RSS

Etiket arşivi: Nergihân Yeşilyurt

Bir

Saçlarımdan biraz ayırıyorum sana, elimde bir tek bu var
çünkü kamusal prangalar, mülakatlar ve pektabi
asla uzak değil bütün harfler, benim sana uzaklığımla kıyaslanınca.
Beni donmuş yüzüklerimle geceye bağışla, için yâd edemem ben seni
……………………………………………………………………………………….eskime
ne varsa eskiyen ölümün yarısı ediyor
Eşitlemek için bileklerime, şedid kesiyorum uykumu
içeride açık unutulmuş karanlığımdan biliyorum
uykuda çok güzelsin, bir sarmaşık kucağımın ismi oluyor –bu yüzden
Her kitabın arası karanfil arası kalbini hırpalamışlar senin.
kalbimi kitapların arasına bırakıyorum, şimdi öpebilir meselâ kalbini
Hiç değilse arkasını dönünce kalakalırım, dermansız bu manzara
nilüferin kadehinden içim bomboş sana
içim ki yürüyorum bir orman iki kişi hem de nasıl
İkimizden biri dudağının iki ucunu dikiyor
gözlerin ne varsa kurutulmuş lavanta, yasemen, iris
canımda iki kişilik, yokluğun avizesi, ayartıyor
…………………………………bulunmaz karanlığıyla
İkimizden biri, apayrı kederleri, eprimiş biraz bende
Çünkü şimdi öldürerek dalgalanacak, işte
Saçlarını ikiye ayırıyor
Bütünkelimeleribitiştirmekistiyorum
2008’de ölmedim çünkü imansız-
Binip arabalarına uzaklaşıyor, çünkü yamalıbilge
Bana kâfidir 128 kez dikili tevbe
Cennetin istatistiklerini tutuyorlar hâlâ
Okul sırasına kazınan hatıralara benziyor
Oysa tenimde ilk Allah korkusu
Çünkü seccadelerde aşırı yorumlanmış keramet
Tutamıyor beni, Cehennemi karış karış okutunca
Yani aşağı yukarı rakamla 5 yaşında
Beni kalem tutmaz
………………………….sevgilikenârından bastıramaz mıyız
Şimdi üzgünüm, odalara yerleştiriyorum kalbimi
Bir odadan bir odaya trenler icat ediyorum, küflü ve ölerek
Şimdi gitmeliyim, benden başlayarak, en çok sarılmışlık.

Becerebilirsem aşk şiiri yazacağım sana.
Nergihan Yeşilyurt
Hece Dergisi, 207, Mart 2014
 
Yorum yapın

Yazan: 08 Nisan 2014 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Bugün Biraz Kustu Gök Beni

Bugün hiçbir söylediğimin anlaşılmadığı gündür:
Yağmurlar yine güzel, ellerin de

Sanki borsaları su basmış, hızla tahvillerini kaçırmak isteyen ağalar,
Çamura paçalarına kadar batmış koşturuyorlar.
Namaz beş vakittir, çünkü insan ahmaktır,
Pavlov’un köpeği gibi ezberletmek gerekir,
Kendiliğinden dönene ya pervane ya Mevlâna denir
Benim sessizliğimin de bir anlamı yok
Çünkü çok çığlık biriktirdim, üç kağıt imzalayıp
Ruhumun sesini kafesleyen puştlar
Gidip gelip nane verdiler, bu boğaz ağrına iyi gelir diye
Sonra paralarını sayıp aptallara nane yeter dediler
Aklım naneyi aldı, kalbimin çığlığına bağladı
Tuhaf mı tuhaf boğulma, incecik kokuyor Kapitalist amcalar
Parfüm, bir pislik icadı, hâlbuki abdest alırız biz, peki ya
Tesbihli ve seccadeli masalarında dağlara “eğil” komutu veren amcalar
Üzerimize üzerimize ölüyorlar, çekilin, bu irin,
Bu çok korktuğumuz gövdelerin dolgusu, çekilin!
Yahut çekin elinizi yârin boğazından, daha bir gün olsun
Benim haneme girmedi ekmeği.

Namaz beş vakittir, dua bin.
Namazdan korkup duadan korkmayan Adem!
Gel seninle Musa olmaktan çıkıp Hızır’a dönelim
Ne de olsa dünya da dönüyor bir ateşin etrafında
Adımıza mülhem pervaneler de
Âşık ve günâhkârım ve borsalarına batmış hayâllerim
Düstursuz girdiğim kapılar, Allah’ın izninde çalışmıyordu
Hükümetlerin verdiği yaşama izinleri, bazı koltuklarda
Azaltılıp nefes alma ve beyaz ekmekle yapılan diyetlere dönüştürülüyordu
Bu şiir olmayan ve kime küfrettiğine âşina güzeller devşirdiğiniz sathı
Ben bir yâr, bir dost, Allah ve düşmanla paylaşıyordum
Gittim, zamanınızda bir nişânem kalmadı
Umursamak yahut da bizim kıyıda pek durmadı
İnsan bir saat işte, abartılı bir saat,
İnsan geçip gidiyordur
İlgim yoktur.

yazılış, bir kovulma şiiri; 10 nisan 2012

Temrin-Ekim-2012
Nergihân Yeşilyurt

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Eylül 2013 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Gülümsemene Tezahürat

Sonra bir çağ geldi
İçimize ölü balıklar koymuşlardı bizim
İki misket dönüyordu yüzümüzün uzakları gören yarımküresinde
İlle de ölmek gibi bir şeylerden yıkanıyordu zaman
Uçsuz bir kuraklık yıkılıyordu göklerden üzerimize.

Yaradan azat etseler ya bizi.
Bu kenarı kırılmış gök ile kaçıp gitsek bir kara deliğe.
Şarkı sözlerinden azat etseler, hatta toptan kelimelerden
Kaplara irin doldurup cehennemin kadehine kaldırıyoruz
Ne sussa bir dil icat edilecek bundan
Ne zamanki dönüyor evren kaldığı yere
Ben bir adımın izini bulamazken
O yusyuvarlak bir kararsızlığın haritasını işliyor dudaklarıma.

Sonra bir ağlamak geldi işte
Sen orda yoktun, bizi beşiğine koydular
Sekiz, bilemedin dokuz yaşında bir çocuğun
Çobanlığında çatırdadı ağaçlar, oğlaklar, çakallar…
Her şey kırıldı gitti.
Sonra ağlamanın geldiği yere bir yılan döndü
Aynı yerden iki kere sokamazdı bizi gözyaşları.
Taş ustası bir insan yonttu güzelliğin içinden
Öyle kahır yüklüdür ki çekici, indikçe güzelliğin üzerine
Evren dengesini kaybetti, kim çekti elini, sımsıkı kapadığım gözlerimin üzerinden
Görmeden öpüyordum ellerimle gözlerimi
Şimdi ellerimsiz, ellerinsiz, yani tastamam bir karanlık olmaksızın öptüğün yerden
Kaldırdılar vizyona girmiş ne kadar yakışıklı adamlı-güzel kadınlı film varsa.
Ne kadar gülüşü varsa erik ağacının döktü şubat üzre.

Örtüyorlar şehrin çatısını şeffaf bacalarla
Doluştuğumuz evlerde, balık istifi gibi yapayalnız
Yapayalnız ve sıramızı beklemeliyiz, ölümüne yaşamak bu olsa gerek.
Düğme dikmesini bilmeyen kızların elinde hırpalanıyor mağaza vitrinleri
Fiberglas kadınların içinde kanayamıyorum bile
Üzerlerine giydirilmiş insanlığı nereye bıraksam kesiyor gözlerimi
Kırmızıdan başka renk de mi varmış, yitirilmiş bir ev gibi yalın ayak
Gezintisi başlar borçların, davaların ve hiçbir zaman bilmediğim anayasal haklarımın.

Karın rengi erik çiçeği gibi kırılganmış
Penceremde sayıklıyor bir sardunya
Ölmek üzere kelimeler alıyorum
Gülümsemene nasıl tezahürat yapılır bilmiyorum
Öğrendiklerim haber bültenlerinin yaması, sokağı delen silah sesleri…
Bildiklerimin üzerine konulunca
Dirseğine kadar bilezikle örülü kızların kandan yontulmuş evi oluyor
Hiçbir zaman adresi bulamayacak zifir yaşlardan geçiyor ve geri dönmüyor Âdem’in oğulları
Tek başına geri dönülmüyor
Hiçbir yere dönülmüyor.

Bana iç nehirlere göç eden denizlerden bahset biraz
Bayramlarda çocukların ellerine tutuşturulmuş bayraklardan başka nedir yaşamak
Masanın kenarlarındaki kıymıklara iyi bakıyorum
Bir ülkenin yeşili, kırmızısı ve beyazı kadar.
Üzerine fosforlu kalemler dikiliyor bütün bu renklerin
Ben nasıl olur da hâlâ gülmekten bahsedebiliyorum
Oyuncak bebeklerinin bile akıllı telefonu olan
Maykıl Ceksın çocuklar boğazlıyor gülmeni
Santa geliyor, Nasreddin Hoca, Keloğlan…
Birbirinin ardına pazarlanıyor dudakları arasına iğne ile tutturulmuş sözler
İtina ile itiliyor neşvemiz, ağaçlarını açıp deniz gören çıkmalar yaptığımız
Üzerlerine plastik limon ağaçları koyduğumuz balkonlarımız
Yahut işte gülüşünle Aralık’a dökülen erikler.

Ayakları taşlaşır bize gelince zaman
Ekşir mutluluk, buzdolabında yarım bırakılmış yoğurt gibidir
Evde mayalamak üzere satın alınan makinalara yazılırız
Bir mide, bir yol, bir çift elmas düğme, biraz parfüm
Tüm satılabilecek düşleri kasetlerde yedekleyerek başlıyoruz gecelere
Ben hâlâ
Ve yalnız ben
Senin gülüşünle gülen şeylerden söz edemiyorum
Çünkü ölmek, öldürmek namus da
Yaşamanın hiç mi namusu yok
Diyemiyorum.
Demir iplerden, boncuklardan
Yol yapıyorum, şiir yapıyorum.
Sesin boncuktan geçiyor.
Bir kafiyesi oluyor, eminim boynumdayken sesinin.

Hangi göğsünden emdik biz bu yarım yamalak meyli ibtisamı?
Şairin meclisini nerden doldurduk bademize.
Mecmua demiyor artık kimse.
Kredi kartı ekstresi kadar kalın değil hiçbir kitap.
Sonunda bizi bir mezarlıkta azat ediyorlar
Ya beklediğin cennet kumaşı kırıştıysa
Ne yani borsadaki tahvilleri isimsiz çocukların cesetlerine mi örteceksin
Ne yani
Gülümsemen üzerine bir şey söyleyemeden mi kapacağım azatlık belgesini.

Şaşırmak hiç değilse,
Şaşırmak bizim imanımızdır
Gülümse!
Ve Tanrı geri verdi elzem sandığımız nefesi.

Aralık 2012

Nergihan Yeşilyurt

 
 

Etiketler:

41. Mektup

“Konuşma, konuşmak istemezsen
Ben konuşurum tavanda koşuşan ışıklarla
Hep aynı şeyi söylerim
Beni anla.” *

Biçimsiz bir keder üzreyim. Sana gelebilir miyim?

Hiçbir şeyi tam olarak bilmeden, hiçbir şeyden arınmadan, kendim gibi yarım yamalak bestelerle sana geliyorum. Yollar boy boy yalnızlık: Zifir kalpli bir şehrin tercümesi.

Hem sen bir harften bahsetmiyorsun ki. Muska yazıyorsun gözlerimin üstüne. Alnımın ortasına dudaktan müteşekkil bir kuyu çiziyorsun. Kelimeye sığmıyor sen algısı. İçimdeki kitabın sayfalarını çeviriyorsun. Okunaklı olmaya çalışıyorum sana karşı. Sanki nereyi açsan oradan bir yanlış süzülecek. Güneşini takınıyorum. Çünkü o gülümsemelerle icat edilmiş bir lisandır. Beni nasıl okurlarsa okusunlar sencileyin bir söz oluveririm.

Semt pazarında annesini kaybetmiş bir çocuk gibiyim sensiz. Kindarım: Muhatabını yere seren şiirler okuyorum. Kendime karşı yere serilişlerimi kutsuyorum. İnsanlardan artmıyor kimse. Zaten bütün özlediklerim senden ibaret.

Denize kıyısı olmalı bazı kimsesizliklerin. Çocukluğa kıyısı olmalı illâ ki. Duadan geçip bir kapıya varıyorum.Yüzümden açılan bir kapıya. Sözlerimle tamir ettiğim evimindir, iç çekişlerle çevrilir anahtar. Kimseler karşılamıyor, yokluğun bile karanlığı örtünmüş. Hâlbuki karanlık bile incinir kimsesizlikten.

Evi çocukluğu gibi olurmuş insanın. Ne çıkacak hiç bilmiyorum, bu uydurma sözden sonra. Evim, yok, benim.

Çocukken pek bir severdim kağıtlardan açılıp kapanan fallar yapmayı, çizgili defterlerden kopardığım yelpazelerle kendimle tutuştuğum cengi serinletmeyi. Kargacık burgacık bir çocukluktu benimkisi. Okunmazdım, seni beklerdim. Güzel yazı dersinden iyi not almazdım, güzellikten yana pek bir şey bildiğim yok o yüzden. Yalnız, gülümsemen ne güzel!

Duadan geçip duaya varıyorum. Başkaca çıkar yol bilmiyorum.

***

Özlemek benim memleketim. Hiç düze çıkmaz, hiç borcu bitmez, iki iblis arasında didinen, benim memleketim.

Sözle döşeli yollarında topal bütün sevinçlerim.

Durmadan mektuplardan ve delilerden bahsediyorum. Aklımı astığım seyrek dallı ağaçların ihmaline geliyorum. Fotoğraflara doluşan kuş seslerini ayıklamak, bir sonbahar hasadını tırtıklamak gibi… Mektuplara sürülmüş gül yaralarını, sesinin penceresinden içeri atıyorum. Bütün meczuplar benim kardeşimdir. Biliyorsun. Say ki şehri sonsuzluk hecesine dolduruyorum. Ağlamak gibi arıtıyor iki günah arasında öpüp kokladığım seccademi.

Meselâ sen bana mektup yazınca, tepsi gibi dünyanın kıyısında inadına bir eşek dikeni oluyorum, eşek kadar olup inat ettiğimle kaldığımdan.

Çiçek mi açacağım belli değil. Kendimi tutmaktan geliyorum.

Sen bana mektup yazınca kekemeliğim tutuyor, hezeyan halinde çiçeğe duruyor erik ağaçları. Ne olur mevsimini de yazsan bana. Şaşırmasam böyle kendimi.

20 Ocak 2013

Nergihan Yeşilyurt

*Didem Madak

 
Yorum yapın

Yazan: 22 Ocak 2013 in Şiir Gibi

 

Etiketler:

Giderken Konuşmalar II

Kısacık bir an’dık: kuşların Boğaz’ı geçişi gibi
rüzgârın tozları savuruşu gibi
yaprağın toprağın yanağına değişi gibi
sevdik ve öldük.

Gayret üzerine düşünüyorum bazen. Yara birden bire buğulanır, biliyorsun. Bütün bir yılı duvarlarıma açttığım billûr yaradan evreni izlemekle geçirmişim. Kucağımda kendinden ölgün kelimeler, kokular adına karışıyor. Kollarımda gölgeler -üzerine gözyaşı, uyku, rüya giyinmişler- Günün içinden geçemiyorum. Konuşup duruyorum hiç anlaşılmadan, hiç susmadan. Kelimesiz, imlâsız. Konuşup duruyorum. Susarsam sanki yokluğun askersiz kalmış her cepheden -ki bütün cephelerde savunmasızım yokluğuna- hücuma geçecek. Ellerimde kadim zamanların kirli kehanetleri ufalanıyor. Şehirler sesimize çatı olabilir mi ki?

Müzik kutusunda eski kitapların külleri ve Fırat ve Dicle ve mürekkebi kalp şehrine akmış hikâyeler… Gidip gelmeyenler, yazılıp okunmayanlar, sevip sevilmeyenler… Aynı hikâyeler… Yüz yıl, bin yıl aynı… Birini alıp Yokluk Başkenti’ne gök yapabilirim. Ne de olsa güneşsiz, bulutsuz, mavisiz sonsuz bir bekleyiş rengidir o kentin tavanı. Asılır durur başımın üzerinde yalanların neon lambaları. Söner, yanar, söner… Önce sönmektir bir ateşin kaderi çünki. Neresinden başlarsan başla hiç birbirine çakılmamış iki taş gibidir bazen beklemek. Çak çak çak! Olmuyor bu zifir bekleyişten boşluğa vuruldukça bir aydınlık zuhur etmiyor. Şehirleri üzerimize çekiyoruz, taşlar inceliyor ışığı görmeden. Ne uzun asırdır bu İlahî. Neresini tutsam sökülüyor vaad edilen günün bayrağı. Nereye gidecek bu tren Yokluk Başkenti’ne uğramadan. Ardında yüküm bakakalırım işte. Bakakaldım. Hep öyle. Almadı ya yıldızları çuvallarında çürüdüler. Bir çocuğun geleceğinden geçmişine yolladığını mektuptu onlar. Almadı ya elmaları unutuldu genç kız yanaklarının. Almadı ya ben bu kentte korkuyorum.

Çabuk olmalı gece yahut da bu kadardır umabileceğim. Sessizlik ilişmiş mektuplar, adımlarımı yutan döşemeler, gölgesi olmayan gidip gelmeler… Çabuk olmalı gece yahut da sabah. Hangisi yetişirse ona hamd! Yetişmezse de bu sessiz meyvesi mahzun meleğin, bu bahçeleri tarumar etmiş güzü, bu uzun uzun beklemelerden getirilmiş taze ölümleri…

Şimdi, bir noktadır. Nefes alsın diyedir. Bir şairin akla çaldığı mayadır. Unutulacak şeyler söylenmeyenler değildir. Kelimeye durunca kalbimdeki ur, bir başka büyük yaradan ve belki isimsiz bir kederden intihaldir bütün bu abartılmış acılar.

İki el sıcaklığında söylemişimdir, yine de söylerim:

Kelimeler köşelerine çekilince,
sarıldım, duaydı, geçerdi.
ne kısa bir ağrıydı dünya: iki kol mesafesi kadar.

Nergihân Yeşilyurt

 
Yorum yapın

Yazan: 22 Ağustos 2012 in Şiir Gibi

 

Etiketler: