrıldığı zaman, o köyler, o küçük kasabalar, o tepeler imanla karşısına dikilirdi. Şehirler, kazalar, köyler, yıkılır, yanar, sonra tekrar yapılırdı.

Rumeli’nin âyân konakları üstüste yığılan muhacir kafileleriyle dolardı.

Evet, Türk tarihinin hemen her safhasında, bugün göçmen adıyla adlandırdığımız ve talihleri karşısında hâlâ tereddüt ettiğimiz insanların dedelerine rastlarız. En son tarafıyla alıyorum, onlar Alemdar Mustafa Paşa’nın, Rusçuk yârânının, Midhat Paşa’nın, Cevdet Paşa’nın, Ahmed Vefik Paşa’nın ve daha bir çoklarının tarih karşısında hemşerileridir.

Her Türkün hayalinde, kanları içinde yüzen bir şehid vardır.

Bu, Rumeli Türklüğüdür. Bu gelenler işte onların çocuklarıdır.

Bırakalım tarihi! Hakikate dönelim! Şimdi, bugün, bu saatte, misafirhanelerde, çabuktan tedarik edilmiş imkânlar içinde, yarını olmadan yaşayan kardeşlerimiz var. Erkekler ne ise, fakat kadınlar, genç kızlar, çocuklar var. Dün alnının teriyle kazandığı ekmeği kendi sofrasında, yarma ait hayaller içinde yiyen insanlar bugün gözlerimize bakıyor. Hasta başın muhtaç olduğu yumuşak yastık, sıcak oda, gülümseyen yüz, yarının emniyeti, bu erkekler, bu kadınlar, bu çocuklar için yok!

Bunu kâfi derecede düşünüyor muyuz?

Bu mesele çıktığı günden beri Naci’nin mısraı durmadan alevden bir kırbaç gibi omuzumda şaklıyor:


Misafirim vatanın bir harâbezârında

Gelenlerin ve geleceklerin çoğu çiftçi! Öküzle olsun, makine ile olsun, toprakla, sert, sarı, esmer buğday habbeleriyle ne zaman tekrar başbaşa gelecekler? Ne zaman iş onları arkada kalan hayatlarına kavuşturacak? Ev, tarla, ahır, kümes, ev tezgâhı, bütün bunlar ancak bizim yardımımızla kurulabilir.

Yazık ki hâlâ işin büyüklüğünü anlamamışa benziyoruz. Hâlâ gazetelerde küçük kıpırdanışlardan başka bir şey yok. Hâlâ milletimiz bu insanlar için seferber olmuş değildir. Herkese soruyorum: Bize ne oldu?

Günler geçiyor, bu çalışkan, sade ruhlu ve bütün imanlı insanların talihi hâlâ aramızda günün tek mühim meselesi olmamıştır. Yarım milyon… Bir kısmı geldi, bir kısmı gelecek… Ve bir an evvel gelmeyenler, korkarım ki, hiç gelemeyecekler.

Böyle olduğu halde evlerde hâlâ dikiş makineleri onlar için çalışmıyor, hanımlarımız lüks manifatura ve yalancı süs dükkânlarının önünden daha ayrılmadı, onlar için Amerikan bezi ve basma aramıyorlar. Yer yer iane listeleri açılmadı. Gençlik nedense bu işi üstüne hâlâ almadı. Teşebbüs eden de yok! Sanki halkımıza bu işte her türlü fedakârlığı yapmamız icab ettiğini söylemekten çekiniyoruz.

Yanlış anlaşılmasın! Ben göçmenlerin yardımla geçindirilmesini teklif etmiyorum. Ben onlara ve bize bu düşmanlığı yapan komşu devletin İktisadî hayatının ve refahının büyük bir tarafını vücude getiren çok çalışkan, uyanık bir unsurun aramıza geldiğine kaniim. Onların bir an evvel çalışmaya müsaid şartlarla yerleştirilme-lerini, istihsale atılmalarını, bu memleketin ekonomisine girmelerini istiyorum. Fakat aradaki fasılada ve bu yerleşme için halkımızın en geniş şekilde yardımına ihtiyaç vardır. Bunu söylerken orta sınıfımızın, memur halkımızın, bir kısım kasaba ve köy ahalisinin büyük mahrumiyetler içinde yaşadığını unutmuyorum. Fakat refah ve sıkıntı da nisbîdir.

Bir vatanı olmak, hür ve müstakil yaşamak, tarihine sahib yaşamak, bir takım mükellefiyetlerle kabil olan nimetlerdir. Bazan bu külfetler tahammülün de üstüne çıkabilir. O kadar tecrübe geçirmiş, kara günün her nev’ini denemiş halkımız bunu çok iyi bilir. Biz sadece imanıyla ve ruhunun cömertliğiyle yaşamış bir milletiz. Öyle olduğu halde niçin münevverlerimiz ve hatta hükümetimiz en sarih şekilde halkımıza müracaat etmiyorlar? Her şeyden mahrum edilenle elimizde olanı paylaşmak zamanındayız.

Yaşama iradesi bu kadar büyük olan ve bütün varlığının devletin varlığıyla kabil olduğunu çok iyi bilen bir milletin cömerdliğine müracaattan utanıyor muyuz? Böyle ise Türk milleti bizi affetmez. Bu düşüncenin bir an kafamızdan geçmesini affetmez.

Çoğumuzda göçmen meseleleri karşısında rahatı kaçırılmış bir insan hali var. Sanki asrımızın insanına rahat hakikaten nasibmiş gibi düşünüyoruz. Rahat, ferdî saadet, kaygısız baş, bunlar on dokuzuncu asrın kısa rüyalarıydı. Doğrusunu isterseniz bizlere hiç nasib olmayan rüyalar… İnsan talihinin azdığı bu devirde bunu akla getirmek bile gülünçtür. Bu devirde olsa olsa vazifesini yapmaktan gelen iç ferahlığı, huzur vardır. Çünkü devrimiz, vazife ve mesuliyet duygusu devridir. Milletimiz bu iki duyguyu çok iyi tanır. Bunu her vesile ile gördük.

Tekrar ediyorum, alâkalı resmî makamlar bir taraftan vazifelerini yapadursunlar. Biz, milletçe bu iş etrafında seferber olmalıyız. Türkiye’nin Bulgaristan’a vereceği en güzel cevab, yurdun verimli, insan emeğine muhtaç yerlerinde, çok kısa zamanda, birer kasaba ve şehir olması temennisiyle, yeni göçmen köylerinin, şarkî Anadolu, Orta Anadolu, Filibe veya Lofça’larının, Varna ve Vidin’lerinin kurulmasıdır.

Böylece tarihimizin kaybettiğimiz anahtarlarına yeniden ve vatan içinde sahip oluyoruz. Bunun için münevverlerimizin bu işi tek dava olarak ele almaları lâzımdır. Unutmayalım, kendi başımıza halledebileceğimiz tek mesele de budur.

Göçmenlerin gelecek mevsimde, yurtta yetiştirecekleri ilk buğday başağının talihe karşı en büyük zaferimiz olacağına inanıyorum. Onu şimdiden yüzüme gözüme sürmek istiyorum.

Unutmayalım ki fevkalâde hâdiseler, fevkalâde tedbirler ister. Hem kendimizden, hem yeni gelen kardeşlerimizden mesulüz.

Ahmet Hamdi Tanpınar
(Cumhuriyet, 18 Ocak 1951, nr, 9503)
Yaşadığım Gibi / Dergah Yayınlarıgocmen-meselesi-ahmet-hamdi-tanpinar
 

Etiketler:

Paris Tesadüfleri

Paris Tesadüfleri I

Montparnasse garının duvarına dayanarak armonikasını çalan kör delikanlının yüzü bir melek kadar güzeldi; ayrıca sımsıkı kapanmış siyah kirpiklerinin altında, söylediği şarkıya göre her lâhza mânâ ve ifade değiştiriyor, bazan bir bıçak gibi sertleşiyor, bazan imkânsız denebilecek bir merhamette yumuşuyor, biraz sonra içten gelen bir geçmiş zaman aydınlığında siliniyordu. Hakikaten güzel olan sesinden, hakikaten Paris olan armonikasından fazla bu çehre beni sarmıştı. Bu anadan doğma kör, bütün ömrünce musikisi ile yaşamıştı. Yüzünü, daha doğrusu tebessümünü sesinin idare ettiği ne kadar belli idi.

Tecrübe benim için yeni değildi. Âşık Veysel’i dinlerken de aynı şeyleri düşünmüştüm. Nasıl o, kıraç Anadolu’yu sımsıkı kapalı kirpiklerinin altında kendi iç aydınlığı ile yaratıyorsa, bu delikanlı da doğduğu Paris’i onun çok santimantal, zâlim aşklarını, kolay vuslatlarını ve ayrılık azaplarını öylece kendi başına yaratıyordu. Ve şüphesiz bu yüzden uzun parmaklı güzel ellerinin armonikası üzerine kapanışında sevilen bir kadını okşar gibibir hal vardı. Bu kör şarkıcının etrafında her akşam, aynı sessizlik ve dikkat halkası toplanırdı. Her sınıftan halk ayakta, dakikalarca, ihtiyar kadınlar ağır yiyecek paketlerini yere, ayaklarının ucuna bırakarak, izinli neferler tahta çantalarını bir ellerinden öbür ellerine geçirerek onu dinlerlerdi.

Asıl garibi para verecekleri zaman hiç de çekingen olmıyan Parislilerin ellerinde tuttukları parayı ona verirken geçirdikleri tereddüddü. Bu tereddüd sayesinde «küçük yardım» mahiyet değiştirir, daha ziyade büyük bir sanatkâra yapılan bir cemile halini alırdı. Hakları da vardı. O her şeyin üstünde Paris’ti, Paris’in trajik sesiydi.

*

Athéna tiyatrosunun biraz ilerisindeki bir sokakta yağmurdan sığındığımız küçük barda Edith Piaff’ın sesi birdenbire Paris’in imzası oldu.

*

Montparnasse’ın arka sokaklarında küçük bir bistrodaydık. Eski talebelerim olan iki ressam dostum beni buraya «Talihiniz varsa gelir, bir kaç şarkı söyler» diye getirmişlerdi. Böylece dinlemeyi umduğumuz adam, huyunun acayibliği, fazla içki düşkünlüğü, keyfine göre yaşamak arzusu yüzünden büyük kahvelerde dikiş tutturamamış veya hiç girememiş bir şarkıcıydı. Biz gittiğimiz zaman kendisini barın kenarına yapışmış, arkadaşı ile konuşuyor bulduk. Uzun boylu, geniş gövdeli, esmer, kırklık bir adamdı. Çok güzel bir başı, insana tesir eden bakışları vardı. Arkadaşı orta boyu, zayıf yüzü, boynuna kadar ilikli ve kukuleteli, geniş işçi gömleğiyle bir Roma konsülüne, bir fransisken rahibine, herhangi bir katedral tempanında görülebilecek bir meleğe benzetilebilirdi. Garib, hiçbir hecenin üzerine basmadan, kelimeleri sabun köpüğü üflüyormuş gibi havaya bırakan yumuşak bir konuşması vardı. Durmadan içiyor ve her yudumda biraz daha maddesinden sıyrılıyor, sanki adımları yerden kesiliyordu.

Bardaki kadın, arkadaşlarına fısıldadı: «Bu akşam kafiyen…» Cenublu… İspanya hatıralarım anlatıyor. Filhakika Franco’nun medhiyle meşguldü. «Beraber dövüştük, diyordu. Ne adam, görmeliydiniz. Tam Fransa’nın muhtaç olduğu insan! Kendisine çocuk arabaları için icad ettiğim arkalığı gösterdiğim zaman şaşırdı kaldı. Bana hep, yazık, çok yazık… Benimkiler büyüdüler, diyordu.»

Bistronun sahibi, gedikli müşterisini konuşturmayı biliyordu. «İcadınızı niye piyasaya
çıkartmıyorsunuz?» diye sordu. Adam yüzünü buruşturarak cevap verdi: «Çocuğumu karım alıp kaçtıktan sonra…» Ve ellerini, her şeyin bittiğini anlatmak ister gibi ileriye doğru fırlattı.

Bizim Türk olduğumuza çok sevinmişti. «Elbette sizin memleketinizde böyle şeyler olmaz,» dedi. Ve önündeki sigara paketini bize doğru uzatarak üzerindeki deseni gösterdi. «Bu benimdir. Ben yaptım. Fakat parasını alamadım… Çaldılar. Tabiî anlıyorsunuz ki ben aynı zamanda ressamım.» Omuzlarını silkti. «Duvar boyacılığı ile geçiniyorum. Sıvacılığı küçümsemeyin, müsyü. O, ressam doğmuş olanlara Allah’ın en büyük lûtfudur. Onun sayesinde dehamızı feda etmeden yaşarız.» Ressam arkadaşlarım bu söze hiç itiraz edemezdiler. Paris’te tutunabilmek için bu asil sanatın yardımını onlar da epeyce görmüştüler.

Kendisinden şarkı istediğimiz zaman hiç nazlanmadı. Sadece sesinin kısıklığından bahsetti. Üç gündür kapıcısıyla kavga ediyordu.

Şarkı başlayınca her şey değişti. İlk şarkı, karısı çocuğunu beraber alıp kaçan bir erkeğin ağzındandı. Bir kaç kıt’ada bütün bir aile geçimsizliği arasında giden çocuğun tebessümü, evde kalmış oyuncakları, onun anlayışlı bakışlarından yoksul kalmış hayat ve nihayet geçimsiz kadına karşı duyulan hasret insanın içine saplanıyordu.Bistro’nun sahibi ilk fırsatta bize anlattı: «Bu şarkıyı yeni yaptı, on gündür onunla meşgul. Hayatına mal etmek istiyor…» İkinci şarkı büsbütün başkaydı. Bu, duvar kelimesinin 1871’den beri kazandığı çift mânâ ile kendi hayatım sembolleştiriyordu. Kıt’alar «adamı duvarın dibine dayadılar, kadım duvarın dibine dayadılar, şâiri duvarın dibine dayadılar» diye bitiyordu. Son kıt’ada ressam, ekmek parasını kazanmak için boyayacağı duvarın önünde kendisine benzeyen bütün hayat mağlublarını hatırlıyordu. Üçüncü istenen şarkı çapkınca bir şarkı olacaktı. Fakat adam bunu söylememekte ısrar etti. Bizi sesiyle, sanatıyla taşıdığı noktadan dönmemizi istemiyordu.

*

Montparnasse mezarlığının karşısındaki gece ile büsbütün ıssızlaşan sokaklardan birinde, tabldot gibi muayyen yemekler veren küçük bir lokantada üstüste üç akşam yemek yedik. Bu lokanta her akşam yedide açılıyor, dokuzda müşteri almayı kesiyordu. Gelenlerin çoğu gedikli müşterilerdi. Son derecede nazik, alabildiğine gayrişahsî lokantacı kadının istibdadı altında yaşıyorlardı. İçeriye girer girmez evvelâ selâmlıyorlar, onunla bir kaç kelime konuşuyorlar ve galiba yerlerine geçtikleri zaman da onun müsaadesi nisbetinde birbirleriyle sohbet ediyorlardı. İşin garibi, onlar da lokanta sahibi gibi yabancı müşterileri yadırgıyorlar, fazla gürültülerinden rahatsız oluyorlardı. Daha ilk akşam bu lokantanın Julien Green’in LeViathan’mdaki lokantanın tam eşi olduğunu anladım. Tek bir kadın, varlığı ve yaşama iradesiyle iki saat içinde bir iki defa değişen bu insan kalabalığım zamanla şahsiyetlerinden sıyrılmış, muayyen bir sınıf bütçesinin çok sıkı ve dar nizamına tıkmıştı. Fransızlar için o kadar mühim olan yemek yeme burada bir çeşit ceza gibi tatbik edilen fizyolojik bir vâkıa idi. Son gidişimde bu kadının yüzündeki çizgilerin biraz değiştiğini, adeta mesud gülümsediğini gördüm. Fakir bir kaldırım fahişesine işlerin nasıl gittiğini soruyordu. Hattâ bu işi yapmak için yerinden kalkmış, onun bulunduğu masaya kadar gitmişti.

*

Rotonde’un altındaki küçük lokantada bir akşam gördüğüm sahneyi hiç bir zaman unutamam. Bütün masalar bomboştu. Herkes dipte, başucunda kocaman bir kurt köpeğinin bir büyük anne şefkatiyle beklediği bir çocuk arabasının etrafında toplanmışlar, hep bir ağızdan gülüyorlar, konuşuyorlar, arabasında kral gibi kurulmuş, kahkahalarla gülen, ellerini çırpan çocuğun şerefine içiyorlar, onunla şakalaşıyorlardı. Asıl garibi, çocuğa sarfedilen şefkatten köpeğin ve hemen onun yanıbaşındaki ihtiyar kedinin de hissesini almasıydı. Hiç bir cümle ve iltifat yoktur ki onlar için bir benzeri behemehal söylenmesin. Bu neşeye mutfak da iştirak etmişti. Ardına kadar açık kapısının önünde, yarı çıplak üç kadın, en gencinin elinde cızırdayan bir omlet tavası, hayran ve tebessümle, alınlarındaki teri silmeyi unutacak kadar kendilerini kaybetmişler, içerdekilerle konuşuyorlardı. Tavayı tutan kadının dizlerinin üstüne kadar çıplak bacakları, çok temiz esmer profili arabanın başındaki annenin dolgun göğsü az rastlanacak şekilde İtalyandı. Ve bütün lokanta garib surette eski İsa’nın doğuşu tablolarıyla Murillo’nun «Meleklerin Mutfağı» arasında sallanıyordu. Ahengi bozmamak için geriye dönmek istedim, fakat bırakmadılar, bana da arabanın başında bir yer hazırladılar, hattâ kasada cam sıkılan büyükbaba damlalı ayaklarını sürüye sürüye elinde şarab kadehi, yerinden inerek geldi, karşıma oturdu ve bana kırk senedir görmediği İtalya’dan bahsetti.

(Cumhuriyet, 13 Nisan 1958, nr. 12112)

Paris Tesadüfleri II
Meşhurların Evleri

Fontainebleau’da Valvins’i bulmak pek güç olmadı. Vâkıa Fransızlar da yol tarif ederken
bizimkilerden pek farklı değiller. «Dosdoğru gidiniz,», «İstasyonun yanından sola sapınız», diye verdikleri sağlıklar, hepsi yanlıştı. Fakat yer yakındı. Köşkün önünden ve çarşıdan ayrılır ayrılmaz ancak bir iki dakikalık bir yol ve bir dönemeç; hemen arkasından Mallarme’nin karısıyla, kızıyla, küçük atlı arabasında üzerinden o kadar çok geçtiği köprü yahut onun yerine yapılanı karşınıza çıkıveriyor. Asıl güçlük evi bulmada oldu. Kime sorduksa «Mallarme mi?.. Bilmiyorum» diyor ve tenis raketini sallıyarak, yahut oltasını koltuğunun altına biraz daha sıkı yerleştirerek acele acele yoluna devam ediyordu. Nihayet babası Mallarme’yi çok seven genç bir liseli bizi evin önüne kadar götürdü. Meğer nehir boyunca giden caddenin üzerinde ve bizim arabamızı bıraktığımız yerden yirmi, otuz adım ötede imiş. Belli ki nehir kıyısındaki sandal ve motörler ve karşıdan bütün saltanatıyla inen orman dikkatimizi çelmişti. Vaktiyle Mallarme’nin küçük yelkenlisi şüphesiz bu kıyıda, bu sandalların yanıbaşında bir yerde bağlıydı.

Ev küçük ve dar cepheli. Zihnimizdeki —niçin hayatımdaki demiyorum sanki? — çehresiyle şâir Mallarme’den ziyade devrin maarif nâzırlarına şimdi okurken insanın gözüne yaş getiren o mütevazı istidaları yazan orta mektep hocasına yakışacak gibi, kapısının üstünde tunç bir kabartma ve bir de levha. Fakat küçük bahçedeki ağaçlar örtüyor. Geçen harpte bir bombadan çok zedelenmiş olduğu için cephe hemen hemen yeniden ve betonla yapılmış. Yazık ki yeni sahipleri —veya kiracıları’— bizi içeriye almadı. Sarışın bir kız —Amerikalı veya İngiliz — bütün ricalarımıza karşı başını salladı, sonra da küçük bahçenin kapısını arkamızdan kapadı.

Halbuki bu kapıdan girmeyi, çalıştığı, notlarını sakladığı küçük odayı görmeği ne kadar isterdim. Mallarme bu küçük evde genç Valery’ye «Bir zar atışı…»nın matbaadan yeni gelen provalarını göstermiş ve baskı için düşündüklerim anlatmış. Bunlar senelerdir o kadar beraberlerinde olduğum, adeta hayatım boyunca yaşadığım şeyler ki…

Mallarme, bu evde bir eylül sabahı (1898), beklenmedik bir anda, hem de doktoruyla konuşurken boğazındaki bir spazm yüzünden birdenbire ölür. Kızı Genevieve, Valery’ye telgrafla haber verir: Babam öldü. Valery de etrafa ve tanıdıklarına telgraf çeker. Bu iki şâirin birbirine bağlılığı bu asır başının en güzel masallarından biridir. Cenaze günü, şimdi parmaklığından baktığımız bu bahçede Heredia, Henri de Regnier ve birkaç dost ve Valery toplanmışlardı. O zaman Valery bu şöhretlerin yanında çok gençti ve edebiyatı hemen hemen bırakmış gibiydi. Fakat şahsiyetiyle kendisini kabul ettirmişti. Büyük bir saltanatın gurbette yaşayan tek vârisi gibiydi.

Bir kedi, sade sevilme ihtiyacı ve sokulganlık, kapının pervazına sürtünerek nazlı ve israrlı miyavlıyor. Onu seyrederken, kendisine dair hafızamın toparladığı bilgilerden çok başka ve canlı şekilde bu evin asıl sahibiyle karşılaştığımı sanıyorum. Mallarme kedileri severdi. Tek başına bu evde kaldığı bir mevsim, kızına yazdığı mektuplarda, kedisinin çapkınlıklarını âdeta mühim havadisler gibi anlatır. Huet’ye verdiği o meşhur mülâkatta kedisinden uzun uzadıya bahseder.

Evin duvarına dayanarak şehre, karşı kıyıda suya sarkan ağaçlara, uzakta sonsuz uzanan ormana bakıyoruz. Bunlar şâirin her gün hayatına karışan manzaralardı. Bu rüya prensi tabiata bağlıydı. «Büyük bir parkım da olsa kapının önündeki sırada oturmayı tercih ederim.» (Hafızadan). Bu hissi ne kadar iyi anlıyorum. Şüphesiz ölümü ânında iç ve dış âleme o kadar güzel bakmasını bilen gözlerinde son sarsılan şey bu manzara idi. Valery, M. Teste’ine senelerden sonra ilâve ettiği parçalardan birinde «Biraz sonra bir görüş tarzı sona erecek!» derken, belki de ustasının bu âni ölümünden duyduğu ıztırabın ötesindeki şeyi, asıl dramın uyandırdığı düşünceyi, yani asıl ıztırabın kendisini anlatıyordu. Çünkü Mallarme her şeyden evvel bir görüş tarzıydı.

Bir ara arkadaşlara şâirin Samorandaki mezarına kadar gitmeği teklif etmeği düşünüyordum. Fakat bizi buraya getiren Rükneddin’in henüz araba kullanmağa hakkı olmadığını ve bu yüzden çektiği korkuyu hatırlıyor ve vaz geçiyorum. Başka şey yapamayacağımız için birkaç fotoğraf çekiyoruz.

Dönüşte köprüden tek başıma, yayan geçmeği düşündüm. Bir akşam Mallarme bu köprünün üstünden bütün ev halkıyla —karısı, kızı— geçerken aşağıda sudan yeni çıkarılmış bir gencin başı ucunda telâşlanan bir kalabalık görür. Bu, ustasını evde bulamadığı için nehirde yüzmeğe kalkan ve suya kapılan Valery imiş. «Deniz Mezarlığı» şâiri yüzmeyi severdi ve iyi yüzerdi. Deniz ve su onun için her şeydi. Fakat bu kazanın daha manalı bir tarafı var. Valery, Valery olmasa idi, bir çokları gibi Mallarme’nin eşiğinde boğulabilirdi.

Köprüden yayan geçmedim. Çünkü hatırıma Valery’nin naklettiği Sir Fraser’le Henri Poincare’nin konuşması geldi. «Charles d’Orleans’ı bu köprüde öldürdüler.» Büyük riyaziyeci cevap verir:
«Ehemmiyet vermeyin, bir daha öldüremezler.» Valery psikolojik ârızalar dediği şeyleri ve benzerlerini başkalarında bazan da lüzumundan fazla önleyen adamdı.

Halbuki kendi hayatında santimantale gidecek kadar duyguluydu. Fakat her şeyde olduğu gibi burada da hususi bir ekonomisi vardı. Ve şüphesiz böyle olduğu için duygu hamulesini ve cihazını o kadar kuvvetle muhafaza edebildi.

*

Valery gençliğinde Quartier Latin’de, Luxembourg’da oturduğum otelin biraz ilerisindeki Gay Lussac sokağında 12 numarada iki defa oturur. Birincisi annesiyle ve belki de kardeşiyle beraber o kısa Paris gelişinde 1891’de, İkincisi 1907’de. Bu sokağa açılan L’Abbe de L’epe sokağında 5 numaralı evde ve 1914 muharebesinden evvel Rilke oturmuş. Şâiri eserlerinden tanıyan o güzel ve esrarengiz kadın, Bonnaventurs adıyla hayatına geçen kadın bu evde onu ziyaret etmiş.

Otelimin hemen yanıbaşındaki otelde de bir zaman Verlaine kalmış. Belki de ölümünden bir evvelki oturduğu yer burası. M. Teste muharriri çok güzel bir yazıda geceleri geç vakit ona tesadüflerini anlatır.

Hugo’nun çocukluğunu geçirdiği Feuillantine de buralarda bir yerde. Ara sıra Saint-Jacques sokağındaki Pension Scola’ya Selim’i, Avni’yi ve Abidin’i (Paris’i fethe hazırlanan üç mükemmel ressam) görmeğe giderken yakınından geçiyorum. Dostlarımın oturduğu bu pansiyonun da bir yığın hikâyesi var. Geçen asrın ve bu asır başının birçok şâirleri burada verilen konserlere gelirlerdi.

Bazı günler dostlarımla beraberken yandaki binadan taşan etüd seslerini dinliyorum ve ilk gençliğimin büyüsünü yapan bir yığın başı bu seslere eğilmiş tasavvur ediyorum.

Fakat bütün bunlar bana, ne odamın kötü ışığını, ne de karyolamın bozuk somyasını unutturabiliyorlar.

Paris Jules Cesar’dan başlıyarak bütün bir medeniyetin hatırasıyla öyle sıkı sıkı dolu ki, ister istemez zihnimizde bir çeşid hâtıralar inflation’u oluyor.

*

Dün otelimin bana temin ettiği büsbütün başka cinsten bir eski zaman konuştuğunu öğrendim. Paris’te uzun müddet yaşayan ve şehri iyi bilen bir dost, onunla yanıbaşındaki otelin (Verlaine’in kaldığı otel) yerinde bulunan büyük konakta, vaktiyle yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin misafir olduğunu söyledi. Şimdi uykusuz gecelerimde binayı bütün etrafla beraber sarsan tren ve kamyon gürültülerine benim için bu sefaret heyetiyle İstanbul’dan gelen atların kişnemeleri karışıyor. Kim bilir, Yirmisekiz Çelebi, benim şimdi yattığım odanın yerinde bulunan bir odada yatıyordu ve yanı başındaki odada kendisini o kadar rahatsız eden ziyaretçi kalabalığının karşısında yemeklerini yiyordu. Paris içindeki uzun ve yavaş yavaş bir takım hakikatlere uyanan dolaşmalarında etrafındakilerden güçlükle sakladığı hayret ve ümitsizliklerini yakınlarına ve bilhassa oğlu Mehmed Said Galib Paşa’ya gene bu odalardan birinde anlatıyordu. Tarihimizde hiç bir şey, bu baba ile oğulun Avrupa ile şahsî temasları kadar faydalı ve mühim olmadı. İlk Türk matbaası bu sayede açıldı. Onlar gittikleri yerlerden bir şey getirmesini bilen insanlardı.

Fakat Yirmisekiz Çelebi’nin hâtıralarına yakınlık bile odamın çalışmaya imkân vermeyen ışıksızlığı ile ödenecek şey değil.

(Cumhuriyet, 20 Nisan 1958, nr. 12119)

Paris Tesadüfleri III
Tablolar Önünde İken

Paris’te her şey sokakla Sorbonne’un arasında hallediliyor. College de France, Sorbonne’un doğrudan doğruya sokağa açılan kapısı. Aradaki müesseseler bir nevi vasıta, katalizör gibi bir şey olmaktan ileriye gitmiyor.

İster istemez yaptığım mukayeselerde beni en çok üzen şey, otuz kırk senedir sokağın yavaş yavaş hayatımızdan çekilmesi. Sokak, bize şimdi yalnız sefaletini ve ihtiyaç listelerini gönderiyor. Halbuki sokak, kendi medeniyetinin ve harsının içinde olmak şartıyla daima icaddır.

Zaten Şehzadebaşı tiyatroları, Karagöz ve ortaoyunu bir tarafa bırakılırsa, sokak ve şehir hayatımıza ne zaman girmiştir?

*

Paris sokağı, daha Madame de Pompadour’le Onbeşinci Louis’nin yatağına girer. Asıl garibi, bu gözdenin, meselâ Marie-Antoinette’den çok daha mükemmel kraliçe olmasıdır.

*

Fon müziği, Cafe de Paris’te yağmur, şimşek ve gök gürültüleri. Ben gözlerim camda sinemaların bizi alıştırdığı şekilde büyük ve korkunç bir vak’anın, ana hâdisenin olmasını bekliyorum.

Seine sokağındaki küçük galeriye girer girmez sağ tarafta asılı resimleri tanıdım ve geldiğim günlerden beri dost olduğum dükkâncı kadına «Bunlar Fikret Muallâ, değil mi?» diye sordum. İhtiyar kadın «Evet… diye cevap verdi, demek tanıyorsunuz?» ve devam etti: «Acaip ressam… Daha doğrusu acaip insan. Biraz kendisini idare edebilse, eserlerini sağa sola yok pahasına satıp piyasasını kırmasa… Bilir misiniz ki Paris’in bir tarafını yakaladı.» Sonra bir sır söyler gibi bana eğildi. «Paris kendisini sevenleri mükâfatlandırmasını bilir. Bilhassa resimde. Hele biraz samimî ve şahsî olursa. Hemşehrinizde işte bu var…»

Resimlere bir daha baktım. «İyi ama, dedim, bu resimlerde asıl konuşan şey İstanbul… Kadın gülerek cevap verdi: «Unutmayınız ki, Paris güzel bir kadın gibidir. Her dilde ilân-ı aşk edilebilir.»
Odéon’da Pirandello’nun «Altı Kişi Muharririni Arıyor »unda genç kız rolünü oynayan Maria Casares aslen İspanyol’du. Buna rağmen Parisliydi. Paris onu iliklerine kadar ısırmıştı. Sesi, jest, hiddet, ümitsizlik, kendisini arayış, herşey onda büyük şehirdi. Ödünç şahsiyeti arasında saatlerce Bastille’i, On dört Temmuz’u, Pantin’i veya Villette’i yaşadı. Çok zengin bir mevsim gibi benliğinin etrafında dağıldı, durdu.

Bununla beraber ara sıra Paris’in altından İspanyol kanı sıcak ve anarşist Fransız’dan çok başka türlü Latin, icabında başka türlü bayağı ve ümitsiz, âni feveranlarda kendisini bulmağa, hattâ kendi kanını seyre alışık, şimşekleniyordu. Ye bu kısa şimşeklenmeler bizi üstüne düştükleri zemin kadar mesut ediyordu.

Millet denen şeyi kabile olmaktan kurtaran ve asıl zenginliğini veren şey biraz da bu karışmalar değil mi?

O gece Odéon’dan çıktıktan sonra hep Michelet’in sözünü düşündüm: Paris denen büyük pota.

*

Her millet başlangıçta bir politika —yani zaman içinde birbirinin hareketini devam ettiren bir kaç kişi, o devirlerde zaruri olarak bir kaç hükümdar — ve bir şehirdir. Fransa Paris’ten büyüdü, tıpkı İngiltere’nin Londra’dan büyüdüğü gibi. Bizim tarihimizde bu politika —Orhan Gazi ve çocukları— tek başına kalır. Bunun eksikliğini daima gördük. Filhakika İstanbul’un rolü daha ziyade tedafüi oldu.

Madrit’de bu daha iyi görülüyor. Madrit her şey olup bittikten sonra bir gözde gibi, yahut İkinci Philippe’in kendi icadı olan o bürokrat mutlakiyet cihazının mahfazası gibi geldi.

*

Gece yarısı, Vavin’den geçerken, sert rüzgârda Rodin’in Balzac’ı Paris gecesini, bulvarların ıssızlığına varıncaya kadar her şeyi mantosunun altına toplamış bir yere götürüyor gibiydi. (Günlerce önünden geçtiğim bu eseri, bu bir saniyelik «zan» veya vehim sayesinde başka türlü yaşadım. O bana heykeltraşın asıl düşüncesini keşfettiğim hissini verdi.) Hesaba böylece girmiş olmam sayesinde Rodin’i iki müzesinde geçirdiğim zamanlardan fazla tanıdım.

(Fakat bunu zıddı da, sanat eserlerinin bize dışardan olduğu kadar, kendi içimizden geldiği de düşünülebilir. Görmek, tatmak o kadar karışık şeyler ki… Bazı eserleri kabule bizi bütün hayatımızın hazırlamadığını nasıl iddia edebiliriz? Bütün hayatımız
veya onunla beraber bizde teşekkül eden bir şey.)

Louvre’da, bazı büyük psikolojik vaziyetler gibi yıkılış ve çöküş fikrinin tam ifadesi ancak «Ben» ile kabil. Rembrandt’ın ihtiyarlık devrinde yaptığı (1660) kendi portresinde bu çok iyi görülüyor. Ressam, ayakta şövalesinin karşısında, şişkin ve âdeta kan çanağı gözlerle, dudaklarının bütün acılığıyla, yaptığı esere — belki de hiçbir yere— bakıyor. Günler var ki bu bakışlardan ayrılamıyorum. Bana öyle geliyor ki, Rembrandt, talihinden veya kendisinden, hülâsa bir şeyden korkuyor. Bu karanlıklar şâiri, her rastladığını kendi zengin gecesine götürüp orada değiştiren adam, sanki karanlıktan daha tehlikeli bir şeyin kendisini beklediğini biliyor. İyi ama sanatının tam kemal noktasında, bütün sırlara sahip iken bu korku niçin?

*

Yavaş yavaş bu portrede resim dediğimiz san’atı geçen bir şey olduğunu anlıyorum. O bana Dostoievsky vâri psikolojik romanın başlangıcı gibi geliyor.

Rembrandt’ın bu portresinin karşısında Baudelaire’i, Balzac’ı, görmek isterdim. Hakikaten Balzac bu eserle karşılaşmadı mı? Goriot Baba’ya o kadar yakın ki…

Baudelaire’e gelince, şiirlerini o kadar keskin ve azaplı yapan nefis hesablamalarını Rembrandt’ın bakışlarında muhakkak tanırdı. Çünkü bu tablonun korkusunda ihtiyarlıktan başka bir şey, kendisini suçlandırma var. Korku ve kendini suçlandırma… Asıl garibi, bu bakışların o kadar iyi birleştikleri çehreyi her lâhza yeniden dağıtır gibi olmaları.

Rembrant kendi kendisinden kaçmıyor. «Ben» kelimesini o kadar fazla kullanan romantiklerden farkı da bu olsa gerek.

Şu var ki romantizm daima genç kaldı. Cazibesi ve bilhassa mazereti bu.

*

Hayret edilecek şey! Bu kadar gürültüye, inkâra rağmen Jaconde hâlâ yerinde ve hâlâ güzel. Kayalıklarda Meryem, hâlâ resim denen şey benim diye haykırıyor. Fakat hakikaten böyle mi? Yoksa ayakta olan Leonard’ın kendisi mi?

Jaconde’un aksayan tarafı, bugünün insanına o kadar yabancı olan rahat kibarlığı…

*

Botticelli’nin iki freski. Vaktiyle Floransa denen bir zarafet ocağı vardı. Sanat, bir şeyin her şeyin yerine geçmesi veya bütün hayatı onun etrafında kurması. Bu fresklerde her şey, bütün hayat ve devir denen büyük âlem var. Fakat sade zarafet olarak.

Fakat neden Botticelli ayak parmaklarında bu kadar ısrar ediyor? Bu kadar zarif ve müzikal eserde bu kadar teferruatlı olmaya ne lüzum vardı sanki? Korkarım bazı büyük eserler de insanlar gibi fazla düşüp kalkmaya gelmiyor.

*

Resimde büyük eb’ad galiba yalnız bazı Venediklilerde çekiliyor.

*

Daüssıla.

Café Mahieux’de:

Türkçe konuşmağa başlayınca birinin Kula’lı, öbürünün Muğla’lı olduğunu öğrendiğim birkaç Rum.
Biri öbürüne söylüyor:

— Papazın nasihatini sen de hatırlarsın Panayot, türkçe bilmeyen cennete giremez.

— O eski darbımeseldir. Bana anam da söylerdi,

«İyi ama ben bilmiyordum.»

*

Bu gece Concorde meydanında ermeni olduklarını tahmin ettiğim iki ihtiyar kadınla bir ihtiyar erkek, Kâtibim türküsünü söylüyorlardı. Kadınlardan birisi bir ara bilmediğim bir oyunu oynar gibi oldu.

*

Reims’e beraber gideceğimiz otomobil sahibi arkadaşla buluşacağımız saati beklemek için girdiğim Gallierie müzesinde duvar tezyinatı sergisi ve duvar kâğıdı koleksiyonu o kadar ayrı ihtisas işi idiler ki can sıkıntısından boğulmak üzereydim.

Fakat birdenbire olan bir hâdiseyle her şey, can sıkıntısı, yalnızlık, içimdeki boşluk duygusu hepsi değişti.

Belki dört beş saniye bu olan şeyi anlayamadım; daha doğrusu iki ayrı şey birden oluyor sandım. Bir tarafta herhangi bir musiki başlamıştı ve onunla beraber müzeye çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim ve bilmeden beklediğim birisi girmişti. Sonra ikisi birleştiler, Mozart’ın «Küçük bir gece musikisi», o harikalar harikası eser oldular.

(Paris tesadüfleri’nin bundan evvelki kısmında mesuliyeti bana ait, fakat izahı benim için de güç bir yanlış oldu. Rilke’yi 1914’te Paris’te ziyaret eden kadına büyük şâirin verdiği ad Benvenuta’dır. O zamanlar Rilke Montparnass’da Campagne Premiere sokağında oturuyordu. Bu kadın, hatıralarını şâirin kendisine yazdığı mektuplarla beraber Maurice Betz’in fransızcaya çevirdiği «Rilke ve Benvenuta» adlı bir kitapta neşretmiştir.)

(Cumhuriyet, 26 Nisan 1958, nr. 12123)

Paris Tesadüfleri IV
Tiyatrolar ve Kahveler

Seyahat denen yalnızlık mektebi. Hep ayni hızla çok uzaklara sıçrıyan, geldikleri yerde dönmek veyahut büsbütün kaybolmak için bir yığın şeyin bize gelmesi, bize çarpması, bir taraflarınızı kanatması, acıtması. Dün akşam Champs-Elysees’de oturduğum kahvede büyük bir kuş sürüsünü ürkütmüş bir adama benziyordum. Bana doğru gelen bir yığın renkli ve telâşlı uçuş, yüzümü, gözümü sıyırıp geçen kanatlar. Ve sonra boşluk…

Bazan bu kadarı bile olmuyor. Her şey, bütün hayat, ölü bir dalga gibi ayaklarımızın ucunda kırılıyor. Ve siz, kirli bir suda bir yığın çakıltaşı, yosun parçaları arasında yalnızlığınızı seyrediyorsunuz.
*

Zihnin hazmı konuşma ile oluyor. Biz düşüncelerimizi başkalarının dikkatinde, başkalarının kayıtsızlığında veya hiddetinde, hattâ zulmünde yaşarız.
Son günlerde kendi kendimle o kadar çok konuştum ki pekâlâ kendimi iki ayrı insan farz edebilirim. Bu yüzden bütün bir tarafıma dargınım. Söylediklerimi ya hiç dinlemiyor, yahut durmadan bana baş sallıyor.

Bir şeyi veya bir insanı hakkıyla tadabilmek, sevebilmek için kendisiyle alâkası olmayan ne kadar çok şeye muhtacız.

*

Jean Vilar ve arkadaşları «Katedralde Ölüm» (yahut cinayet) ü çok güzel oynadılar. Dekorsuz, her türlü süsten mahrum, zarurî birkaç parça eşyadan, daha doğrusu sembolden başka bir şey bulunmıyan, projektör ışıklarıyla oyunun merkez yeri tâyin edilen geniş sahnenin çıplaklığında bile Eliot’un üslûbuna yakın, hattâ dramın kendisinden doğmuş denebilecek bir tokluk vardı. Fakat asıl güzel olan, oyundaki ekip fikriydi. O kadar üstün istidadın bir arada bulunmasına rağmen trajedi tek bir çizgide devam etti. Hiç kimse kendisini öbürlerinden fazla kaptırmadı, parlamadı, coşmadı. Bu kadar üslûb-oyun pek az görülen şeydi. Bir sahne eserinden ziyade her lâhza gözlerimin önünde bir mimarî kuruluyor gibiydi.

Çıktığım zaman daha ziyade bu ustalığa nefsini fedaya benziyen ekonomiye hayrandım. Dört saate yakın bir zaman bu kadar ölçülü şekilde başkası ve başkalarıyla beraber olmak ve bilhassa katillere yaptıkları işi müdafaa etmek imkânını veren son sahnelerde bunu devam ettirebilmek bana bir mucize gibi geldi.

Bu hayranlığın verdiği heyecanla geceyi uzatmak istiyordum. Girdiğim kahve de seyrettiğim oyun gibi güzeldi. Yarı aydınlık meydan, çoğu benim gibi hâlâ oyunun havasında, ondan kalma bir ürpermeyi muhafaza eden bir kalabalık, gecikmiş saatin daha arzulu ve güzel yaptığı kadın bakışları, mücevher ve çıplak omuz parıltıları, yumuşak gülüşler…

Birden yanıbaşımdaki masada oturan ihtiyar Fransız torunları olması icab eden genç kızlara dert yanmağa başladı:

«Zavallı Paris… Kim derdi ki bu kadar fakirleşecek, ışıksız kalacak ve eğlenmesini unutacak! Siz bu meydanı evvelce görmeliydiniz; hiç de böyle mahzun değildi. Bu kahveler nasıl kalabalıktı! Hele bu biçimsiz, fukaralığın ta kendisi riyaziye formülü gibi tiyatro binası! Piyesin bîçâreliği, can sıkıcılığı da caba! O nutuklar, bütün o panayır ilmühali, sözüm ona ahlâk, püritanizmin çarmıhına gerilmiş katoliklik…» Kızlardan birisi itiraz edecek oldu: «Ama oyunu çok iyi oynadılar, büyükbaba!»

«Felâket o ya! Şimdi canımızı sıkan şeylere eğlence diyoruz.»
Ben olduğum yerde Yahya Kemal’in mısraını hatırladım:

Eski Paris’te bir ömür geçti.

*

Müze, Louvre’da her gün bir şaheser benim hatırım için birkaç benzerini öldürüyor. En sona kalanı da muhakkak ben öldüreceğim. Ve böylece mutlak hürriyete, yani kayıtsızlığa çıkacağım.

Bu ihtiyar kadının sattığı çiçeklere karışan, onlar kadar güzel tebessümünü görmek, bu mor, yeşil, kırmızı, sarı akislerin doldurduğu gölgede onun tatlı bonjurunu işitmek, kendisini silerek size, işlerinize dair sorduğu gönül alıcı suallere cevab vermek… İşte üç haftada beni Paris’te mesut eden şey. Yazık ki bugün bu saadeti kendi elimle bozdum. Ona hayatına dair sualler sordum. Biri harbde öldürülen, öbürü hapiste çürüyen iki oğlunun macerasını, kızının bîçâre talihini, kocasının hoyratlığını öğrendim. Hülâsa bu güzel tebessümü altmış sene içinde hazırlıyan şeylerin hepsini biliyorum şimdi. Fakat pişman değilim. Demetimi sararken ihtiyar elleri bugün bana başka türlü güzel göründü.

Beni bu psikoloji tecrübesine dâvet eden ünlü âlim, çocukların zevk itibariyle olgun ve seviyeli insandan farksız olduklarına gerçekten inanmıştı. «Siz de göreceksiniz. Çocukların asıl sevdiği artist sanılan Malek’e bakmıyacaklar bile. Sadece Charlo’yu beğenecekler ve alkışlıyacaklardır.» Tecrübe bittabi tam aksi netice verdi. Sekiz ile onbir, oniki yaşlarındaki küçük seyirciler Charlo’dan âdeta sıkıldılar ve Malek’in budalalıklarına çılgınca güldüler, onu alkışladılar. Fakat lütufkâr dostumun imanı hiç sarsılmamıştı. Çıkarken «Çocuk muazzam âlemdir. Hiç Malek’i beğenir mi?» diyordu. Çok kötü bir duygu ama bazı şeylerin dünyanın her tarafında aynı olduğunu gördüğüm için bayağı mesuttum.

*

Evvelki gün Saint-Germain’de elime, bir reklâm tutuşturdular. Paris’in ilk kahvesi olan Procope yeniden açılmış. Diderot’nun, bütün aksiklopedistlerin oturdukları masalarda oturabilecekmişiz. Gece birkaç dostla gittik, hissemize Voltaire’in masası düşmüştü. Onun içimizdeki bakışları arasında yemeğimizi yedik ve kahvelerimizi içtik. Regence’in tamir yüzünden hâlâ kapalı olması ne fena! İşe başlamışken pekâlâ yarın da öğle yemeğini Napoleon’un gençliğinde sık sık gittiği bu kahvede yerdim.

Galiba Voltaire’i, Diderot’yu, Napoleon’u hiç düşünmeden hatırlamak için en iyi çarelerden biri de. budur. Bununla beraber bu eski kahvenin, veya, uzun zaman kapalı kaldığına göre, hiç olmazsa adının ayakta durmasında, tıpkı iki asır evvel olduğu gibi, bir takım insanların oraya gene kahve olarak gidebilmesinde hayatı zenginleştiren ve insanı destekliyen bir şey var. Bizde olsaydı evvelâ kahvelikten çıkardı, berber, muhallebici dükkânı, bugünlerde banka şubesi yapar, daha sonra da bir çaresini bulur, belki de Voltaire’in ve arkadaşlarının hâtırasına saygı göstermek için yıkardık. Değişmekten o kadar korkan, zihniyetlerinde, modalarında hiç değişmiyen Şark, eşyayı ve müesseseler! yerinde bırakmağa bir türlü razı olamaz. Unutulması, kendi köşesinde, kendi hayatım rahatça yaşaması gereken şeyler bizi âdeta rahatsız ediyor.

Ah Namık Kemal, ne olurdu bize her şeyden evvel bir «seviye meselesi» olan hürriyet kelimesi yerine, o kadar âşıkı olduğun medeniyetin «birikme» olduğunu ve gerçek ilerlemenin «mevcudu muhafaza etmek» gibi bir esas şartı bulunduğunu öğretseydin.

Procope, 1684 de, Merzifonlu Mustafa Paşa’nın o meşum Viyana seferinden bir sene sonra açılmış. Ve birkaç sene içinde (daha 1689’da) edebiyatçılar kahvesi olmuş. O kadar şöhret kazanmış ki yüksek tabakadan hanımlar bile arabalarını kapısında durdururlar ve yeni moda olan bu kokulu içkiyi getirtirlermiş. Filhakika bu devirde saray daha ziyade kınakınaya alışıktı. Dün bütün sabah okuduğum Georges de Vissant’ın Cafés et Cabarets’inde (1928) bu kahvenin bütün bir tarihi var. Procope, Onbeşinci ve Onaltıncı Louis devirlerinde tiyatro muharrirlerinin, artistlerin, edebiyatçıların, filozofların toplandığı belli başlı yerlerden biriydi. Sonra Büyük İhtilâl’de bayağı bir merkez halini aldı. XIX, asırda Musset ve romantikler de devam ediyor.

Yine Georges de Vissant’a göre çayı da XVIII. asırda Fransa’da yayan bu kahve imiş.

Georges de Vissant çoktan beri kapanan Vachette dolayısiyle iki Türkten de bahsediyor. Genç Osmanlılardan Sağır Ahmed Bey-zâde Mehmed Bey (Mahmud Nedim Paşa’nın kardeşinin oğlu) ile Hoca Tahsin Efendi. Bu muharririn söylediğine göre Mehmed Bey içkiye ve bilhassa konyağa çok düşkünmüş. 1870 muharebesinde Fransız ordusuna gönüllü yazılmasına Mouffetard sokağından bütün bir gönüllü bölüğü toplayan Cahun isminde bir gazeteci sebeb olmuş.

Tahsin Efendi’nin adını Tashyn diye yazıyor ve biraz şakalı bir dille de olsa materyalist olduğunu kaydediyor.

Fakat her ikisinin hayatı için yazdığı şeylerde epeyce yanlış var. Bilhassa Mehmet Bey’in 1870-71 muharebesinden sonra tekrar Paris’e geldiği ve orada birkaç ihtilâlci Türk mecmuası çıkardığı kaydı tamamiyle asılsız olsa gerek. Belli ki muharrir Ebüzziya’yı yanlış hatırlıyan bir Türk’e sorarak bunları yazmış. Vachette’in daha sonraları da birçok Türk müşterisi vardı. Jön Türklerin çoğu ve İkinci Meşrutiyet’te tahsile gönderilenler. Vachette, Moreas’ın çıktığı kahve idi. Yahya Kemal bize yakından tanıdığı bu büyük şâir dolayısıyla sık sık bu kahveden bahsetmişti.

(Cumhuriyet, 7 Mayıs 1958, nr. 12134)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Yaşadığım Gibi
Dergah Yayınlarıahmet_hamdi_tanpinar_123
 

Etiketler:

Huzur

Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. Mesela İhsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir iki hastabakıcı mutlaka onu arayacaktır. Fakat lazım olduğu zaman..

*

Eve dönüp de ihtiyar kadına aldığı cevapları söyleyince, onun ilk andaki hiddetinin -boynu kopasıca herif… bunak…- yavaş ve perde perde merhamete -zavallı, biçare, adamcağız hasta zaten- doğru gidişi; sonunda:

-Belki de hakikaten kazanmıyordur-, diye yengesinin üzülüşleri, sonra yeniden bir hal çaresi aramaları, -elde koca konaktan orası kaldı, yoksa çoktan satar, kurtulurdum- diye bir türlü vaktinde ele geçmiyen bu kiranın hayatında nasıl bir üzüntü kaynağı olduğunu gösteren cümleler, bu işin herkes için en eğlenceli safhası olurdu.

*

O kadar ki, biraz fazla şımartılmak istense, hatırımı alıyorlar düşüncesine kapılıyor, gözlerine yaş birikiyordu, Bu, her yerde tesadüf edilen şeylerdendir. İnsanlar bazen doğuştan mahkum olurlar, saz parçası kendiliğinden kırılırdı.

*

İhmal edildiğini, küçük düşürüldüğünü veya haksızlığa uğradığını sandığı, yahut da çocuk dünyasını, o herşeyin iyi ve dost olmasını istediği alemi, sade mercan dalları ve sedef çiçekleriyle süslü, üst üste canlı alemi etrafa kapattığı zamanların ağlayışıydı bu.

*

Talih bu felaketi o şekilde hazırlamıştı ki, ortada kabahatli kimse yoktu.

*

Beş gecedir yattığı bu yeri, bir darağacını gösterir gibi dehşetle, ürpermelerle gösterebilirdi.

*
Hafızasında gerisi gelmeyen birkaç hayal vardı. Bunlardan biri, annesinin yola çıkar çıkmaz değişmesiydi. Artık o, kocasının ölüsü üzerinde ağlayan, sızlayan kadın değildi. Yola çıkmış, oğlunu ve kendisini kurtarmağa çalışan kadındı. Sessiz, sedasız, küçük kafileyi idare edenlerin dediklerini yapıyordu. Oğlunun elinden sıkı sıkı tutmuş, yürüyordu. Mümtaz avuçlarında hala bu kilitlenmenin, belki ölümün ötesine kadar sürecek kavrayışını duyardı.

Bazen hayal daha vazıh olur. Annesini yanıbaşında, yırtık çarşafı, zayıf ve kaskatı yüzü ile, dimdik gördüğü olurdu. Sonra arabada, başını her arkaya çevirişinde onu biraz daha solgun, erimiş yüzü, hapsedilmiş gözyaşlarıyle adeta bir yara haline gelmiş, herşeyden biraz daha uzak görürdü.

İkinci geceyi, bozkırı adeta tek başına bekleyen beyaz, kireç sıvalı geniş bir handa geçirmişlerdi. Hanın merdiveni dışarıdandı ve odaların pencereleri sonbaharda öte beri kurutulan yere açılıyordu. Mümtaz bu odalardan birinde dört beş çocuk ve bir o kadar kadınla beraber yatmıştı. Hanın kapısının önünde araba ve ahıra sığmayan bir yığın deve ile katır vardı. İçiçe girmiş, dinlenen bu hayvanlardan biri silkinince, hepsi birden harekete geçiyor, küçük çan sesleri, nöbetçilerin bağırışları, küçük bir rüzgarın ve sessizliğin kim bilir nerelerden, hangi uzak dağların eteğinden, ıssız vadilerden, insansız kalmış köylerden toplayıp, odalarını aydınlatan isli lambanın etrafına getirip yığdığı bozkır gecesini, onun sessizliğini, gurbet duygusunu bozuyordu. Arada sırada kapının önünde karanlıkta cıgara içen erkeklerin yüksek sesle konuştukları şeyler yukarıya, onlara kadar çıkıyordu. Bunlar manasını anlamadan, içini ümitsizlikle, hınçla dolduran, o zamana kadar farkına varmadan yaşadığı hayatı, küçük, nazlı, iyilikle dolu hayatı birdenbire kendisi için çok katı, çok zalim ve anlaşılmaz yapan kelimeler, cümlelerdi. Sonra açık pencereden bir rüzgar kabarıyor, çarşaflardan yapılmış perdeler şişiyor, etrafındaki gürültülere daha uzak yerlerden gelen gürültü karışıyordu.

*

Mümtaz bu genç kızı yalnız birkaç saat gördü. Fakat o geceden sonraki uykularında, onun, bütün gece vücudunda duyduğu yakınlığının verdiği duyguyu duydu.

*
her ayrılığı atlamaya hazır, aralarındaki her mesafeyi küçük gören bir acıyle, babasını hatırladı. Onu bir daha göremiyecekti. O sonuna kadar hayatından çekilmişti. Mümtaz bu anı bütün hayatında unutamazdı. Herşey olduğu gibi gözlerinin önünde idi.

*
Birdenbire babasını olduğu gibi karşısında gördü ve bu hayal ona bir daha onu görmeyeceğini, sonuna kadar onun varlığından uzak kalacağını, bir insanı bir daha görmemenin, sesini bir daha işitmemenin, bir daha hayatına girmemenin keskin ve yenilmez acısıyle ona hatırlattı.

*

Bu garip ruh hali Mümtaz’da senelerce devam edecek, her adım atışında ayağına takılacaktır.

*

Fakat bunlar elmas kadar parlak bir güneşin altında, bin türlü arızasında onu kabul eden, onunla değişen, hiddetli sükuneti, uzun baygınlıkları, lezzetleri hep onunla beraber yürüyen bir denizin karşısında, bayıltıcı portakal çiçeği, hanımeli, fül kokuları arasında oluyordu.

Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. -Sanki, bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, herşey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım- diyordu.

*

Bu ölümün arkasında da bir türlü dolduramadığı uzun bir boşluk vardır. Belki de çocuk bu sıkıntı günlerini hatırlamağa çalışa çalışa zihninde bu zaman boşluğunu kendisi yaratmıştı. Yalnız İstanbul’a gönderilmek için vapura bindirileceği günü bütün teferruatiyle hatırlıyordu. O gün, onu hısım, akraba hep birden bir eski camiin avlusundaki küçük bir mezarlığa götürmüşler, orada henüz düzeltilmiş bir toprak yığınını göstererek, annen burada yatıyor, demişlerdi. Fakat Mümtaz bu mezarı bir türlü benimsememişti. O, zihninde annesini babasının yanına gömdü. Zaten aradaki zaman farkı çok azdı… Orada, büyük ölüm ağacının altında babasıyle beraber yatması daha iyi ve daha güzeldi. Belki de bütün ömrünce ikisini beraber görmeğe alıştığı için, ayrı ayrı yerlerde yattıklarını düşünmek ona ağır geliyordu.

*

Fakat vapurda kendisini karşılamağa geldiği zaman, realitenin bu hazırlanmış çehrelerin hepsinden iyi ve güzel olduğunu anladı. Bir ayağı sakat, çiçekbozuğu, gözlerinin içi gülen bir adam birdenbire onu yakalamış; -Emmi oğlu böyle sevilmez…- diye havaya kaldırmış, -Böyle asık suratlı olma, her şeyi unut…- diye öğüt vermiş, hatta karşılık beklemeden onunla arkadaş olmuştu.

*

-İşlerimiz iyi gitmiyor diye, tanrılara kızmayalım, demişti. İşlerimiz, bizim ye bize benzerlerin küçük sakatlıklariyle, tesadüflerin ihanetiyle, her zaman bozulabilir. Hatta birkaç nesil için bozuk gidebilir. Bu bozulma, bu düzensizlik iç kıymetlerimize karşı vaziyetimizi değiştirmemelidir. İki ayrı şeyi birbirine karıştırırsak çıplak kalırız. Hatta zaferlerimizi bile tanrılardan bilmemeliyiz. Çünkü ihtimallerin cetvelinde mağlubiyet de vardır.

*

Gül nerde, bülbül nerde
Gülün yaprağı yerde

*

Bütün bunları şimdi hatırlamak, hazin oluyordu.

*

Bir an bu mücevheri Nuran’ın boynunda görmeğe çalıştı. Fakat muvaffak olamadı; saadet hülyası kurmayı unutmuştu. 
*

-Keşki hep böyle uzakta, bu kadar yalnız, kendisi olarak güzel ve herşeyden uzak bilseydim… – O zaman bütün vicdan azaplarından, içini burgu gibi delen bir yığın hatıradan kurtulacaktı. Bu belki genç adamın hayalinde kendisini terkeden kadının zaman zaman büründüğü çehrelerden biriydi. Fakat onun yanıbaşında, aylarca günlerin ekmeğini beraber kırıp yedikleri insan, kendisi için o kadar azaba katlanmış, bütün ümitlerini paylaşmış, bir an herşeyin dışında yalnız onunla, yalnız onun için yaşamış bir varlık, kendi kadını olan Nuran vardı. Fakat bununla da kalmıyordu. Küçük ve çoğu, asıl fon ve rengini Mümtaz’ın ruhundaki arızalardan alan hadiselerin çizgi çizgi yaptığı, adeta etine yapıştırdığı bir yığın Nuran daha vardı ki, hepsi mahpus olduğu derinliklerden kurtulup suyun yüzüne çıkmağa, oradan Mümtaz’ın hayatını idare etmeğe fırsat arıyorlardı. Bunların hepsinin ayrı ayrı, bir Wagner operasının şahısları gibi, hususi havalarla gelişleri, onun içinde uyanışları vardı. Hepsi uzviyetini, sinirlerini ayrı hadlerde çıldırtarak zaptederlerdi. Bazıları günlerce onu aynı haleti ruhiye içinde bunaltır, hiddetten kine, en siyah ölüme kadar götürüp getirir, sonra bir küçük çağrı, basit bir vesile ile yerini bir başkasına terkeder, o zaman kıskançlıktan kısılmış yüz, hiddetten bozulmuş nabız birdenbire değişir; dayanılmaz bir merhamet, içini parçalar, omuzları genç kadına karşı işlediğini sandığı günahların ağırlığıyle çöker, kendini zalim, anlayışsız, hodbin bulur, kendinden ve hayatından utanırdı.

Kıskançlığın, sevginin, pişmanlığın, arzunun ümitsiz tapınma duygusunun bu üst üste uzattığı çehreler, kendi içinde ve teninde bir büyük fırtına gibi derinden coşup çoğalan, ona yanaşacak, hatta nefes alacak en küçük yer bırakmıyan ve genç adamı doğurdukları alemde hapsedip tüketen bu çehreler, denebilir ki, onun üst üste değişen dünyalarıydı.

*
Artık onu eskisi gibi kıskanmıyordu. Mücrim, zalim, insafsızca kayıtsız, sade insiyaklarının peşinde koşan varlık, bu çehrelerin en zalimi ve en yalancısı ortadan çekilmişti. Şimdi duyguları ve düşünceleri, daha ziyade durgun ve hüzünlü yüzüyle öbürünü, kendisini itham eden, ona kabahatlerini saymadan hatırlatan Nuran’ı sunuyordu.

Bu her türlü hatanın üstünde, bir yığın anlaşmazlığın zavallı kurbanı, onu her budalalığında, her deliliğinde affetmiş, sakin tebessümüyle ömrünün bütün acılarını örtmüş kadının hayaliydi. Bu tebessüm arkasında kendisine ait o kadar büyük, facialı, muzlim şeyleri gizlediği için, arkasında onun hatalariyle delikdeşik olmuş bir kalb, insanlara itimadım kaybetmiş, bir bıkkınlık içinde her şeyi bırakmış bir ömür bulunduğu ve bunların hiçbirini göstermediği, hepsini örtüp sakladığı için, kendiliğinden en korkunç silah oluyordu.

*

Fakat dahası vardı. Ayrılığın ve azaplarının kendisine uzattığı bu son hayal kaç tane Nuran’ın birden yerini aldı. Bu keskin, doğrudan doğruya ciğerde çalışan hançer, bu tam öldürmeden kıvrandıran kadeh, bütün sessiz kudretiyle hazırlansın diye tanıdığı kadının hayran olduğu, tapındığı kaç hususiyeti birden kaybolmuştu. Mümtaz’ı o kadar çıldırtan o çocuk neşesi, yalnız mesut kadınların tanıdığı o feyizli bahar, kendisini bir aşkın ortasında, yarattığı bir alemin içinde gibi idrak etmenin şuuru, o emniyet, o daima yaratış halinde zeka ve ruh taşkınlıkları, artık hiçbiri, hiçbiri kalmamıştı. O, neşe bir sırça kadehti ki, kırılmıştı. O taşkın, herşeyi örtmeğe hazır bahar, bu önündeki elmasın katılığında feyizlerine son vermişti. İşin en acısı Mümtaz’ın geçtiği yolların hiçbiri kaybolmasın diye kendisine bir şeyler saklamasıydı, onun için bu durgun tebessümün aynasında muhayyelesi her an ona kaybettiği cennetlerin bir köşesini açardı.

Şimdi -biraz evvel olduğu gibi- bir şarkı, az sonra kaldırım taşında kımıldanan bir aydınlık, bir konuşmada geçen tek bir cümle, yolunun üstündeki bir çiçekçi dükkanı, bir başkasının gelecek günlere dair bir tasavvuru, bir çalışma kararı, herşey geçmişe ait bir hayalle onu bir sene evveline götürür, orada uyandırırdı.

*

O vakit ayrılığın dünyası başlardı; herşeyi kendisine yabancı bulan, kendisini sonsuz bir gurbette duyan insanın, belkemiği yalnızlıktan ürperen, kadınsız erkeğin dünyası.

*

Öğrendiği hiçbir şeyi kendisine saklayamıyan bu tatlı mahluk,

*

Mümtaz güçlükle bir -Allah hayırlı etsin…- dedi. Bu üç kelimeyi nasıl bulmuş, nasıl birbirine eklemişti. Heceleri, kurumuş gırtlağından nasıl çıkarttı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Fakat sesinin fazla boğuk olmamasına sevindi. 

***

Gerçekte, bu, başından beri mesut olmayan bir evlenme idi. İkisi de birbirini çok sevmişler; fakat vücutça hiç tanımamışlar, Fahir sinirli ve bezgin, Nuran sadece sabırlı, yan yana, birbirlerine kapalı, fakat gündelik işlerde açık, iki tesadüf mahkumu gibi yaşamışlardı. Fatma’nın dünyaya gelişi, bu kapalı ve hemen hemen neşesiz hayatı başlangıcında biraz değiştirir gibi olmuştu. Fakat çocuğunu çok sevmesine rağmen ev, Fahir’i daima sıkmış, karısının sessiz, yumuşak ve kendi alemine gömülmüş hayatını daima yadırgamıştı. Fahir’e göre Nuran ruhen tembeldi. Hakikatte ise kadın yedi sene bu yarı uyku hayatından onun kendisini uyandırmasını beklemişti.

*

Kıskançlık, bir yığın gürültü, vicdan azabı, telaş, hulasa türlü uygunsuzluklar içinde, Fahir birdenbire kendisini olduğundan başka görmeğe başlamıştı. Sanki bir yarışta imiş gibi, metresinin arkasından nefesi tıkana tıkana iki sene koşmuş, yetişip onu geçemediğini görünce bütün dizginlerini teslim etmişti.

*

Vapura gelirken peşleri sıra konuşan iki fakir çocuğun geçim sıkıntısından bahsedişini duymuştu. O yaşta konuşulacak şeyler miydi?

–Adamın parası yok… Olsa iş değişir. Elinden gelse canını verecek. Baktım sonu çıkmıyor, ben okumak istemiyorum, diye tutturdum. Zaten hocalar işin farkında değiller, bundan adam olmaz!- diye söylenip duruyorlardı. Girdik çıraklığa. Haftada yüz elli kuruş, bozdur bozdur harca… Ne ise, kitap, vapur parasından kurtuldum. Öğle yemeklerim de oradan çıkıyor. Fakat yağ kokusuna tahammül edemiyorum. Midem hep ağzımda. Annemin gebelik haline benzedim…-

–Başka bir iş yok muydu?-

–Vardı ama, hesabıma gelmezdi. Sanat olduğu için başta para vermiyorlar. Bakma, aşçı dükkanında bahşiş, falan gene on lirayı buluyoruz. Babam iyi olsun, kunduracılığa gireceğim… Ama iyi olacak mı?-

Başını çevirip bakmıştı. On iki, on üç yaşlarında, zayıf, üzüm gözlü bir delikanlıydı. Elinde taze kesilmiş bir çubuğa dayana dayana yürüyordu. Halinde üzüntü, alay, yaradılıştan gelme zarafet birbirine karışıyordu.

*

Bu düşünceler arasında başını kaldırdı. Genç kadınla gözgöze geldiler. Sakin, yumuşak, çok derinlerden gelen, hiçbir şeyi kendisinden esirgemiyen bir bakışla ona bakıyordu.

Bu, çok sevdiği şairin dediği gibi, insana aydınlıktan ve arzudan biçilmiş libaslar giydiren bir bakıştı. Altın bir tepside veya kadife bir yastıkta bir galibe uzatılan o eski kale anahtarları gibi, genç kadın bütün hüviyetini bu bakış ve tebessümle kendisine uzatıyor, hediye ediyordu.

*

ama Adile Hanım’ın talihi böyle idi. İnsanları sevdiği için onlardan ihanet görecekti. Bütün ömrü böyle geçmişti. Kendi akrabaları bile onun etrafından birisini almaktan hoşlanırlardı. Şimdi sıra Mümtaz’a gelmişti. -Ne yaparlarsa yapsınlar…- der gibi omuzlarını silkmek istedi. Fakat muvaffak olamadı.

Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızda taşırız. Onun için onları kımıldatmamız bu düşüncenin ağırlığı nisbetinde güç olur. Şimdi Adile’nin omuzları böyle idi. Mümtaz, akibetinin bütün ağırlığiyle bu omuzlarda yaşıyordu. Ama kendi deliliği; Mümtaz’dan ona ne? Zaten kimin işine karışmıştı? Yüzü talihten gördüğü bu son ihanetle küskünleşmiş, kendi kendine -ahmak herif…- diyordu. Zaten hangisi ahmak değildi? Bütün erkekler ahmaktı. Biraz iltifat, uzaktan şöyle bir gülümseme, gizli manalı bir çift lakırdı, sonra o kuluçka tavuk edasiyle bir bakış… Artık vur boyunduruğu. Adile Hanım, öyle herkesin hayatına karışanlardan değildir. Zaten hiç kimsenin üstünde iddiası yoktu. Yalnızlıktan korkardı, yalnız kalmaktan korktuğu için, tanıdığı insanların kendisine muhtaç olmamaları onu çıldırtabilirdi.

*
Adile Hanım da herkes kadar hata işler, fakat bir meziyeti vardır; hatasını anlayınca tashih etmekten çekinmez.
*

Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın haşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hulasa, çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz.

*

-İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çüzüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş… Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır.

*
Zamanla karısına, bütün aksak taraflarını öğrendiği eski bir otomobil gibi alışmıştı. O istediği yerde durur, bazen hiç fren kabul etmez, vitesleri kendi kendine değiştirir, bazen doludizgin yürürdü. Sabih’in vazifesi bu eski makinenin bir kaza çıkarmasını önlemekti.

*

Emma, rakıya hiç alışmamıştı. Ve Fahir’in içmesini de belki sadece otoritesini kullanmak için istemezdi. Fakat iskelede Nuran’la ve bilhassa kızıyla karşılaşması onu birkaç gün için bazı prensiplerinden fedakarlık etmeğe mecbur ediyordu. Ne olur ne olmazdı, birkaç gün için daha sokulgan, daha uysal görünmeliydi. Yeni tanıştıkları yat sahibi zengin İsveçli ile anlaşana kadar Fahir’in sevgisi ona lazımdı. Kendi kendisine: -En aşağı bir ay…- diye tekrarladı. Evet, hiç olmazsa Fahir’le bir ay dost kalmalıydı. 

*

Garip bir şekilde bedbahttı. Nuran’ı hiçbir zaman bu kadar güzel bulmamıştı. Bu ne boşandıkları ayların bıkkınlığı içinden gördüğü Nuran’dı, ne de on senenin arkasından beyaz bir hayal gibi görünen nişanlıydı. Bu ayrı, hiç tanımadığı, büsbütün yabancısı olduğu bir kadındı. On sene yanında yaşadığı halde farkına varmadığı kadındı. -O kadar şaşırdım ki… Fatma ile doğru dürüst konuşmadım… Tıpkı bir başkasının çocuğu gibi muamele ettim.- Fakat hakikaten bunun için mi çocuğuna o kadar soğuk davranmıştı, yoksa Emma yanında olduğu, onu gücendirmekten çekindiği için mi? -O kadar zayıfım ki, her alçaklığı yapabilirim…-

Başını kaldırdı. Emma’nın içinden geçenleri adeta ezberden okuyan gözleriyle karşılaştı.

Genç kadın:

-Biliyorsun Fahir, istersen barış, ben seni hiçbir zaman çocuğundan ayırmak istemem… Ve bu kararın kat’iliğini göstermek için Emma, iş üstünde bir umumi grev ilan eder gibi, çatalını tabağın kenarına bıraktı. Yüzü baştan aşağı feragat, insan hislerine hürmet kesildi. Bütün ömrünce yalnız kendisine acımaktan gelen bir itiyatla çehresi değişmiş, alt üst olmuştu.

*

Genç kadın kendisine vaktinde barışmak, hepsini unutmak için üst üste bir yığın mühlet vermişti. -Asıl güçü Emma’dan ayrılmak…- Bu sevdiğinden değildi, nefsine karşı daima alçak oluşundandı. Hiçbir zaman iradeli bir insan olmamıştı, ne de vaktinde kaçacak kadar akıllı. 

*

Bu kelimeyi söyler söylemez, yüzünü ateş basmıştı. Hakikaten bu gece bir yere gitmiyecekler miydi? Bütün geceyi Fahir’le başbaşa geçirmek azabı içinde tekrar istakoza döndü.

*

O zamana kadar Mümtaz’ın aşk tecrübesi, başıboş birkaç çapkınlıkla, kendini dörtyol ağzında rüzgara dağıtmağa benzeyen bazı arkadaşlıklardan ileriye geçmemişti. Bunlar bir erkeğin hayatına kadın varlığının girebileceği şeylerden ziyade, küçük kaçışlar, ufak arzular, kendi can sıkıntısının ve küçük iştihalarının değişik yüzleri idiler. Hatta yalnız kendi etrafındam dolaşan muhayyelesinde böyle bir ihtiyacı henüz duymamıştı bile. 

*

Şimdi Nuran’ın karşısında onun güzelliklerini, bu küçük kaçışların, arzu, iştiha ve itiyatların üstüne çıkan bir bakışla sayıyor, bu kadar değişik şekilde güzel bir kadının yanıbaşında geçecek hayatı, imkansız bir şey gibi düşünüyordu. Tam adını koymadığı bir nevi ümitsizliğin verdiği pervasızlıkla gözleri genç kadının yüzünde, ellerinde dolaşıyordu. Nuran, onun bu pervasız bakışlarından sakınmağa çalışıyordu. Kendisini her serbest bırakışında birdenbire çırçıplak yakalanmış gibi mahçup, kendi kabuğuna çekiliyor, karşısındaki adamdan kendisini gizleyebilmek için ikide bir çantasını açıyor, yüzünü pudralıyordu. Hulasa ikisi de kendileri için hazırlandığını seziyor ve içlerinden konuşuyorlardı.

*

Kendisinde mademki ilk defa oluyordu; mademki ilk defa teni ve ruhu beraberce harekete gelmişler, tam bir terkip, bir anlaşma içinde mesuttular. O halde yeniydi. Fakat o da böyle mi düşünüyordu: o da mesut muydu? İstiyor muydu? Yoksa sadece tahammül mü ediyordu? Bu korku, bu şüphe, Mümtaz’ı bedbaht etti. Niçin konuşmuyordu? Birbiri peşinden gelen bu sualler, karanlıkta gerilmiş bir ipe ayağı dolanmış insan gibi, yolunda rahat yürümesine mani oluyordu. Ah bir şey söyleseydi!..

*

-Ben bir kere geçtiğim yoldan bir daha geçeceğim. Bundan büyük azap olur mu?

*

Mümtaz içinden kızdı. Annesi… Yarabbim, ne kadar çok engeli var, diye düşündü. Genç kadın bu düşüncenin farkındaymış gibi:

-Ne yaparsınız, hayatımızı olduğu gibi kabul etmek lazım. İnsan istediği kadar hür olamıyor… Bilir misiniz ki, bu yaşta hesap vermeğe mecburum.

*

Hakikat şu ki, genç adam o zamana kadar bu güzel kadının sadece varlığiyle mesut oluyor, uzaklaşınca içine hüzün çöküyor; fakat onu hayatının içinde göremiyordu.

*

Fakat deniz görünmüyordu. O, oluşun ağır sis perdesi altındaydı. 

*

İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur. -Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?-

*

Bir tarafta sadece atılış, öbür tarafta sadece kabul, rıza ve baş eğiş. İşte Nuran’ın içinde o kadar değişik ağızlarla konuşan ikinci ses bu kanın sesiydi. Nuran bu kanı kendisinde tehlikeli bir miras gibi yıllarca gezdirmiş, onu uyutmağa, onu inkara çalışmıştı. Fakat Mümtaz’a Ada vapurunda ikinci tesadüfünde birdenbire dizginleri elinden kaçırmıştı. Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir. Nuran belki de içindeki korku ile bu mirasın kendisinde uyanmasını hazırlamıştı. 

*

Daha ilk günden Mümtaz’a gideceğini biliyordu. Çünkü kendisini yalnız genç bir adam davet etmemişti. Mümtaz’ın sesi tek başına kalsa buna kifayetsiz gelebilirdi. Aşkı kendisine tek kader yapan bütün bir irsiyet onu oraya itiyordu. Kimi ondan kaçarak ömrünü kurutmuştu. Annesi böyle idi. Ömründe bir kere rahatça gülmemiş, hiçbir ihsasa kendini rahatça bırakmamış, duygularından bahsetmemiş, çocuklarını bile bir kere heyecanla öpmemişti.

*

O gün Nuran’da herşey Mümtaz’ı çıldırttı. Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza sakin bir limanda bekliyen gemi gibi hazırlanmış, yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatan örtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzluğa, zamanın birdenbire değişen, adeta birbiri peşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmine şaşıyordu. Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı. Onu bir kıt’a gibi yavaş yavaş keşfediyor ve ettikçe hayranlığı ve bu tapınma hissi değişiyordu.

Ne Mümtaz bu kadar sevebileceğini, ne Nuran bu tarzda sevileceğini düşünmüştü. 

*

Fakat bütün bunların üstünde asıl Mümtaz’ı çıldırtan şey, o garip utangaçlığı, hiçbir günahın ve hazzın gideremediği ruh bekaretiydi.

*

Mümtaz onun karşısında, sözü mümkün olduğu kadar kısa kesmek için tek tedbiri alıyor, ne bir sual soruyor, ne cevap veriyor, yalnız başıyle ara sıra tasdik işaretleri yaparak, sığındığı saçak altında bir sağanağın boşanmasını bekliyen adam gibi bekliyordu.

*

Hayat, nasıl iki kutbun arasında çalışıyordu? Bir tarafta insan için bir yığın yükseltici şey, öbür tarafta da sanki bütün bu yükseltici şeylerle aramızı kesmek, bizi onlardan ayırmak istiyen küçük endişeler, hesaplar, bedava düşmanlıklar vardı.

*

-Rakıyı yavaş içeceksiniz ha… Uzun vakit içmeli, o zaman tadı çıkar.

*

-Şu barbunyayı burada bu akşam beraberce yiyebilmemiz için kaderin asırlarca çalışmasını düşün. Evvela Yahya Kemal’in dediği gibi Don ve Volga, Tuna suları Karadeniz’e akacak. Dedelerimiz kalkıp Orta Asya’dan gelecek, İstanbul’a yerleşecekler. Sonra, İkinci Mahmud Nuran’ın büyük dedesini Bektaşidir diye İstanbul’dan Manastır’a nefyedecek; orada Merzifonlu zengin bir binbaşının kızıyle evlenecek. Benim dedem, karısı kaçtıktan sonra kendisini teselli için yazdığı sonra bilmem hangi paşaya hediye ettiği bir Kur’an’ın parasıyle bu köşkü alacak… delikanlı anlıyor musun? Yedi yüz elli altına bir Kur’an-ı Kerim… Yani bu köşk ve arkadaki arazi… Sonra Nuran’ın babası çocukken hastalanacak, annesi Aziz Mahmud Hüdai Efendi’ye adayacak, büyüyünce pirin dergahına girecek, orada babamla dost olacaklar. Nuran doğacak… Siz doğacaksınız…

*

Yaşar Bey bir kelime ile vücudu kendi gözünün önünde olan adamdı. Bilhassa ihtiyatsız bir doktorun bir gün ona, kendi bünyesinin verimlerine göre, onda hakiki bir kalb hastalığı olamıyacağını, belki diğer cihazlarının iyi işlememesi yüzünden küçük bir sıkıntı geçirdiğini söylediğinden beri, bu telaş artmış, ömrü imkansız bir koordinasyonun peşinde geçmeğe başlamıştı. Denebilir ki, Yaşar Bey için vücut dediğimiz tamamlık kaybolmuş, onun yerine müstakilen işleyen uzuvların yaptığı, her sandalyesinde ayrı bir zihniyete ve ayrı bir partiye mensup bir nazırın oturduğu bir kabineye benziyen garip bir muvazaa geçmişti. Onda bağırsak, mide, karaciğer, böbrek büyük sempati, ifraz guddelerine varıncaya kadar her uzuv, tek başına ve ayrı istikametlerde çalışıyordu. İşte Yaşar Bey bu tek başına çalışmaları tek bir hedefe götürmeğe gayret eden adam, imkansızla uğraşmağa mahkum edilmiş bir nevi başvekildi. Gayretinde bir tek yardımcısı vardı: ilaçlar.

*

Mümtaz, çok defa, onun uzaktan gelişinin kendisinde bıraktığı hissi tahlile çalıştı. Ve neticede bunun bir nevi zihni kamaşma olduğuna karar verdi. Sanki o, yolun başında görünür görünmez, herşey silinirdi. Bütün endişeler görünmez olur, halecanlar diner, sevinç bile eski parlaklığını kaybederdi. Çünkü yakındaki Nuran, varlığından taşan büyüyü yalnız bir tek şey, bir tek insanda kullanırdı; alıp avuçları içinde aydınlık bir hamur haline getirdiği Mümtaz’da.

*

Genç kadın, o kapalı ve kıskanç, kısır saadetlerin insanı değildi. Hüviyetinden bütün bir cömertlik akıyordu. Nuran için kendisi pek az vardı. O etrafiyle yaşıyordu. İkisi de hayatlarının sıkıntılı tarafını birbirlerine taşımamağa çalışmakla beraber, Mümtaz bazı zamanlar sevgilisinin kendisine yedi kat yabancı insanlar için nasıl üzüldüğünü bilirdi.

Haftada iki gün, sabahları kendileri için buluşuyorlardı. Nuran, Emirgan’daki evi pek severdi. -Yokuşu duymuyorum artık. O kadar alıştım. Bu, sana doğru gelmek olduğu için beni yormuyor.- İlk defa Nuran’dan bunu işittiği zaman Mümtaz şaşırdı. Çünkü herşey üzerinde o kadar konuşan, kendisine ait herşeyi anlatan genç kadın, ona, aşklarına dair tek kelime söylememişti. Hatta mesut musun? sualini bile lüzumsuz bulmuştu. Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz’ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi. Kim bilir, belki de kollarının arasında mahpus yüzünde bütün içinden geçenleri okuduğuna inanıyordu. Hakikat de böyle idi. Mümtaz onun yüzünün değişen ifadesinde; kadın yaratılışının sırlarından, yani Nuran için dahi meçhul olan taraflarından başka her şeyi okuyabiliyordu.

Bu küçük çehrenin tanımadığı hiçbir tarafı yoktu. Onun aşka bir çiçek gibi açılışı, o derinden ve biçare bir tebessüm üzerinde kapanışlar, kısık gözlerinin içinde yanan adeta madeni ışık, sonra Boğaz sabahları gibi perde perde değişmesi, Mümtaz için kendi ruhunun manzarası olmuştu. Zaten Nuran söylediklerinden ziyade tebessümü ile, bakışı ile konuşur, dinler, kabul veya reddederdi.

*

Mümtaz bu bakışları, kucaklaşma hıçkırıklarına benziyen gülüşleri gece gündüz beraberinde taşırdı. Onlar her yerde karşısında idiler. Onun ruhu Nuran’ın bakışlarının yorulmaz dalgıcıydı. Bu zengin deniz altında her an kendisi için yeni kudretler ve yeni azaplar bulurdu. Bu tebessüm Mümtaz’ın teninde, kanında uzviyetinin her tarafında açan bahçelerdi. Sonsuz gül bahçeleri ki genç adamı çok defa yattığı yatağı, eli değdiği eşyayı, kendi damarında akan kanı koklamak istiyecek kadar hazla çıldırtırlardı. Bu bir Tanrının ziyaretini kabul etmiş cansız şeylerin, bu ziyaretin hatırasiyle canlanması, yaşaması, kısa fakat çok dalgın aydınlıklarda maziyi, hali, istikbali ve etrafını idrak etmesiydi.

*

Bazı sabahlar Nuran’ın Kanlıca’daki akrabasının yalısında birleşirlerdi. Genç kadını rıhtımda, beyaz mayosu içinde ve etrafındakiler yüzünden kendisine sadece dost olarak görmek, ayrı lezzet ve azapların başlangıcı olurdu. Bu anlarda yanına pek yaklaşamasa, Nuran arada sırada mahremiyetlerini ona hatırlatmasa, genç adamın muhayyilesinde artık bir daha erişemiyeceği bir ülke, yarın kimi seçeceği bilinmeyen haşin ve sırrına erilmez mabude bütün imkanların, ölümün ve doğumun sırrı karnında mahpus varlık, mevsimlerin munis esirler, köle hayvanlar
gibi adımları peşinden sürüklendiği her şeyin sahibesi olurdu.

Bu korku Mümtaz’ın ruhunda en derin zemberekleri harekete getirirdi. Sonradan saadetini zehirleyen şeylerin başında, sadece kendisini bu kadar muhayyelesine terkedişin az çok hissesi olduğunu düşünürdü.

Fakat Mümtaz o yaz, insan ruhunu olduğundan çok hür sanıyordu. Her an kendimize sahip olabileceğimize inanıyordu. Bu demektir ki, hayatın gafiliydi.

*

-Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş…

*

-Biliyorum, dedi. Yeni bir hayat lazım. Belki bundan sana ben daha evvel bahsettim. Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet lazım. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.

*

Aşktaki çılgınlıkları biraz da buradan geliyordu. İşin hazin tarafı, bu genç adamın bunu herkesten fazla ve belki de yalnız kendisinin bilmesiydi. Kaç defa Mümtaz bu musallat fikrin, onu başka insanlardan ayırdığı zanniyle ıstırap çekmişti. Ta çocukluğundan beri rüyalarını kuran zemberek bu sabit fikir değil miydi? Hatta Nuran’la olan sevgisinde genç kadının güzelliğine, yaşayış kudretine biraz da hayatın zaferi gibi bakmamış mıydı?

*

Sevgilisi yavaş yavaş onun hayatından ve düşüncelerinden bıkıyordu. Kendisini bir fikirde, hayatın etrafında oynayan kısır bir çizgide hapsolmuş sanmanın vehmi, içine bir kurt gibi düşmüştü. Bu leke zamanla büyüyecekti.

Böyle olmasa bile bu şüphe Mümtaz’ı zaptedecekti. Nitekim öyle oldu. O günden itibaren kaybetme korkusu içine yerleşti. Çocukluğundan tanıdığı, o acayip yalnızlık ve talih böylece bir hiç yüzünden canlandı.
*

İşte bu akşam Mehmet sinirli ve mahzundu. Mümtaz üç senedir işlerini gören bu çocuğun yüzünü bir kitap gibi okumağa alışmıştı. Muhakkak sevdiği kadınla kavga etmiş olacaklardı. Yahut onu burada, bahçe ve lokantalardan birinde bir başkasiyle görmüştü. Kim bilir belki de bu yüzden kavga etmiş olabilirdi. Fakat onun ıstıraba tahammül ediş tarzı kendisinden başka türlü idi.

O yıpranmamış insanlıktı. İnceliklerini kendisinde bulurdu. Şimdi de cins bir horoz gibi lokantanın dibinde kendi kendine kibirleniyordu: Bu, maddesine hürmet ve hayranlıktı. Hakikatte bir nevi iptidai narsisizm ki, ayna diye sadece kadının vücudunu alıyor, orada aksini biraz bulanık görünce istikrahla fırlatıp atıyor ve değiştiriyordu. Bunu kadınlar da yapabilirdi. Belki Nuran da bir gün kendisi için böyle yapacaktı.

Birdenbire gelen bu düşünce, o kadar zalim oldu ki, genç kadın farkına vardı:

-Ne oldun, neyin var?

-Hiç, dedi. Kötü itiyatlar. Bir düşünceyi, en zalim şeklini alıncaya kadar, kafasında evirip çevirmek itiyadı.

-Anlat bakalım.

Mümtaz, biraz da kendi haline gülerek anlattı. Nuran’a ait bir şeyi ondan ne diye saklıyacaktı? Kadın ilk önce alayla sonra yüzü değişerek dinledi.

-Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.


Bu anı yaşamıyor değilim. Yalnız bana o kadar beklemedik bir zamanda, kadın ve hayat tecrübem o kadar azken geldin ki, şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat, yaşama aşkı, hepsi sende toplandı. Hepsi senin hüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünememek hastalığına müptelayım.

*

Muhakkak ki çok mesuttular. Zihinlerinin çok aksi istikametlerde gizli çalışmalarına rağmen yaşadıkları ana kendilerini bırakmak hoşlarına gidiyordu. Mümtaz, aşklarının Allah’a ve başka bir yere giden en kısa yol olduğundan şüpheliydi. Aşka hayattaki büyük ve yapıcı yerini vermekle beraber, onun ancak tek başına bir his olduğunu, bütün insanı idare edemiyeceğini de biliyordu.

*

Kendini, küçük, saf bir kadın buluyordu; erkeği onu nereye götürürse oraya gidecekti. Elverir ki o yanında olsun. Mümtaz’a güveniyordu. Yaşına rağmen büyük ve kuvvetliydi. Herkesten değişik, herşeye meydan okuyan bir hali vardı. Hayat karşısında bir düşüncenin adamı olmak kudretini gösterebiliyordu. -Ömrüme bir istikamet versin, bu kadarı yeter…- diyordu. Gerisi onun işiydi. Erkeğinin arkasında sonuna kadar yürüyebilirdi. Bütün uzviyetinden bu çift güvenmenin sıcak hamlesi geliyordu. Çünkü sevdiği adamın düşüncesini paylaşmak, onunla yol arkadaşlığı yapmak aşkın başka bir neviydi. O da öteki gibi imkansız bir tükenişte kendisini yeniden doğmuş bulmaktı, karnında ve teninde bir dünyaya gebe olmaktı. Genç kadının Mümtaz’a karşı olan sevgisinde annelik hissi, aşk, hayranlık ve biraz da minnet vardı. Bunları kendisi iyice tahlil etmişti. -Beni keşfetti…- diyordu.

*

Tevfik Bey’e göre, uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkansızdı. Romancıların kabahati, hikayelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. Bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde tesadüfün ihanetine uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi.

*

Ve bunu söylerken yüzünü gölgeleyen hüzünde ömrünün hazin tecrübesi görünüyordu. Her çeşmenin başında bir kere durmuş, yalnız orada serinlemek hulyasına kapılmış, fakat serin suya dudakları değer değmez, -bu değil, muhakkak öbürüdür- diye daha kanmadan başkasına koşmuştu. Böylece soğuk rüzgarların doldurduğu bir arafta kendi vücudunu aramağa mahkum serseri ruh gibi tenden tene girmiş, hiçbirinde bir lahzadan fazla duramamış, şimdi bütün tecrübeleri iflas ettikten sonra, Mümtaz’la Nuran’ın aşklarında ısınmağa gelmişti.

*

Nitekim, o kış sonunda geçirdiği hastalıktan sonra bir daha denize çıkamıyacağını doktorlardan öğrenince bir sabah kimse görmeden sahile inmiş, kayığa binmiş ve ayaklarına bir taş bağlayıp kendisini akıntıya atarak ölmüştü. Mümtaz bu ölümü işittiği zaman, çok yakınlarından birisini kaybetmiş gibi üzülmüş; fakat ihtiyar adamın sevgisinden daha kötü bir tesadüfle ayrılmamasına da memnun olmuştu. Bu garip sevgide kendi mizacına ve talihine uygun bir taraf buluyordu. Yoksulluğa alıştım, ihtiyarlığa alışamadım…- sözü hiç dilinden düşmezdi.
*

Mümtaz Nuran’ı her eve bırakışında bunu sonuncu zannederek korkardı. Ona göre insan ruhunun en az tahümmül edebildiği şey, -belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden yaşamağa mecbur olduğumuz için olacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmağa çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririr.

*

Mümtaz bunu bildiği gibi mesut olduklarını da biliyor ve onun için bu saadetin bir gün kaybolmasından korkuyordu. Evlenmelerinin gecikmesi, genç kadının bu kadar beraber yaşamak arzusuna rağmen bir türlü evlenememeleri, onu içten içe kederlendiriyordu. Ayrı evi olmanın hakiki manası, ayrı vazifelerin, ayrı hazların, ayrı ıstırapların da bulunması demekti. Nuran iki hayatı birden yaşıyordu. Bu demektir ki, çok tehlikeli bir muvazene içindeydi. Bu muvazene birdenbire herhangi bir ağırlıkla kendi aleyhine dönebilirdi.

Daha o zamanlardan genç kadının bu yazı bir istisna gibi kabul ettiğine inanmıştı. Onda sonrası için, yalnız zamandan bir şeyler ümit eden bir hal seziyordu. Kendisine bir gün, -Bu yaz, bizimdir Mümtaz, her deliliği yaparız- demişti. Mümtaz’ın kafasında bu cümle Nuran’ı kaybetmek korkusu ile binbir kılığa girmişti.

*

Herşey yazın bittiğini gösteriyordu. Sade bu düşünce onlara çok mühim bir anı yaşadıkları vehmini veriyordu.

*

Yaz bittiği için mahzundular. Birkaç gün evvel Nuran Mümtaz’a ilk kırlangıç kafilesinin başları üstünden geçtiğini göstermişti. Bu sabah da yalıya, yolda bulduğu üç kuru meşe yaprağiyle gelmişti. Ölüm kurdu yaprakları kenarlarından ısırmış, yavaş yavaş bir akşam kızıllığı ile ortasına doğru yürümüştü. Yumuşak yaprak, bir akşamdan koparılmış gibi sert, madeni bir hal almıştı.

*

Mümtaz bu anda izin alıp gidebilseydi belki de hayatı büsbütün başka bir şekil alırdı. Fakat talih kalmasını istedi.

*

-Bekleyelim… dedi. Sen benden vazgeçmezsen herşeyin çaresi bulunur.

Nuran önünde başka bir uçurum daha açılmış gibi geriledi:

-Bana dokunma Mümtaz… dedi. Bütün felaketim, herkesin bana yüklenmesinden geliyor. İcap ederse kendi başına kalabileceğini düşün… Kendi başına yaşayamıyanlar beni böyle harap ediyor…

*

-Bana güven… Göreceksin herşey düzelecek…

-Hiçbir sey düzelmez Mümtaz… Bizim hayatımız böyle gidecek. Sen kendini kurtar… Ben mahkumum…

Mümtaz scvgilisini o güne kadar böyle bir yeis içinde görmemişti. Bu sade Fatma’nın münasebetsizliği yüzünden olamazdı. Buna aylardır alışmışlardı.

*

Mevsim bitmişti. Hayatın sade aşk ve eğlence, sadece fantezi ve coşkunluk tarafı tükenmişti: Yalnız bir yük gibi taşınacak tarafı kalmıştı. Fakat her taraftan o kadar çok şey uzanıyordu ki, hangisini yükleneceğini bilmiyordu. En iyisi, en yakınında olanına, sevdiğine kendisini teslimdi. 
*

Onu zorlayabilecek kudreti kendimde bulabilecek miyim?..- Kendisine güvenmiyordu. Hayatta kendisi için tek bir adım atamıyacak kadar zayıftı. Bunu şu dakikada öğrenmişti.

*

Fakat içi yine rahat değildi. İki günden beri onu alt üst eden azap dağılmamış, sadece çehresini değiştirmişti. Şimdi içinde Nuran’a karşı garip bir hasret ve onu kaybetmiş olmanın korkusu vardı. Genç kadını asırlardır görmemiş gibi özlüyor, ona karşı kendisinin de layıkiyle bilmediği suçlar işlediğini sanıyordu. Onu kendisine dargın biliyor, peşinden koşmak istiyor, aradaki mesafeyi imkansız derecede büyük buluyor, olduğu yerde çıldırıyordu.

***

Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor.

*

Bir imparatorluğun tasfiyesinden doğduk. Bu imparatorluk eski bir çiftçi imparatorluğuydu. Hala onun iktisadi şartları içinde bocalıyoruz. Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale açılmamış. Müstahsil olan da faydalı şekilde yapamıyor. Sadece çalışıyor, emek sarfediyor. Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Ne insan, ne toprak geniş manasında ekonomimize, hayatımıza girmiş. Münferit teşebbüslerin ötesine bir türlü geçemiyoruz. Bugünün çalışması yarının hızını arttırabilmelidir. Çok hareketli, meselelerle dolu bir coğrafyada yaşıyoruz; dünya her an sıkı bir birliğe gidiyor; buhran, buhran üstüne geliyor. Vakıa bugün nisbi bir rahat içindeyiz. Orta Avrupa’ya iktisaden kendimizi bağlamışız; klering hesabiyle, şununla, bununla geçinip gidiyoruz. Fakat bu muvazaa yıkılabilir, o zaman ne yapacağız?.. Fakat asıl mesele bu değil, asıl mesele toprağı ve insanı hayatımıza sokamamakta. Kırk üç bin köyümüz var; birkaç yüz kasabamız var. İzmit’ten öteye Anadolu’ya açılın; Hadımköy’den öteye Trakya’ya gidin. Birkaç kombinenin dışında hep eski şartların devamını görürsünüz. Coğrafya yer yer esniyor. Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir istihsal siyasetine başlamamız lazım. Öğretme ve yetiştirme işleri için de aynı zaruretlerle karşı karşıyayız. Birtakım mekteplerimiz var; birçok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız?
Çocuklarımızı muayyen yaşlara kadar okutmayı adet edindik. Bu çok güzel bir şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak. bir yığın yarı münevver hayatı kaplıyacak… O zaman ne olacak? Kriz… 

*

Emin Dede bir medeniyetin en yüksek cihaz olarak kendisini seçtiği insanlardandı. Neyinden daha narin denebilecek bir görünüşü vardı. Kendi gündeliğinden kopmuş herhangi bir mahluk gibi yavaş yavaş, hatta bu gündeliğin sıkıntılarını -ufak tefek rahatsızlıklar, endişeler,- beraberinde getirerek bahçeye girmişti. Kadınları, sultanım! diyerek ellerini sıktı, Mümtaz’ın arkadaşlarına iltifat etti. Sonra İhsan’ın yanındaki koltuğa rahat ve sakin oturdu. Ressam Cemil arkasından sakin melek çehresinde her zamanki tebessümü ile görünmüştü. Halinde, içinden o kadar ta’ziz ettiği, her hareketini aradaki yaşayış ve alem farklarına rağmen büyülttüğü adam için: -İşte o budur, bu çelimsiz adamdır, bütün mazi hazinelerinin son bekçisi, kafası altı asrın altın uğultulu kovanı olan ve nefesinde bir medeniyet yaşayan insan budur?..- diyen bir hali vardı.

*

Bu kendi iradesiyle yahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmiş çehreyi sonsuz itişlerle geriye doğru götürerek ondan bir Aziz Dede, bir Zekai Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post, bir Itri, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murad Ağa, hatta bir Abdülkadir-i Müragi, hulasa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü. Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmış mahmur günlerinden yığın yığın baharlar açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin behemehal ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İşin garibi muasırları da bunu böyle görmüşlerdi. İçlerinde en fazla şahsi olan, bize bir yığın ilahi hastalık aşılayan Dede Efendiden bile, Abdülhak Molla’nın küçük kardeşi jurnalinde ne kadar basit bir şekilde, yapılan işin sanki manasını anlamadan, adeta bedbahtça bir cehalet içinde bahsederdi. İhsan bir gün Letaif-i Rivayat-ı Enderun’un Dede’ye ait kısımlarındaki boşluğunu Emin Dede’ye anlatınca karşısındaki gülerek:

-Erenler, yanlış kapı çalıyorsun… demişti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız. Bilirsin, bazı tarikatlerde değil eser vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmazdı. İşte bu şarktı. Mümtaz’a göre hem şifasız hastalığımız, hem de tükenmez kudretimiz olan şark!
*

Hünerler el değiştirmezlerse devam etmezler…

*

Nuran’ın hayata ve duygularımıza karşı güvensizliği, ve onun yüzünden herşeyi olduğu gibi kabul ediş tarzı, günlerin getirdiği ile mesut oluşu, hulasa sadece kabul etmekle kalışı, onu yarı tanrılaşmış bir çehre yapmıştı. Bütün bunları yaşarken genç adam, bu duyguların arkasında işleyen zembereği gayet iyi tanıyordu. Hakikatte o, kendisine bir iç nizamı arıyordu. Kelimeleri, hayalleri canlandıracak bir ateşin peşindeydi. Fakat oyun daha başında değişmiş, bilerek girdiği imtihanda Mümtaz mağlup olmuştu. Bu gayet garip bir düşünceydi. Zaman zaman Mümtaz saadet duygusundan uyanıyor, -acaba lüzumundan fazla mı?- diye kendine soruyordu. Sade bu sual aşklarının cennetini, yapmacık bir cennet haline getiriyordu. O kadar mesut olduğu bütün yaz boyunca adeta çifte denecek bir hayat yaşamıştı. Garibi bu ki, kendi hislerine karşı beslediği bu şüphe, kendi kendisini bu göz altında bulunduruş, ne Nuran’a karşıolan sevgisini azaltmış, ne de bu sevgi yüzünden zaman zaman çektiği ıstırapların hakiki olmasını menetmişti.
*

Fakat kim mesuttu? Bu neyin şikayeti beyhude bir şey değildi. Bu kozmik seyahat insanoğluna saadetin beyhude bir gaye olduğunu anlatmıyor muydu?

*

Neye yarar?.. Beraber yaşamış iki insanın birbirinden ayrılacağını, hakikaten ayrılabileceğini sanıyor musun? Bunu Mümtaz’ın yüzüne dik dik bakarak söylemişti. -Hem ayrılırsa ne çıkar? Bütün bağları koparsa bile, ara yerde kaybedilmiş seneler bulunacak. 
*

-Bilakis, ben ıstırabımla insanlıkla barışıyorum. Onu mustarip olduğum zaman daha iyi anlıyorum. Aramıza o kadar sıcak bir şey giriyor ki… o zaman mesuliyet duygumu daha iyi idrak ediyorum. Istırap günlük ekmeğimizdir; ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın talihini değiştirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkansızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O halde ıstırap karşısında kaçmak kaleyi içinden yıkmaktır. Ölüme kaçmak ise büsbütün korkunçtur. O sadece mesuliyetsiz hayvanlığa sığınmaktır.

*

-Beni de beraberinde götürse…

Başka zamanlarda olsaydı, Mümtaz bu saf mücevherlerden, bakir uykusundan henüz uyanmamış madenlerden, siyah mermer ve granitlerden imiş hissini veren gecede, kendi zevk ve şiir dünyasının en halis tarafını bulurdu. Fakat şimdi çok mustarip, bütün şiir dünyasına kapanmış gibiydi. İçinde büyük bir korku vardı.

-Bir tarafım yıkılmış gibi… diye kendi kendine konuştu.

*

Nuran etrafının açıktan açığa kendisiyle meşgul olduğu bu sıkıntı devirlerinde yalnız Mümtaz’ın sükunetine güvenebilirdi. Halbuki Mümtaz bu güvene cevap verecek ruh haletinden çok uzaktı. Bütün bu işlere soğukkanlılıkla ve sevdiği kadına itimatla bakacağı yerde ondan şüpheleniyor, onu kendisini unutmakla itham ediyor, üst üste yazdığı mektuplarda şikayetlerde bulunuyordu.

*

Bütün bu tesadüfler, oyunlar, Nuran’da yavaş yavaş neticelerini vermeğe başlamıştı. Genç kadın, düşüncesinin, hiç olmazsa bu davetlerde ve toplantılarda Mümtaz’dan uzaklaştığını hissediyordu. Etrafın tecessüsünden, hayatını didikleyen dedikodudan kurtulmak için sakin görünmeğe çalıştıkça bu yeni muhite ve onun tesadüfe göre getirdiklerini yaşamağa alışmıştı. Kaldı ki, Mümtaz’ı düşünmemek, Fatma’yı düşünmemek, son altı yedi ay içinde hayatını istila eden bir yığın üzüntüden kurtulmaktı. Bu biraz da dışarıdan içeriye doğru bir hücuma benziyordu. Ve Nuran sonuna doğru kendisine cebreden şeylerin çoğunun hoşuna gittiğini, etrafındaki bu kalabalığın, hayranlıklarla ve eğlence ile dolu hayatın hoşuna gittiğini gördü. Vakıa içinde daima konuşan Mümtaz’ın sesini susturmak için sık sık kendisine, -Nerede olursam olayım, ben Mümtaz’a aitim!- diyordu. Fakat bunu söylerken, bulunduğu yerle Mümtaz’ın yanında bulunmak arasındaki fark gözünden kaçmıyordu. -Çin’de bulunsam bile düşüncem onundur!- diyordu. Fakat bu daima onun olan düşüncesine mukabil tebessümleri, konuşması, neşesi başkalarınındı; başka erkeklerin kolları arasında dans ediyor, Mümtaz’ı meşgul eden meseleye hiç benzemeyen meseleler üzerinde konuşuyor, onunla başbaşa
oldukları veya yalnız onunla meşgul olduğu zamanlardaki gibi düşünmüyor, yaşamıyordu. Öyle ki, kışın ortasına doğru kendisini hakikaten bu ruh dağınıklığına alışmış buldu.

*

Her hafta bir iki defa Mümtaz’la buluşmasını genç adam için olduğu kadar kendisi için de kafi buluyor, fakat bu saadetin Mümtaz için nelere mal olduğunu hiç düşünmüyordu. Mümtaz’ın günleri garip ve zalim bir bekleyiş içinde geçiyordu. Taksim’deki apartıman küçük ve güzeldi. Mümtaz bu ikinci ikametgaha kitaplarının bir kısmını taşımıştı. İstanbul’a inmediği geceler orada kalıyordu. Böylece Nuran’a göre Mümtaz, çalışabileceği bir yerde, kendi evinde idi. Onu gelip gördüğü zamanlar, işinin arasında gelip görmüş oluyordu. Nuran böyle düşünmekle Mümtaz’ı neye mahkum ettiğini düşünmüyordu. Düşünse bile bir şey yapamazdı. Kendince güç gördüğü şeyin karşısında bütün hamlesi kırılan kadın ruhu çoktan beri bu münasebeti Mümtaz’ın hatırı için devam ettirdiği düşüncesini ona vermişti. Bu yüzden Mümtaz’ın günleri iki oda ile bir holün arasında tek başına beklemekle geçiyordu. Nuran çok defa ya vaktinde gelemez, gelse bile bu geliş kısa bir uğrayıştan ibaret kalırdı. Ve Mümtaz onu kaçırmamak için bazen bütün gün, bazen da Nuran’ın gelmesi ihtimali olmayan saatler hariç, üç dört gün üst üste evinde beklerdi.

Bu hakiki bir azaptı. Nuran’ın vadettiği saate kadar çalışmak, bir şeylerle oyalanmak kabildi.

Fakat kararlaştırılan saat yaklaştıkça beklemek denen şey, insanın o kapı eşiğinde, zilde ve saatte parça parça ve sadece helecan yaşayışı başlardı. Mümtaz bu saatleri bir nevi baş ağrısı duymadan, kapalı bir odada yaşamanın verdiği o acayip üzüntüyü asabında hissetmeden hatırlayamazdı. O haftalar ve aylar boyunca gün denen şeyi satıcı sesleriyle rahatsız sinirlerinde yaşadı. Bunlara evvela hiç dikkat etmezdi. Kendimizi verdiğimiz düşüncenin arasında, hepimizin alışık olduğumuz bu seslerin, kendilerini göstermeden, adeta bir metinde lüzumsuz bir virgül, bir nokta gibi gelip geçişleri vardır. Sonra yavaş yavaş zihin sadece bekleyişten ibaret bir hayata başlayınca bu sesler günün merhalelerini işaret eden alametler olurlar, nihayet vakit gelip de Nuran gelmeyince daha evvelki tecrübelerin acı hatıralarına kalb olurlardı. Saat ona doğru yoğurtçunun sesi, sadece ev kadınlarına ilk kolaylığı bahşetmekten başka bir şey ifade etmezken, on ikiye doğru adeta düşüncesini Nuran’ın gelişi meselesinde teksif etmeği genç adama hatırlatır, ikide aynı satıcı aynı sesle Nuran’ın gelmesi saatidir, diye haykırır, üç, üç buçukta -Bugün de geçen haftaki gibi olacak, gelmeyecek!- der, akşama doğru ilk karanlık arasında bağırdığı zaman ise bu sesin kıvrımlarında -Ben sana söylemedim mi?..- gibi bir nevi hitap başlardı.

*

Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. 
*

Bir adam, kolundan tutarak, bir otomobilin hemen hemen altından onu çekti. Mümtaz o kadar dalgındı ki, adama teşekkür edemedi. Ancak beş on adım ötede işi anlıyabildi; ve dönerek: -Niçin yaptın bu işi? Neden bırakmadın? Herşey bu anda bitebilirdi.- diye baktı. Fakat adam, gece içinde kaybolmuştu.

*

Genç adam, burada ne işim var? diye düşündü. Alkol kendisine hiçbir teselli getiremezdi. Onda unutmanın cennetini bulanlardan değildi. -Bu kalabalığa gelince…- bir gün hiç istemeden Nuran’ı kaybederse nasıl olsa buna benzer yerlerde yemek yiyecek, bu kalabalıktaki insanların itiyatlarına benziyecek itiyatlar alacak, bu kadınlara benziyen kadınları istiyecekti: Ve sadece bu ihtimalle yarı çılgın yerinden fırladı.

*

Bu hafta, Mümtaz’ın hayatında mesut diyebileceği son günlerdi. Kışın sıkıntısı içinden, yazın güzel günlerine birdenbire çıktılar. Saadet dediğimiz o turfa meyveyi, onun bütün lezzetini, insan hayatını şiir ve sihirle dolduran, bir sanat eserine benzeten şeylerin hepsini, genç adam bu hafta içinde tattı. İkisi de bu son aylarda çok sıkılmıştılar. Onun için saadetleri bir nekahet sıtması gibi geliyordu. Sanki çok uzun hastalıklardan sonra yeniden hayata kavuşmuşlar gibi birbirlerine sarılmışlardı.

*

Bu, İstanbul’un nadir görünen karlı havalarındandı. Sanki bütün mevsimi, -lodosların yalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçiren kış, birdenbire bu şubat sonunda, tam şark usulü bir hızla harekete geçmiş ve bütün ihmallerini birkaç gün içinde tamamlamağa azmetmiş gibi, fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini kullanarak şehri alt üst etmişti. Bir gün evvel, tulumbanın borusundaki suya varıncaya kadar her şey donmuştu. Bahçedeki ağaçlar üzerlerinden sarkan büyük buz parçalariyle akşamın boşluğunda çok başka bir alemden gelmiş ağır, yaşlı hayallere benziyorlardı.
*

Peki, benim ne kabahatim var?..

Nuran:

-Anlamıyorsun! Seni kabahatli bulmuyorum. Fakat saadetimiz mümkün değil artık, diyorum.

Böylece hiç ummadıkları şekilde birbirinden ayrıldılar.

*

O zaman İstanbul’da Mümtaz için korkunç bir hayat başladı. Adım adım Nuran’ı takip eder gibi yaşıyor, fakat onun bulunduğu yere yaklaşamıyordu. Ömürleri, adeta muvazi geçiyordu. Nadir karşılaşmalarında ise Nuran’ın rahat dostluğuna cevap veremiyor, şaşkın ve asabi, bazen delice kıskanç, bazen ölesiye hayran bir ruh haleti içinde genç kadını rahatsız ediyordu. Hareketimizin sebeplerini kendimiz bile çabukça gözden kaybederiz. Kaldı ki etrafımız için onlar çarçabuk kendi başlarına kalırlar. Hatta muhayyilemiz kendiliğinden bu müstakil hareketlere başka sebepler icat eder. Mümtaz için de böyle oldu. Aynı tecrübeyi beraber geçirdikleri halde bir türlü Nuran’ın kendisinden uzaklaşmasını kabul edemiyordu. Biraz sonra bu uzaklaşma için başka sebepler aradı. Genç kadının hayatına tekrar şüphe ile bakmağa başladı.

*

Nuran’ın gitmesiyle zihni hayatı durmuş gibiydi. Sanki genç kadın bu mazi rüyasının bütün canlı ve güzel taraflarını beraberinde götürmüş, yerinde tıpkı Mümtaz’ın hayatı gibi bir kül yığını kalmıştı. O kadar dikkatle hazırladığı, beraberinde yaşadığı kahramanlar, bir daha dirilmeleri imkan olmayan gölgeler, sıska ve cansız kuklalar olmuşlardı.

*

Hayır, itham etmiyorum. Nuran seni birtakım mebdelere kadar getirdi. Başkaları oralara başka yollardan geçerek gelirlerdi. Burası ehemmiyetli değil. Fakat artık düşüncesi önüne sed çekmesin! Bir insanda fazla gecikilmez birçok şeyler gibi insanlar da kuyuya benzer. İçlerinde boğulabiliriz. Arasından geç, git. Bir fikrin etrafında düşüncenin hür oyunlarını dene…

Fakat İhsan bir noktayı anlamıyordu. Mümtaz, Nuran’ın aşkına bir tecrübe gibi bakmıyordu. O hayatının bir parçasıydı, hem büyük bir parçasıydı. Onunla pek az insana nasip olan şeyi, aşkı ve uzviyeti ilahileştiren bir anlaşmayı tatmıştı. Bu kendi saadetiydi, saadetini fedaya razı değildi. Ayrılırken;

-Anlamıyorlar… diye düşündü. Bir türlü anlamıyorlar…

*

Birdenbire içinde bir isyan yükseldi. Fakat bunun için Nuran’ı unutmak behemehal şart mıydı? Hem niçin unutmalı, neden kendisini fakirleştirmeliydi. Güneşin altında terini sile sile kendisiyle konuşarak yürüyordu.

*

-Ben zayıf adamım; sadece zayıf yaratılmış bir adam. Fakat hangimiz zayıf değiliz…

****

Birdenbire söylediği söze kendisi de şaşırdı. Hakikaten müdafaasız adamdı. Ona insanlar kendilerini ve arzularını zorla kabul ettirirlerdi. Sade bu kadar mı ya? Düşüncesi hep Nuran’ın etrafında dolaşıyordu. Fakat korktuğu kadar hırpalanmış değildi. Talihin ihanetine uğramağa alışanların sükuneti içinde yorgun ve dalgın yürüdü. Yaz günleri, rüzgariyle o kadar hoşa giden Yenicami’nin kemeri altında bir daha -müdafaasız adamım…- diye tekrarladı. -Her şeyimi alabilirler…-

*

Doktor çağırmak adetti. Hastalar iyileşsin, iyileşmesin doktor çağırılmalıydı. Ne hayat, ne de ölüm adını verdiğimiz kardeşi, doktorsuz olurdu. Hele ölüm… Yaşadığımız dünyada başında doktor olmadan ölmek adeta ayıptı. Bu ancak muharebe meydanlarında, insanlar toptan, binlerce, on binlerce öldükleri zaman olabilirdi. Çünkü ölüm aslında pahalı bir şeydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu.

O zaman ne doktora, ne eczacıya, ne ilaca, ne de herhangi bir şefkate ihtiyaç olmadan insanlar birbirlerine sokularak, birbirlerini kucaklıyarak, birbirlerinin içine geçerek, birbirleriyle en hususi taraflarını paylaşarak ölürlerdi. Fakat evinde, yatağında, kendine mahsus ölümle ölmek, bu muayyen kaideleri olan bir şeydi. Hafız, papaz, doktor, Kur’an sesi, eczacı havanı, gözyaşı, takdis edilmiş su, çan sesi… Ancak bunlarla ölüm tamamlanabilirdi. Bu insan kafasının tabiatın nizamına eklediği bir şeydi. İnsanların arasında bu iş böyle olurdu. Vakıa tabiat bundan habersizdi. Bu ilavenin varlığını bile bilmezdi. Tabiatın ölümü başka idi. O kozmik zamanı kendi içinde duymak, onun dağıtıcı pervanesi uzviyetinde ve ruhunda döndükçe, evvela hatıraları ve hafızayı, sonra duyumları ve duyuları perde perde kaybetmek, sonsuz boşlukta bu pervanenin hızına göre birbirinden uzaklaşan bir yığın zerreye dağılmak, işte tabiattaki ölüm.

*

Tekrar ayakkabılara baktı; -şu dünyada etrafımızdaki şeylere ne kadar az sahip olabiliyoruz.- Bu ayakkabılar, bu şemsiye, bu evin içindeki eşya, evin kendisi, her şey gibi onundu. Yalnız kendisinin olanlar vardı; başkalarıyla paylaştıkları vardı. Fakat yarın, Allah göstermesin, ona bir şey olsa.
Hepsi onun olmaktan çıkacaklardı. Meğer ki, hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekası, insan kalbi, insan ruhu, insan hafızası… İnsan çekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu.

*

Nuran’ın adı bir sıtma gibi vücudunu dolaştı. Fakat hatırlamanın hazzı artık eskiden olduğu gibi saf değildi. 

*

-Bilir misin, delikanlı, meselenin vahameti nedir?

Mümtaz meselenin vahametini biliyordu. Ölüm küreye kanatlarını germişti. Fakat yine dinledi:

-İnsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez. Onu giyinir. Kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramofon, bir Acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkan gibi düşünmeyin, evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. Sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi, arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütle halinde, asla. Bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?

*

Fakat devam edemedi; çünkü bu küçük kadının, söylediği kadar küçük olmadığını ve bir sene dünya ile arasında en güzel köprüyü kurduğunu, onun hassalariyle duyduğunu, onun vücudu ile geniş dünyaya açıldığını biliyordu. -Yelkenim, denizim, sonunda adam…- O kendisi için gerçek ufuktu; fikirlerini onunla derinleştirmiş, onunla bir iç nizam sahibi olmuştu. -Fakat hangimizde daha evvel uçurum konuştu? Benim ipi gerdiğim muhakkak… Fakat koparan o. Hayır, hiç de böyle değildi. O ayrılmağa karar vermişti.

*

… onunla son görüştükleri günü düşündü. Boğaz’dan İstanbul’a beraber inmişlerdi. Köprü’ye kadar genç kadına son kararı üstünde tek bir kelime söylememiş, fakat tam Köprü’de tekrar yalvarmıştı. Bu eski yalvarışların çok başka türlüsüydü. İçinde bırakılmış insanın hıncı, izzetinefis yarası, hepsi vardı. -Bugün gel- demişti. -Bu işten vazgeçmelisin!- -Beklemeyin beni. Çünkü gelmiyeceğim. Bundan sonra size yalnız dostluğumu verebilirim…- Mümtaz da bu dostluğu istememişti. -Olmaz, demişti. Bu vaziyet içinde en az olabileceğimiz şey birbirimizin dostu olmaktır. Sen de biliyorsun ki, kalbini kendimden azıcık uzakta duyduğum zaman benim için herşey bitiyor. En sefil mahluk oluyorum. Bütün ahengimi, vuzuhumu kaybediyorum. Biçare bir şey oluyorum.- O zaman mukadder cümle gelmişti: -Yeter Mümtaz.. Artık bıktım…- demişti. Mümtaz genç kadının bu sözü söylerken bu bir sene içinde onun yüzünden çektiklerinin hepsinin içinde canlandığını biliyordu. -Eminim ki o dakikada benden hiçbir iyi hatıra kendisinde yoktu. Sadece…-

Sonra birbirlerine -Allah’a ısmarladık- demişler, genç kadın, yoluna gitmiş, Mümtaz birtakım karanlık, dar sokaklarda, küçük eskici dükkanlarına, kimlerin ve nasıl yediklerini bilmediği, tahmin edemediği yiyecek şeyler satan satıcılara, her tarafına yağmur sefaleti akan biçare evlere, duvarlara, içinden gelen neşeyle aydınlanması hiç kabil olmadığını sandığı ölü pencerelere baka baka saatlerce yürümüştü. Sanki tanıdığı, bildiği şehirde değildi; sanki etrafındaki herşey, mütemadiyen yağan ve yağmadığı zaman dahi sefaleti eksilmeyen bu ince, yapışkan yağmurla peydahlanmış gibiydi. Bu ıstırabının, kadınsız kalmış uzviyetinin, parça parça ruhunun kainatıydı. Neden sonra kendisini Dolmabahçe’de, deniz kenarına inmiş, rıhtımda odun boşaltan küçük, kırmızı boyalı, bir takayı uzun uzun seyreder bulmuştu.

*

Fakat dünyadan ayrılabilir miydi? -Hayat o kadar güzel ki…- Hakikaten bu sabah saatinde yaşamak güzel şeydi. Herşey güzeldi, taze ve ahenkliydi. Bir gülüşün yumuşaklığıyle insana geliyordu ve Mümtaz bir akasya yaprağına, bir küçük hayvan yüzüne, bir insan eline bu saatte bıkmadan ebediyet boyunca bakabileceğini sanıyordu. Çünkü hepsi, herşey güzeldi. Bu belirsiz ışık bir senfoniydi; işte camiin avlusunda ilk huzme bir kadın gibi soyunmuş oynuyordu. Bu taze simit kokusu, yürüyen adamların acelesi, bu düşünceli yüzler hepsi güzeldi. Fakat hiçbirinin üzerinde duramıyordu. -Böyle bir saatte? Belki de eşyayı bu kadar güzel bulduğum için hayattan boşanmış olabilirim. Niçin olmasın?- Çünkü bu güzellik duygusu ve içinde ona bir orkestra gibi refakat eden sevinç alelade bir duygu değildi. Bu bir nevi keşfe benziyordu. Hem o cins keşiflerden idi ki insana ancak en son dakikada, zihnin herşeyle alakasını kesip kendi kendisi olduğu, en saf şekilde işlediği anda gelebilirdi. Bu uçurumun başında bulunan hakikatlerdendi. İçindeki berraklık ancak böyle bir son an berraklığı olabilirdi.
*

-Bir zihinde yaşayanlar daima güzeldirler.

Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar
 

Etiketler:

Rıhtımda Uyuyan Gemi

Rıhtımda uyuyan gemi,
Hatırladın mı engini?
Sert dalgaları, yosunu,
Suların uğultusunu?

N’olur bir sabah saati
Çağırsa bizi sonsuzluk,
Birden demir alsa gemi,
Başlasa güzel yolculuk.

Yırtılan yelkenler gibi,
Enginle başbaşa kalsak
Ve bir şafak serinliği
İçinde uykuya dalsak.

Rıhtımda uyuyan gemi,
Hatırladın mı engini?
Gidip te gelmeyenleri,
Beyhude bekleyenleri?

Ahmet Hamdi Tanpınarrihtimda-uyuyan-gemi

 
 

Etiketler: