RSS

Etiket arşivi: Yorgo Seferis

Kaçış

Bundan başka bir şey değildi aşkımız;
gider, dönerdi gene ve bize
gözleri kapalı, uzak, çok uzak
mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi
yitik sabahın otunda
garip bir deniz kabuğu
ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı.

Bundan başka birşey değildi aşkımız;
sessizce yoklardı çevremizde ne varsa,
açıklamak için ölmek istemeyişimizi
bunca coşkuyla.

Ve tutunduysak başkalarının bellerine,
vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına,
soluğumuz karıştıysa
bir başkasının soluğuna,
ve yumduysak gözlerimizi, bundan başka
bir şey değildi;
bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz,
kaçışımızda.

Yorgo Seferis
Çeviri: Cevat Çapan

 
 

Etiketler: ,

Lodos

Batıya doğru sıradağlarına kavuşuyor açık deniz.
Çıldırtıyor bizi solumuzda esen lodos,
bu, eti kemiğinden ayıran rüzgâr.
Çam ağaçlarının, harnupların arasında evimiz.
Kocaman pencereler. Kocaman masalar
yazmak için sana seslendiğim mektupları:
Aylar boyu yazdığımız ve ayrılığı dengelemek için
ayrılığın yüreğine attığımız mektupları.

Sabah yıldızı, gözlerini indirince sen,
yaraya sürülen yağdan daha tatlıydı,
daha neşeliydi damağa değen soğuk sudan
daha durgundu kuğunun kanadından
saatlerimiz.
Senin avucundaydı yaşamımız.
Acı ekmeğinden sonra gurbetin,
ak duvarın önünde durursak geceleyin
yoluna bağlanan umut gibi yaklaşır bize sesin
ve bu rüzgâr gene biler
sinirlerimizin üzerinde bıçağını.

Hepimiz aynı şeyleri yazıyoruz sana
ve susuyor ötekinin karşısında herbirimiz
bakarak herkes kendi adına o aynı dünyaya
karanlığa, sıradağlardaki ışığa
ve sana.
Kim sökecek yüreğimizden bu acıyı?
Bir sağnak boşandı dün akşam ve bugün
gene bulutlu gökyüzü.
Dünkü sağnağın çam pürenleri gibi düşüncelerimiz
yığılmışlar kapımıza, yararsız,
yeniden dikmek istiyorlar bir yıkılmış kuleyi.

Bu yıkık köylerde
lodosa açık bu burunda
seni gizleyen sıradağlarla önümüzdeki,
kim hesaplayacak unutma kararımızı bizim için?
Kim kabul edecek sungularımızı bu güz bitiminde?

Neyi arıyor ruhlarımız böyle çıktığı yolculuklarda
hurda gemilerin güvertelerinde
sıkışarak solgun kadınların, ağlayan çocukların arasına,
ki ne kırlangıç balıkları, ne de direklerin
uçlarıyla gösterdiği yıldızlar avutabilir onları.
Yıpranarak silinmiş gramofon plaklarından
var olmayan tapınmalara istemeden bağlı
yabancı dillerde kırık dökük düşünceler mırıldanarak
neyi arıyor böyle çıktığı yolculuklarda ruhlarımız?

Neyi arıyor böyle yolculuklarda ruhlarımız
çürük teknelerde
dolaşarak bir limandan öteki limana?

Taşıyarak parçalanmış taşları, her geçen gün
biraz daha güçlükle soluyarak çamların serinliğini,
yüzerek sularında kâh şu denizin
kâh bu denizin
ilişkisiz
kimsesiz
artık ne bizim
ne de sizin olan bu yurtta.

Biliyorduk, güzeldi adalar
rastgele gittiğimiz yerin yakınlarında bir yerde,
biraz aşağıda ya da biraz yukarda,
belki de burnumuzun dibinde.

Liman eski, bekleyemem artık
ne çamlık adaya giden dostu
ne çınarlı adaya giden dostu
ne de denize açılmış olanı.

Pas tutmuş topları okşuyorum, kürekleri okşuyorum
gövdem dirilsin de karar verebilsin diye.
Yalnızca öteki fırtınanın
tuzuyla kokuyor branda bezleri.

Tek başıma kalmak istedimse, yalnızlıktı
aradığım, böyle bir bekleyişi aramadım,
ne ruhumun ufuklarda parçalanmasını,
ne de bu çizgileri, bu renkleri, bu sessizliği.

Geri götürüyor gecenin yıldızları beni
çirişotları arasında ölüleri umutla bekleyen Odisseus’a.
Çirişotları arasında demir atınca burada
bulmak istiyorduk yaralı Adonis’i gören geçidi.

Ülkemiz kapalı, hep dağ dört bir yanımız
çatı olarak basık bir gökyüzü, gece-gündüz.
Irmaklarımız yok, kuyularımız yok, pınarlarımız yok,
yalnızca bir kaç sarnıç, üstelik boş,
ses yankılanır içlerinde, taparız onlara.
Kof, ölü bir ses, tıpkı yalnızlığımızın benzeri,
tıpkı sevdamız gibi, gövdelerimiz tıpkı.
Şaşıyoruz, evlerimizi, kulübelerimizi, ağıllarımızı
bir zamanlar nasıl yaptık diye acaba.
Taze çelenklerle, yüzüklerle düğünlerimiz
çözülmez bilmeceler oluyorlar ruhumuza.
Nasıl doğdu, nasıl büyüdü çocuklarımız acaba?

Ülkemiz kapalı. İki Simplikades
kapıyor onu, kapkara. Hava almaya
inince pazar günleri limanlara,
çürümüş teknelerini görürüz bitmemiş yolculukların
parıldarlar batan güneşin aydınlığında,
görürüz bu artık sevişmeyi unutmuş vücutları.

Bir zamanlar ay gibi donardı kanın;
tükenmez gecede kanın
açardı ak kanatlarını
kara kayaların, ağaç gölgelerinin, evlerin üzerine
çocukluğumuzdan artakalan azıcık ışıkla.

Yorgo Seferis

 
 

Etiketler: ,

Anlatı

Ağlayarak yürüyor bu adam
kimse bilmiyor neden ağladığını
kimi yitik sevgililer için diye düşünüyor
yazın deniz kıyısında gramofonlarla
bize nice çile çektiren sevgililer benzeri.

Kendi gündelik işleriyle ilgileniyor kimileri:
Eksik kâğıtlar, büyüyen çocuklar,
güçlükle yaşlanan kadınlar.
Onunsa iki gelincik gözü var
baharda toplanmış gelincikler gibi
ve göz kıyılarında iki kaynak.

Sokaklarda yürüyor hiç uyku girmiyor gözlerine
arşınlıyor dünyanın sırtındaki ufacık dörtgenleri
artık hiçbir anlamı kalmayan
sınırsız bir acıyı yaşama makinesi.

Onu konuşurken duymuş kimileri
geçerken yapayalnız
yıllarca önce kırılan aynalardan söz ediyormuş
artık kimsenin onarıp diriltemeyeceği
aynaların içindeki kırık yüzlerden.
Uykudan söz ettiğini duymuş kimileri
uykunun eşiğindeki korkunç hayallerden
sevecenlik yüzünden dayanılmazlaşan yüzlerden.

Alıştık ona, dürüst, sakin bir insan
durmadan ağlayarak yürüyor yalnızca
trenden gördüğümüz ırmak kıyısındaki söğütler gibi
bulutlu bir sabah keyifsiz uyanınca.

Alıştık ona, hiçbir anlamı yok artık,
tıpkı alıştığımız öteki şeyler gibi
size ondan söz ediyorsam eğer, bu,
alışmamış olduğumuz bir şey bulamamamdandır;
saygılarımla.

Yorgo Seferis

 
 

Etiketler: ,

Stratis Talasinos Bir Adamı Tanımlıyor

I.

Nesi var bu adamın?
Bütün bir öğle sonu (dün, önceki gün, bugün)
öyle kaldı gözlerini bir aleve dikerek.
Akşam üzeri bana çarptı merdivenden inerken.
Şöyle dedi bana:
“Beden ölür, su bulanır, ruh
kararsız kalır
ve unutur yel, hep unutur
ama değişmez alev.”
Sonra ekledi:
“Biliyor musunuz, belki de öteki dünyaya göçmüş olan bir kadın
seviyorum ben; ama bundan değil böylesine terkedilmiş halim,
bir aleve tutunmaya çalışıyorum
çünkü değişmiyor alev.”
Sonra yaşam öyküsünü anlattı bana.

II. Çocuk

Büyümeye başladığım sırada, aklımdan çıkmazdı ağaçlar,
neden gülüyorsunuz? Yoksa küçük çocuklara
acımasız davranan ilkbahar mı geldi aklınıza?
Çok sevdim yeşil yaprakları;
Biraz okuma öğrendiğim sıranın üzerindeki kurutma kağıdı da yeşil
olduğu için öğrendim
Çıkmazdı aklımdan ağaç kökleri, gelip bedenime sarılırlardı kışın sıcağında,
başka düş görmezdim ben çocukken;
işte böyle tanıdım ben kendi gövdemi.

III. Yeniyetme

Yazın, yabancı bir ses şarkı söyledi kulaklarımda, on altı yaşımda,
deniz kıyısındaydım, anımsarım, kırmızı ağlar ve kumsalda sanki bir
iskelet gibi unutulmuş bir sandal arasında,
o sese yaklaşmak istedim kulağımı kuma dayayıp
yitti ses
ama bir akanyıldız
sanki ilk kez bir akanyıldız görüyordum
ve denizin tuzu dudaklarımda,
ağaçların kökleri gelmedi artık, o akşam.
Bir yolculuk açıp kapattı sayfalarını içimde ertesi gün
bir resimli kitap gibi;
deniz kıyısına gitmeyi düşündüm her akşam
önce deniz kıyısını öğrenmeyi ve sonra açılmayı denize;
üçüncü gün bir kıza aşık oldum bir tepede
bir beyaz evi vardı küçücük bir kilise gibi ıssızda
pencerede yaşlı bir ana, gözünde örgüsüne eğilmiş gözlükler, hep sessiz,
bir saksıda fesleğen, bir saksıda karanfil
adı; Vasso, Froso ya da Bilo’ydu galiba
böylece unuttum denizi.
Bir Pazartesi günü Ekim ayında
kırık bir testi buldum beyaz evin önünde
Vasso -böyle diyelim kısaca- göründü, üzerinde siyah bir entari,
nedenini sorunca:
“Öldü, dedi, kara horoz kesmediğimiz için ölmüş temel atılırken,
böyle diyor doktor… Nerede bulacağız kara horozu buralarda…
yalnızca beyaz ve piliçler bile yolunmuş satılır pazarda…”
Acının ve ölümün düşünmemiştim böyle olacağını
uzaklaştım oradan ve denize döndüm.
Gece, “Aya Nikola”nın güvertesinde
ağlayan çok yaşlı bir zeytin ağacı gördüm düşümde.

IV. Delikanlı

Bir yıl dolaştım Odiseas kaptanla
mutluydum
güzel havalarda deniz kızının yanına kurulurdum geminin puruvasında
kırlangıç balıklarına bakarak şarkı söylerdim al dudaklarına
bir köşeye sinerdim ambarda beni ısıtan geminin köpeğiyle birlikte
fırtınalı havalarda.
Bir yıl geçince minareleri gördüm bir sabah.
“Bu Ayasofya’dır, dedi lostromo,
seni kadınara götüreceğim bu akşam.”
İşte böyle tanıdım çoraptan başka bir şey giymeyen kadınları,
hani şu seçmelik kadınları, evet, onları.
Tuhaf bir yerdi
bir bahçe, içinde iki ceviz ağacı, bir sarmaşık, bir kuyu,
ve çepeçevre üzeri kırık cam döşenmiş duvar
ve “Hayatımın akışında” diye şarkı söyleyen su harkı.
O zaman gördüm işte ilk kez o ünlü okla
delinmiş yüreği kömürle duvara çizili.
Asmanın sararmış yapraklarını gördüm
yerlerde
pis çamurda taşlara yapışmış.
Gemiye dönmek için davrandım.
Ama yakamdan tutup lostromo kuyuya attı beni;
ılık su ve teni saran bunca yaşam…
Sonra, dalgın dalgın sağ memesiyle oynayan kız:
“Rodosluyum, dedi, nişanladılar beni yüz para için on üçümde”
ve “Hayatımın aşkına” diye şarkı söyleyen bir su harkı.
O serin öğle sonu gördüğüm kırık testi geldi aklıma
“Bu da ölecek bir gün, diye düşündüm,
nasıl ölecek acaba?”
Bir tek şunu söyledim kıza:
“Dikkat et, hırpalama onu, yaşamın ona bağlı…”
Akşam yanaşamadım deniz kızının yanına. Utandım.

V. Adam

Birçok yeni yer gördüm o zamandan bu yana; yeri göğe kavuşturan yeşil ovaları, karşı konulmaz nem içinde toprağı karıştıran insanı; çınarları, çamları; pörsümüş görünümlü gölleri ve seslerini yitirdikleri için ölümsüzleşen kuğuları -çözüp açar bu sahne dekorlarını gönüllü yoldaşım; bu gezgin tiyatrocu, dudaklarını parçalayan uzun deniz kabuğu borusunu öttürerek ve kurabildiğim her şeyi Eriha’nın borusundakine benzer bir tiz çığlıkla yıkarak. Birçok insanın hayranlıkla seyrettiği bir eski resim gördüm, basık tavanlı bir salonda. Lazarus’un dirilişini betimleyen bir resim. Ne İsa’yı, ne de Lazarus’u anımsıyorum. Anımsadığım bir köşede, sanki kokusunu alırmışcasına mucizeye bakan bir yüzde betimlenen tiksinti yalnızca. Başından sarkan kocaman bir bezin ucuyla korumaya çalışıyordu solunum yollarını. Fazla bir şey beklememek gerektiğini öğretti bana bu “Rönesans” efendisi kıyametin Yargı Günü’nden…
Bize değerli, yeneceksiniz boyun eğdiğiniz zaman
Boyun eğdik ve külü bulduk
Bize derlerdi, yeneceksiniz sevdiğiniz zaman
Sevdik ve külü bulduk
Bize derlerdi, yeneceksiniz yaşamınızı bırakınca
Bıraktık yaşamımızı ve külü bulduk.

Külü bulduk. Artık elimizde hiçbir şeyin kalmadığı şu anda, çıkar yol yok bize yaşamı yeniden bulmaktan başka. Sanırım, bunca kağıda, bunca duyguya, bunca tartışmaya ve bunca öğrenime karşın yaşamı yeniden bulacak insan, sizin, benim gibi biri olacak, belleği biraz daha güçlü yalnızca. Bizim için güç, verdiklerimizi anımsıyoruz hâlâ. O, her verişinde kazandıklarını anımsayacak yalnızca. Ne anımsayabilir bir yalım? Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz azını. Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz fazlasını. Ah bir öğretebilse bize, yanarken, doğru anımsamayı! Ben bittim; hiç olmazsa bir başkası başlasa benim bittiğim yerden! Gün olur, amacıma ermişim, her şey yerindeymiş, topluca şarkı söylemeye hazırmış gibi bir duyguya kapılırım. Makine çalışmaya hazır. Onu devinim durumunda bile düşünebilirim hatta, canlı, inanılmaz bir yenilikte. Bir şey dah var! Küçük bir engel, bir kum tanesi, gittikçe küçülen ama hiç yok olmayan. Ne demeli, ne yapmalı, bilmiyorum. Orkestranın çarkları arasında sıkışmış ve kendisi yok oluncaya kadar onun sesine engel olan bir gözyaşı damlası gibi gelir bana bu engel. Ve geriye kalan bütün yaşamın ruhumdaki bu damlayı yok etmeye yetmeyeceği gibi dayanılmaz bir duygu var içimde. Ve beni diri diri yakacak olsalar, enson teslim olanın bu inatçı an olacağı hiç çıkmaz aklımdan.

Kim yardım edebilir? Birinde, daha gemideyken, bir temmuz öğlesinde tek başıma buldum kendimi bir adada, bitkin güneşin altında. Güzel bir meltem tatlı düşünceler getiriyordu aklıma; derken, ince ve diri ceylan vücudunun çizgilerini belli eden saydam bir entari giymiş bir genç kadınla onun gözlerinin içine bakan sessiz bir adam gelip oturdular biraz ötemde. Anlamıyordum konuştukları dili. Kadın, Jim diyordu adama. Hiçbir ağırlık yoktu ama sözlerinde ve gözlerini körleştirmişti kımıltısız ve birbirine karışmış bakışları. Hep onları düşünürüm: Çünkü bir tek onlarda rastlamadım ömrüm boyunca herkeste gördüğüm o yırtıcı, o ürkek bakışa. Bu, onları kurt sürüsüne ya da kuzu sürüsüne sokan bakışı. Adanın, o dışına çıkar çıkmaz unutulan, o hep rastlantıyla keşfedilen küçük kiliselerden birinde tekrar gördüm onları aynı gün. Hep aynı mesafeyi korudular yürürken, birbirlerine yaklaşıp öpüştüler sonra. Buğulu bir görüntü oldu kadın, kayboldu, zaten ufacıktı. Biliyorlar mıydı acaba dünyanın ağırlığından kurtulmuş olduklarını?

Gitmeyelim artık. Denize eğilmiş bir çam biliyorum. Öğleyin, yaşamımız gibi ölçülü bir gölge sunar yorgun gövdeye ve akşamleyin, tuhaf bir şarkı tutturur rüzgâr pürenlerin arasından geçerken, yeniden deri ve dudak olmaya başlar başlamaz ölümü yürürlükten kaldıran ruhlar gibi. Bu ağacın altında sabahlamıştım bir zamanlar. taşocağından yeni yonyulmuşcasına yepyeniydim şafakta.

Ah, bari böyle yaşayabilmeli insan! Önemli değil.

Londra, 5 Haziran 1932

Yorgo Seferisyorgo-seferis

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Aralık 2015 in Çeviri Şiirler, Şiir

 

Etiketler:

Adam

Eski bir resim gördüm basık tavanlı bir odada; bir yığın insan o resme bakıyordu hayranlıkla. Lazarus’un dirilişini gösteren bir resimdi. Ne İsa’yı, ne Lazarus’u gördüğümü hatırlıyorum o resimde. Yalnız bir köşede mucizeyi koklarmışçasına seyreden birinin yüzünde beliren tiksintiyi hatırlıyorum. Soluğunu korumaya çalışıyordu başına sardığı koca bir bezle. Çok şey beklememeyi öğretti bana bu “Rönesans” efendisi kıyamette Yargı Gününden…

Bize, yeneceksiniz, dediler, boyun eğdiğinizde.
Boyun eğdik ve küllerle karşılaştık.
Bize, yeneceksiniz, dediler, sevdiğinizde.
Sevdik ve küllerle karşılaştık.
Bize, yeneceksiniz, dediler, hayatınızdan
vazgeçtiğinizde.
Vazgeçtik hayatımızdan ve küllerle karşılaştık.

Küllerle karşılaştık. Yeniden bulmak düşüyor bize hayatımızı, artık bir şey kalmadığına göre elimizde. Bunca kâğıtlara, bunca duygulara, bunca tartışmalara ve bunca öğretilere karşın, sanırım sadece belleği biraz güçlü, bizim gibi biri olacak hayatı yeniden bulan.

(…)

Ben kalkıp gideyim artık. Denize eğilen bir çam biliyorum. Öğleleri, hayatımız kadar ölçülü bir gölge verir yorgun gövdeye, ve akşamları, deri ve dudak olmaya başladıkları an ölümü yürürlükten kaldıran ruhlar gibi, garip bir türkü söyler çam pürleri arasından esen rüzgârlar. Bir kere sabahlamıştım o ağacın altında. Taş ocağından kazılıp çıkarılmış gibi yepyeniydim, şafakta.

Ah, bir böyle yaşayabilse insan -ama ne çıkar-

Londra, 5 Haziran 1932

Üç Kırmızı Güvercin, Yorgo Seferis, Derleyen ve Çeviren: Cevat Çapan, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1971, sf. 68-70. “Denizci Stratis bir adamı anlatıyor” isimli uzun şiirin “ADAM” başlıklı son bölümünden alıntıdır.

Kaynak: https://newalaqasaba.wordpress.com/
 
 

Etiketler: