RSS

Kategori arşivi: Türk Şiiri

Kimse

Aradıkları yabancıyı, kimse, içimde buldular
yüzleştirmek için şimdi beni de arıyorlar
kimi kimden çekip alacaklar, bilmiyorum
beni kimde bulacaklar bilmiyorum: Kimdeyim
ve bende kim var ki ikimiz sanıyorlar?
Bir kez görür gibi olduğum bir rüyanın
kapısında duruyordum, sırtımda pirinç torbası
içini açık unutmuş gecede, yabancıyı o
rüyaya aldılar, pirincim hafifledi, taşı
bana bıraktılar, pirinç de gitti yabancı da!
Taşı söze çevirmeye çalıştım ve katı
şöhretini hayatın birkaç sözle hafifletmeye:
—N’olur bana taş atma, öyle ağır ki
benim taşıdıklarım, atamam bile sana!
Pirinci taşla yüzleştirdiler rüyayı gözle
benden yabancıyı çaldılar ve ondan beni,
birbirimize benzettiler bizi: İki kimsesizliğe,
ve az geleceğini bile bile aramızdaki
uzaklığa, ikiye saydılar birimizi pirinç
gibi şımarık birimizi taş yerine fazlalık

Atın beni içimden kimse yok artık!

Haydar Ergülen
-40 Şiir ve Bir/nar-

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Ağustos 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

ile

Bir tür ‘hesap’ çıkarmağa çalışacağım. Ama bir ‘bilanço’ olmayacak bu; sonuna ‘çizgi’ çekemeyeceğim, biliyorum. Bu ‘hesap’ sonucu bir ‘fatura’ çıkarmağa da niyetim yok -aslında, istesem bütün ‘maliyet’i kendi ‘hane’me yazabilirdim (kendimi suçlu bulmak, benim için olağan bir tutum -suçlamak kadar, en azından); ama, zaten ‘bedel’i ödediğime -ve ödeyeceğime- göre, buna da gerek yok.

***

İşin zorluğu burada hep : başka türden bir bilinçlilik gerektiriyor bizim ilişkimiz : hazır kalıplar, alışılmış düşünme ve davranma biçimleri hiç işimize yaramadıkları gibi, ket de vuruyorlar ilişkimize.

Her an, hep yeniden kurmamız gereken bir bilinç temeli üzerinde yürüyebilir ilişkimiz ancak. Bu aynı zamanda özgür bir temel : çünkü ‘karar’ımız, ‘isteğ’imiz, ‘inanc’ımız hep bilinçli olarak ayakta tuttuğumuz şeyler olacağından; ‘doğal’ duygulara ve tutkulara dayanmadıklarından, onları her an kırıp atmak elimizde olacak.

Her an, ‘artık istememeğe karar veriyorum’, ‘artık inanmayacağım’, deyip, çekip gidebiliriz, ikimiz de
Sana o gün arabada söylediğim ve pek “kelek” bulduğun lafın anlamı da burada yatıyor: Bana kararsızlıkla gelmemelisin. geleceksen, özgürce ve bilinçli bir isteklilikle gelmelisin.
Bunların eksikliğinden dolayı yitirmedik mi yitirdiklerimizi?
– Dünyanın en zor işini yapıyoruz (ya da yapmağa çalıştık : hâlâ yapıyor muyuz? … ) çünkü; o da şu: Şu boktan yeryüzündeki bütün düzenlemelerin engellemeğe çalıştığı, yasakladığı, cezalandıracağı bir ilişkiyi kurmak ve sürdürmek…
Bunu bilinçle ve özgürce isteme kararlılığına, hiçbir
kuşkuya yer tanımadan sahip olmazsak, nasıl kalkarız ki bu işin altından? …

***

Şöyle bir ikilem yaşıyorum: Seni bütünüyle kendime istiyorum; ama senin özgür olmanı, bağımsız olmanı da istiyorum bana bağlı olmanı; ama, benden bağımsız olmanı…
Bunlar bağdaştırması olanaksız şeyler mi?

***

Bak, seni suçlayacak ( senin deyiminle “yargılayacak”) değilim —- kendimi zaten —- herzamanki gibi—- yeterince suçluyorum; ama ondan da kaçınmağa çalışacağım: Suçlu falan yok! -Çünkü, suç yok.

Güzeldi ve değerliydi yaşadıklarımız; kendilerine layık birer yer bulacaklar ikimizin de yaşamlarında: Hüzünleri eksik olmayacak__ama olsun: o l a c a k l a r ya!…

***

Yepyeni bir başlangıçtı, senin ile birlikte yaşamak istediğim, yaşamaya giriştiğim – yepyeni ve en baştan.-
Şimdi, bu hayalin ne denli olanaksız olduğunu kavrıyorum, yavaş yavaş (öteki evet “paldır küldür”dü!) – kişi geçirdiği koskocaman yaşamın yükünü omuzundan atıp, nasıl ‘yepyeni”, ‘en baştan’ başlasın ki yaşama: sanki ‘yeniden doğarak’ – bunu istedim ben; olacağı yoktu – zaten (nitekim)olmadı da…
Olabilir miydi? – Bilmiyorum!
Ben hazır olduğumu söylüyorum; ama bundan da tam emin değilim – artık…

***

İki kişi, ilişkilerini o l d u r a c a k kadar kuramazlar ama öldürecek kadar bozabilirler, yaptıklarıyla. Bir de kendi haline bırakırlarsa, kurur gider ilişki- kendi kendine, ölür.

Şundan dolayı: İlişkinin uçlarında o kişiler vardır yalnızca- o, o ilişkidir; o iki kişinin ilişkisi… Biriciktir. – oysa, o iki kişinin daha bir sürü ilişkisi vardır, başka kişilerle. İşte, bu öteki ilişkiler, o kişiler yoluyla hep bulaşırlar onların ilişkisine- o zaman da saflığını yitirir, katışık hale gelir; bozulur, yazlaşır, ölür.

Demek ki, ilişki o iki kişinin yaptıklarıyla olamıyor, ama onlarsız da olamıyor- o iki kişinin kendisini sürekli bilinçlendirmelerini, yapmalarını, kurmalarını; başka yabancı şeyleri de sürekli ayıklamalarını, engellemelerini, uzak tutmalarını gerektiriyor.

***

“Birçok şeyi konuşmamız gerek” dedin.
Haklıydın: Önümüzde, sanki, çok zorlukla seçebildiğimiz, içinde nelerin bulunduğunu ise neredeyse hiç bilmediğimiz bir yeni alan açılmıştı daha önce hiçbir insanın dolaşmadığı bir balta girmemiş orman’ gibi… ‘Kâşifler’ oluyorduk : ilk kez ‘keşfedilecek’ bir bölge vardı önümüz- de.

Zaten, ta en başta (hatta, bir ‘ilk tümce’ olsun diye) şöyle düşünmüştüm:-
İlişkide neyin ortaya çıkacağını, ilişkiye giren kişiler önceden bilemezler-

***

Ve tabii yürümek – bu konuda kafamı nasıl bozmuş ol duğumu biliyorsun yürüme-birlikte yürüme… Daha ulu birşey bilmiyorum – Sevişmek bile bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama patlayan ve sönen tutkusuyla heyecanıyla doyumuyla birlikte yürümekten daha üstün değil – hele bir de birlikte gidilecek bir yer (bir amaç bir erek) varsa…

Yürüyüş-

Ne kavram ama!…

***

“Korkuyorum – aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorum” dedin: Önceden başkaları ile birlikte yaşadıkların vardı tabiî ki anılarında. Onlar şimdi yaşamaya girişme durumunda olduğun ‘yeniye sanki, bulaşan, ‘eski’lerdi. Oysa ilişki, ne kadar uzun sürmüş olursa olsun, sanki hep ‘yepyeni’ olmak zorundadır: Yeniliğini yitirip, bir kez eskilerin yinelenmesi hâline girerse, hiçbirşeye de yaramaz duruma düşer.

***

‘Aşk’ çünkü önemsiz; giderek değersiz birşeydir: kişinin ‘başına’ nedensizce, hatta, nesnesizce ‘gelir’ : n e d e n şu kişiye âşık olmuşsundur; kimdir âşık olduğun – belirsizdir – çünkü, yalnızca bir ‘etkilenim’, bir ‘tutku’dur -işte : bir tutulmuşluktur…

Sevgi ise dünyanın en önemli; giderek de (enderliğinden mi acaba-herhalde… ) en değerli şeyidir-çünkü, kişinin bilinçle ve tam da belirli bir kişiye yönelik, bulunabileceği en yoğun ve en yalın-anlamlı; amaçlı – eylemidir.

Düşün: Sevgi, eylemdir.

***

– Şöyle düşün: Nasıl ‘aşk’ denen şeyin en son temeli ve nedeni yoksa, kişi de belirgin bir temel ve neden aramaksızın bir kişiyi sevmeğe karar verebilir – kendi dışından yönlendirilmeksizin, içinden çıkarak yönelebilir.

Peki bu, yapmacıklı -yapay giderek sahte- olmaz mı?” Hayır: yeter ki kişi gerçekten yapsın – kurar o zaman sevgiyi, sanki, yoktan vareder…

***

Sonra, “benim özgürlüğümü kısıtlama-” dedin.

– Bu çok temel (benim için en temel) belirlemeydi: ilişki, ilişkideki kişilerden birinin -hele, ikisinin birden- özgürlüğüne kısıtlıyorsa, hiçbir değeri yok demektir- hatta, tam bir değersizliğe düşmüş, demek…

ilişki, iki kişinin, birbirlerinin özgürlüklerini korudukları bir çerçeve olmalı- ilişkinin ‘dışı’na karşı, tabiî, ama, belki bundan da önemlisi, ‘içi’ne karşı, yani kişilerin birbirilerine karşı…

Ama, nasıl?…

***

İlişkide utanca da yer yoktur. Utanç, temelde, kişinin ken-dini başkalarına olduğu gibi göstermekten kaçınmasıdır, oysa ilişki, iki kişinin kendilerini biribirlerine oldukları gibi göstermelerini gerektirir – her bakımdan…

Bunu yapmak çok zordur, biliyorum – belki de, son sınırında, olanaksız-; ama, sen de ben de, bunu doğallıkla, kendiliğinden yapabilecek duruma gelmedikçe, ilişki tam olarak kurulamaz.

İlişki ancak iki kişinin kendilerini karşılıklı ve tam olarak biribirlerinin ellerine teslim etmeleriyle kurulmağa başlanabilir çekincesiz, sakıntısız, utançsız…

***

(Ama sen, gene de dikkatli ol, ey Okur –

Burada yazdıklarım temelden yanlış, yanılgılı, ya da, en azından, yalnızca benim öznel düşüncelerim; dolayısıyla (sen benim burada yazdıklarımdan kendin için birşeyler çıkarmak istiyorsan), senin ilişkin için geçersiz, olabilir.)

***

Benim ile ilişkide olman, başkalarının gözünden bakınca, tedirgin ediyordu seni…

***

– İlişkimiz, oradaydı, vardı; ama, biz birarada değildik : sen benim yanımda değildin, ben de senin yanında

– ilişkimiz oradaydı; bizse, orada, değildik…

***

Sahici ilişkide hayranlığa yer yoktur; çünkü, sahici ilişkide, iki kişi, biribirini iyi tanır – ya da iyi tanımağa çalışır (lar)-; iyi tanınınca da, her kişide ne kadar büyüklük’, yücelik varsa, bir o kadar da ‘küçüklük’, alçaklık olduğu görülür-görebilen, görür.

***

Sevmek, içini açmaktır.

***

“Lütfen merak etme lütfen, lütfen, lütfen” demişsin – kişinin elinde değildir ki merak etmemek, seviyorsa –

Senin o “lütfen”i üç kez yinelemen de bunun -bunu bildiğinin- göstergesi:-

Sevgi, çünkü, kişinin bütün yönelimlerini tek bir yere çevirir; bütün etkinliklerine tek bir yön verir: sevdiğine — sevdiği de, bunu, bilir…

***

Sevgi, bir kişinin, kendisini bekleyen bir kişinin kendisini beklediğini, bilmesidir.

***

Sana çok acı veriyorum” dedim, “-kötülük mü ediyorum sana?” – “Biribirimizi seviyoruz; bu yeter” dedin:-

‘Acı vermek’ – zorunlu muydu bu?…

Oysa ilişki hep hoş birşey olsun; sevinçli -sevinçle-yaşansın istenmez; dahası, gerçekten de öyle olmaz, öyle yaşanmaz, mı – bir ‘mutluluk’ kaynağı olarak?…

Öyle – ama şunu düşün:-

Kim(ler)den acı çekeriz, ve, kim(ler)e acı veririz? – Aldırmadığımız, boşverebildiğimiz, bizim için önemsiz insanların yaptıkları bize acı vermez; birisine acı verecek birşey yapmak için, oysa, ona önem vermemiz gerekir – yoksa, işte, aldırmayız, boşveririz…

Demek, ancak, sevdiğimize ‘vere’biliriz, ‘acı’yı…

***

Kişi ne kadar ‘genç’ olursa olsun, ‘ilk’ ilişkisi ilk ilişkisi değildir – ne kadar da ‘yaşlı’ olursa olsun, ‘son’ ilişkisi son ilişkisi, değil…

İlişkide anlamı belirleyen ve yer tutan, ‘reel’ zaman aralıkları ve uzam bölümleri değildir: her ilişkinin kendi bir iç’ zamanı ve uzamı vardır; onların içinde oluşur – bu yüzden hiçbir ilişki, bir başka ilişkiden ‘önce’ ya da ‘sonra’ değildir; her biri, ötekilerle hem ‘içiçe’dir, hem de onlardan ‘apayrı’.

***

“Senden birşeyler beklerken, acı çektim; ama, seni bir yere oturttuktan sonra, rahatladım, acı çekmiyorum artık” dedin bana.

Bu ‘memnun’ da olmam gereken birşeydi, herhalde; ama, sana artık acı bile veremiyor muydum-senin bir ‘yer’ine oturtulup kalmış, mıydım-

Bu düşünceydi, bana, acı veren…

***

“Boğuyorsun beni dedin, ben de seni aramamağa karar verdim- sonradan, bunu sana söyleyince de, “Ben seni hergün ararım” dedin.
İlişkinin yapısında yatan yoğun çalkantı çıkıyordu ortaya.

***

Aynı gün, pespese, bana, “Seni istiyorum”, ve, “Beni yalnız bırak” dedin; ben de öyle yaptım, “Seni bekleyeceğim” diyerek bekledim de, ama sen, gelmedin…

***

Bilmiyorum ki…” dedin – pek çok durumda, pek çok konumda, ben de, öyle, neredeyse hep, bilinemezlikler içindeydim-

hep belirsizliklerle çevrilidir ilişki, diye düşündüm. sızarlar bile onun içine, diye…..

Sana ve bana ne kadar önemli bir iş düşüyor, o zaman, görüyorsun-

İlişkimizi, üstüne hep yeniden çullanan belirsizliklerden temizleyerek, hep yeniden, an hâliyle tutmak-bilinçlendirmek…

Onlar hep vardır, hep de çullanırlar ilişkimizin üstüne – bize de düşen, onlar hep yeniden ayıklayarak, onu hep yeniden kurmak…

***

Sık sık karşımıza çıkıyordu. “Unutamıyorum” – “Bunu asıl taşırım?”-“Aklıma geldikçe…”, diyorduk, sen de ben de, kötü, zedeleyici, kırıcı; ilişkimiz açısından gereğinde yıkıcı olabilecek bir olgunun, olayın, eylemin anısıyla ilgili olarak – anılar ile ilişki arasındaki bağlantıyı düşünürdüm o zamanlarda:-

Anılar, garip ya işte, ‘geçmiş şeylerin taşıyıcıları oldukları halde, şimdi-burada’ki ilişkinin en önemli temelini oluştururlar-‘şu anda’ kurduğumuz, hep, daha önce kurulmuşların üstüne kurulur, bunları ‘şimdi’ye taşıyanlar da, anılardır. Bu bakımdan, her anı da, ilişki açısından, olumlu ya da olumsuz-ilişkinin kurulmasını destekleyici ya da köstekleyici- anlam yükleri taşır. Diyelim, senin ile benim, birlikte yaşadığımız hoş, güzel, mutlu olayların anıları, ya da, nahoş, çirkin, üzücü olayların…

Yani, belirli bir anlamda, bir ilişkiyle ilgili her anı, sanki bir duygusal etiket’ taşır, onunla birlikte tutulur bellekte: “Ne iyi olmuştu…” / “Ne kötü olmuştu…”…

O zaman, ‘anı’ – ‘ilişki’ bağlantısında, ideal durum şu olurdu diye düşünebiliriz: İnsanda öyle bir anımsama (bellekte tutma/ bellekten silme) yeteneği olsaydı ki, ilişkideki iki kişi, her biri ayrı ayrı; ya da, konuşarak, anlaşarak, birlikte, ilişkilerine katılan anıları ayrıştırıp ayıklayarak anımsayabilselerdi-yani ilişkinin belleklerinde taşınan geçmiş duygu temelini -anlam yükünü- de kurabilselerdi…

Şöyle olabilirdi bu: Her anı, anlamının ilişkiye katılması -onu etkileme, yönlendirme, biçimlendirme özellikleri- açısından ele alınır, ilişkiyi yeğinleştirmesi/ yoğunlaştırması, yoksullaştırması/ zenginleştirmesi, alçaltması/ yüceltmesi bakımından değerlendirilir, bu değerlendirmenin sonuçlanı, ilişkinin bilinç temeline katılırken de, olumsuz anılar silinip, olumluları tutulabilirdi.

-Böyle birşeyin olamayacağı bir yana, acaba -bilgisel, zihinsel, hatta, psikolojik olarak- olanaklı olsaydı, olmasını istemek doğru olur muydu?

Bu yüzden kişilerin en çok çaba göstermeleri gereken şey, oluşturdukları ilişki konusundaki anılarına, hem kendilerinde, hem ötekinde, dikkat etmektir : kendi, neyi ne kadar çarpıttığına, ötekinin de anısında, neyin ne hâle girdiğine…

***

Birkaç kez, yapmak istediğin, yapmağa karar verdiğin, ya da yapacağın, birşeyden sözederken, birinci tekil şahısta konuştun: “…cağım”… Oysa bunlar ilişkimizi-yani beni de ilgilendiren şeylerdi. Sana ‘ben’ ile ‘biz’ arasındaki farktan sözettim:

***

“Beni vapura bindirecek misin?” diye sordun – “Evet Canım – herşeyi yapacağız birlikte” dedim ben de-

Oysa ne sen ‘vapura binebilecek’ haldeydin, ne de ben seni herhangi birşeye ‘bindirecek’ halde- uzaktan haberleşmek dışında, hiçbirşey yapamuyorduk, birlikte-nerede kalmıştı ki, ‘herşey’i yapmak…

Gene de:
bekleyecektim,
bekleyecektin,
bekleyecektik…

***

”Ne kadar sürebilir bu?” diye sordun, ilişkimizle ilgili; ben de, ”niceliği önemli değil, niteliği önemli” dedim – sonra, ”hep böyle olabilecek miyiz – her şey öylesine değişiyor ki…” dedin. Ben de ”Biz kendimiz – özgürce – değiştirebilirsek, olabilir” dedim.

İnce bir dengeydi bu – saçma, belki, ama şöyle bir sonuca vardım, sonunda: –

İlişki için belirleyici olan, senin ile benim, zamansal olarak, n e k a d a r birarada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak, n e k a d a r şeyi birlikte geçirdiğimizdir – bunun da ‘nicelik’le hiçbir ilgisi yoktur.

En uç durumu düşün: sen ile ben, hiç ‘birarada’ olmadan da ‘birlikte’ olabiliriz (biraz önce bunun üzerinde durdum:) – ben, tek başıma birşey yaparken seni düşünerek yapıyorsam, yaptığımı; sen de, tek başına birşey yaparken beni düşünerek yapıyorsan, yaptığını, birlikteyizdir.

Bu bir avuntu mu?

***

Kurulmuş, hazır bir ilişki, ilişkide olanlardan birinde meydana gelen bir değişiklikle başedemez-

Değişen kişi ile ilişkide olan kişi, ilişki ve öteki kişi konusundaki değerlendirmelerinde ve, dolayısıyla, eylemlerinde, ilişkinin ‘eski kuruluş temeline dayanmak zorunda kalır-oysa, işte, öteki kişi, değişmesiyle, o temelin ötesine geçmiştir.

İlişki, artık, o değişikliği özümseyemediğinden, sanki, şaşkınlaşır, ortalıkta gezinmeğe başlar…

Bir de, bir adım ötesini düşün: ‘Kişi denen varlık türünün, zaten, sürekli değişen -değişim içinde olan; yani olan ama oluşan (haydi, biraz daha sözcük-oyunu yapayım:)-olması değişme olan, bir varlık türü olduğunu (!) hesaba katarsak, ne oluyor, ilişki’ denen varlık türü?…

(Görüyorsun, ey Okur, buralarda ne çok yanıtsız soru, ne çok çözümsüz sorun var – sana bir ipucu vereyim : bu kitabın sayfalarındaki boşlukları, oralara yazacak birşey bulamadığım için boş bıraktığımı varsay; ve, oralara yazılabilir olabilecek birşeyleri, kendin, düşün…)

***

Sana birkaç gün önce demiştim, “Sana hiç güvenmiyorum” diye – sen bana, “Sen bana tam olarak güvenmiyorsun dedikten sonra:-

Güven, ilişkide, çok temel bir yer tutar – tersinden başlayalım: Güvensizlik, naftalinlenmemiş yünlünün içine giren güve gibi (-ses benzerliği herhalde rastlantı!), delik- deşik eder ilişkiyi. İki kişinin karşılıklı güveni de temel taşı gibidir ilişkinin: onun üstünde sağlam durur.

Öte yandan, güvenin bir özelliği, sanki tek bir bütünlüklü tutum (duygu’ değil) olmasıdır; sanki, niceliği yoktur (-bak: yukarıdaki tümcede, “İki kişinin karşılıklı güvenleri” demedim: İki kişide aynı aynı bulunan birer ‘duygu’-‘güven duyma’- olduğu halde; ikisi için de bir ve aynı tutumdur bu; ya da ancak öyle olunca, güvendir), dolayısıyla, ya t a m olarak vardır, ya da h i ç yoktur.

– Bunu daha önce de (en başta) anlatmağa çalışmıştım sana:-

Şimdi, ilişkimizin-senin ile benim-ulaştığımız noktada, yokuş aşağı’ iniş başlamıştı -‘frensiz’…

***

“Birgün bir sevgilim olursa ne yaparsın?” diye sordun bana. Epey duraksadıktan sonra, “Bilmiyorum” dedim.

Bilmiyordum, gerçekten, ne yapabileceğimi.

***

“Kabullenme ve güvenme” üzerinde durmuşum (hep çıkıyordu bunlar, birer sorun olarak, ortaya, değil mi?) — sana güvensizlik duymamın —sana güvenmememin— kendime güvensizliğimin sonucu olabileceğini de düşünmüşüm:-

İlişkimizin sağlamlığına tam (gene!…) inansaydım, sana da tam güvenirdim — ‘aldatılmak’ da aklımın ucundan geçmezdi; kendime de, senin ile olan ilişkim içinde, güvensizlik duymazdım. Ama, işte, senin ilişkimizi —bizi— tam olarak, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, kabullenmekte eksik kaldığın sonucuna vardığım durumlarda; o ‘kuşku kurdu’ başuzatınca, bilgi eksikliğim, kıskançlık olup çıkıyordu.

İlişki, sallantılı hâle geliyordu.

***

Senin ile birlikte yapacağımız —yapacağımızı düşündüğümüz; biribirimize yapacağımızı söylediğimiz— ne çok şeyi yapmadık : bu da, herhalde, ilişkinin bir gereği:-

Olanaksızlıklarımız da katılır ilişkimize, olanaklarımız kadar—

Sen ile ben, ne çok şey hayal ettik, birlikte yapacağımız, yapmak istediğimiz, yapmamız gereken; ama ‘hayal’in neredeyse sınırsız yayılım gücüne karşılık, ilişkinin ‘gerçek’liği, çok belirgin, sınırlı, giderek dar bir uzam içinde oluştu.

Bu uzam da, işte, gittikçe belirginleşirken, sınırları açıklaşırken, garip ya, gittikçe daha sınırlı, daha dar bir hâle geldi…

— Çünkü kişiye —sana da bana da— tek bir ilişki yeterdi — olabilseydi…

— Ama, olamaz——

Hep çoğaltıp hep azaltır kişi, ilişkilerini — o yere; hiç çekincesiz, hiç kuşkusuz, kendisi olabileceği yere, ulaşamadan — kendisi de, hep çoğalıp hep azalarak…

***

İlişki, ötekinin, kişinin herşeyi olmasına yönelir hep; dolayısıyla, ilişkinin bu yanındaki kişinin ilişkide bulunduğu ve bulunabileceği yerlerden herhangi birinde başka bir kişinin bulunmasına, dayanamaz-iki kişinin yalnızca tek bir-biribirleriyle olan- ilişkilerinin bir başkasıyla olması olanaksız olduğundan dolayı da, sürekli, çekemezlikler, kıskançlıklar girer araya; giderek, ilişki kendi kendini kemirmeğe başlar.

***

“Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş bir şeydir…”

***

Olanaksızlıktan yola çıkan ilişki, ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, belki, ulaştığı en son gerçekliğidir.

***

“Beni daha az sevdiğini hissediyorum” sonra, gene, “beni artık daha az seviyorsun” dedin bunu duymana yolaçan, aslında benim seninle ilgili olmayan bir ‘ruh halim’di, ama ilişkimizi-benim ilişkimize bakışımı-da etkiliyordu bir tür karmaşa içinde olma duygusu-içinde, kendini tükenmiş hissetme; kendini sahteleşmiş hissetme gibi katkıları olan bir duygu..

Bu duygu ilişkideki iki kişiden birinin üzerine çullanmışsa, ilişki tehlikededir:-

O da yorulur, bezginleşir

***

“Ben buradan gideceğim” dedin- biraz sonra da, “yanlış yaşıyorum”…

“Nereye gidersen git, kendini yanında götürürsün” dedim ben de. – Kopuş noktaları belirginleşiyordu artık…

***

“Beni itiyorsun” diye seslenmişim sana, “nereden en iyi itebileceğini de, bilerek… Böyle bir ruh hali’ndeyken de şunu düşünmüşüm: “Beni sevip sevmediğinden bile emin değilim, artık-

Senden haber alamamak hem seni merak etmem açısından, hem de senin bana haber vermeyi önemsememen açısından, acı veriyordu.
Aldırmayabiliyordun-

***

Hani, çok önceleri, “Sadakat nedir?” diye sormuştun bana; ben de şöyle birşey söylemiştim;
‘Sadakat’, kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeri hep onun için korumasıdır;
‘sadakatsizlik’ de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır;
‘ihanet’ ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması-

***

Daha genel olan aldatma kavramına dönelim, şimdi şöyle düşün:-
İlişkide ‘aldatma’ olamaz, varsa da, ilişki artık yok demektir. M u t l a k (bak, bu sözcüğü bile kullanabiliyorum), tam bir dürüstlük ve açıksözlülük üzerine kurulabilir ilişki ancak bunlardan en küçük bir sapma bile, bütün ilişkiyi zedeler, yırtar, yokeder. Şunu düşün bir: Aldatabileceğin bir kişiyi sevebilir misin? – Aldatabiliyorsan, sevmiyorsundur-seviyorsan da, aldatmak elinden gelmez.

Giderek, kendini aldatmaktır çünkü, gerçek bir ilişkin olan kişiyi aldatman, ilişkinin olamamasıdır -senin de, sen, olmaman…

***

“Birisiyle konuştuklarını benden gizleme gereksinimi duyuyorsan, hiçbir ilişkimiz yok demektir” dedim sana:-

***

“Artık dayanamıyorum – kendimi faziletsiz hissediyorum” dedin, ben de, “Değersiz hiçbirşey yapmadık” dedim.

Nedendi o duygun? – Belki, şu: Senin ilişkiden beklediklerin ile benim ilişkiye kattıklarım, dengesizleşmişti- daha çoğunu bekliyordun; daha azını buluyordun…

***

İlişkimiz için, “Böyle sürerse kirlenecek” dedin; ben de, “Bunu söylemekle kirletiyorsun asıl” dedim:-

Bu kez de ‘kir’ – ‘kirlilik’…

Ne zaman kirlenmiş hisseder kişi kendini?

***

İlişkiyi kurmak için ne az şey vardır, kişilerin ellerinde – oysa bozmak için ne çok bulunur, kendilerinde de, dünyada da, diye düşündüm, sonuna doğru giden ilişkimize bakarak.

***

Garip bir kararlılığın vardı-çekingenlikle çevrili bir kararlılık…

Bitirmek istiyordun ilişkimizi.

Epey konuştuk; ben, “Seni destekleyeceğim, ama bu yanlış” dedim : ileri sürdüklerine itiraz edemiyordum (özgürlük’ten ve yalnızlık’tan söz ediyordun), ama istemiyordum söylediklerinin doğru olmasını -sen, bana, kendi ‘ilke’mi anımsattın (Bazı şeyleri (belki, her bir şeyi) yaşayıp bitirmek gerekir, yoksa, yaşanıp durdukça, bayatlarlar); bense, “S…yım ilkemin içine – ben seni seviyorum” dedim.

“Öyle yapmasaydık herşeyi tüketirdik” dedin. Ben de hak verdim sana-ama garip bir durumdu bu: İlişki artık yaşanmayarak nasıl olur da ‘koruna’bilirdi yaşamakla gerçekleşmez miydi, ilkin?…

Ama işte, doğru yaşamak -yaşanmak- tüketir ilişkiyi -ilişki ancak yaşamakla varolur, ama, yaşandıkça da, tükenir-

Nasıl bir varlık yapısı gösteriyor, o zaman, bu durum:-

Tüketmek için mi varetmiştik onu?…

***

Sesin bezgin geliyordu – “Özledin mi?” diye sordum; “Bilmiyorum” dedin.

Bu, ‘son’un gelmekte olduğunu imliyordu – hiç duraksamadan, hiç kuşkulanmadan, çekincesiz, “Özledim” diyemediğine göre, ilişkimiz tükenmeğe yüztutmuştu demekti.

***

“Sınıra dayandık” dedim sana- “İlişkinin kurulabileceği en uca – uçurumun kıyısına getirdi yol bizi şimdi geldiğimiz noktada, bizi buraya getiren yolu yadsımadan da, uçuruma düşmeden de, yürümeyi öğrenmeliyiz.”

(Uçurum’ eğretilemesi hep yeniden çıkıyordu ortaya, değil mi-ama bir bak şuna: ‘uçmak fillinden geliyor, ‘uçulacak / [birşeyin] uçurulabileceği (‘uçurtma’!) yer’ gibi bir anlama geliyor, galiba, ‘uçmak fiili de herhalde ‘uç’tan- ‘ucuna gelmek…)

Bununla ‘ara bir yol’ bulalım, demek istemiyordum, biliyorsun: İlişkinin her bir ögesi yeterince kökten olmalıdır; ilımlılığa yer yoktur ilişkide – en küçük kaçınma, sapma, sulandırma öldürücüdür, ilişki için.

Ama sen “yalnızlığını istediği”ni söyledin – şunu kavradım o zaman uzunca bir süredir birlikte birşey yapmıyorduk – yapma yönelimlerimiz, kendi başlarına, ayrı yollar yürüyordu, artık.

Yani, ilişkinin temeli yitmişti.

“Peki” dedim ben de, “seni zorlamayacağım, sen kendin istersen geleceksin -ama bil ki gelmeni istiyorum.”

***

“Aynılmalıyız” dedin – ben de. “Ayrılma tek kişilik bir edimdir, ayrılmak isteyen, ayrılır” dedim:-

Doğruydu da, tam doğru değildi: Bırakmaktır asıl tek kişilik edim olan, ‘ayrılmak’ ise, herhalde, her iki kişide de temelleri, nedenleri, yönelimi olması gereken birşey-iki kişi, ayrılır(lar); buradaki tekil/çoğul farkı da (en azından Türkçe’de) sınırda duran bir fark : Örneğin, üçüncü bir kişinin “onlar ayrıldı” demesi ile “onlar ayrıldılar” demesi arasındaki fark birincisinde, ikisinin ayrılmış olmaları ikincisinde de ‘her birinin ötekinden ayrıldığı gibi bir bilgi içeriği var – yani, birincisinde, ikisinden birinin ötekinden ayrılması yeterlidir, ‘ayrıl’ma için; ikincisindeyse ikisi birden, biribirlerinden ayrılırlar bu da, ‘ayrılış’tır…

– Biz artık, ayrı olabiliyor idiysek, sen ile ben arasındaki şu ‘i l e’, artık, yok, demekti-

***

“Nereye gitmek istiyorsan, git” dedim sana – bu, hem bi ‘temenni’ydi, hem de bir ‘teslimiyet’: Bana direnerek, benden kaçınarak, benim ile birlikte olmak istemeyerek bulunmayı seçebileceğin yerler konusunda, işte, başka bi şey yapamazdım:-

Gidebilecek idiysen, gidecektin; ben de, seni bırakabilmek idiysem, bırakacaktım

– ayrılacaktık…

***

“Birgün benim yüzümden acı çektiğinde -ki, çekeceksin- lütfen az çek…” dedin; bense, tutup, erkekler ile kadınların ilişkiden bekledikleri arasındaki fark konusunda ahkam kestim sana- tam bir budalalıktı, bu-

Bambaşka birşey düşündüğünü, çok sonra anlayabildim -sen düşündüğünü gerçekleştirdikten sonra….

Çektiğim çekeceğim-acının ‘azal’mamasına çalışıyorum, şimdi

***

“Beni bir daha görmeyeceksin” demiştin, giderken-öyle de oldu


***

Seni hep yaraladım.

— O en başta farkına vardığım ‘yaralılığın’ da, birşeyler ‘öğrenme’me yaramadı, işte…

Şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeğe çalıştım — biliyorsun onları), derinden acı verdi sana, biliyorum—

(Hani, bir akşam vardı, sen, inleye inleye, bitap düşüp — )

-Bunları affettirmem —senden özür dilemem— de, artık, anlamlı değil.

Bunların ne kadarı benim ‘özel’ – ‘öznel’- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi ‘genel’ —’nesnel’— niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.

Tek bildiğim, başarısız olduğum—

(—Zaten, Ustam da, en başta alıntıladığım ‘itiraf’ında, aynı şeyi söylemiyor muydu?!…)

Kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince, ulaşamadım — bu ‘beceriksizlik” yalnızca benden mi kaynaklanıyordu; onu da, bilemiyorum.

Muhtemelen, öyledir.

Ne sen, ne de ilişkinin kendisi—

Yalnızca ben sorumluyum, bu başarısızlıktan…

***

— Birden bir kötü düşünce düştü aklıma: Sen, acaba, benden, alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir şey kalmadığında mı, gitmiştin?…


Oruç Aruoba / ile

“Yabancıdan da beter olma’nın ne demeğe geldiğini anladım”, dedim sana, olmayacak bir raslantı sonucu, kaçınılamayacak bir biçimde yeniden yanyana geldiğimizde ve belirleyemeyeceğimiz bir süre yanyana durmak zorunda kaldığımızda – ne kadar zaman geçmişti, ayrılmamızdan…

‘Soğuk’ bile denemeyecek bir konuşma geçti aramızda sen, şakacı bir tutum takınmağa çalışıyordun; bense, suskunluğuma sığınıyordum – acı vericiydi, bütün hepsi…

Sonlara doğru, “Ne yapalım [bana taktığın özel adı yeniden kullanarak]” dedin, “O kadarcıkmış”—

Bu söz beynime saplandı hâlâ da orada duruyor- Sen, böyle birşey, söyleyebilmiştin, bana-

İlişkimiz için, böyle, diyebilmiştin-

Ne kalabilirdi ki, geriye?….

– Birden bir kötü düşünce düştü aklıma: Sen, acaba, benden, alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir- şey kalmadığından mı, gitmiştin?…

Bazı söylediklerin bunu destekliyordu- Ama dayanılmazdı bu, benim için:-
Sen, nasıl olurdu da, beni tükettiğini düşünebilirdin-
ben, nasıl olurdu da, senin gözünde, tükenebilirdim?… Çevremde oluşan yoğun sessizlik de, aynı şeyi söylüyordu: sen, öyle yapmıştın:-
“O kadarcıkmış, işte” demiştin.
Kendi kendime uydurduğum birşey de değildi bu —
öyle
demiştin

Oruç Aruoba / ile

‘Gürültü içinde sessiz, kalabalık içine yalnız”
Kaan Özkan, Notos Edebiyat Dergisi, Ağustos-Eylül 2010

Oruç Aruoba’nın metinleri her zaman yazılanla yaşanan arasındaki mesafeyi sorgulamaya yol açmıştır. Üstelik, bu mesafeyi kısaltmanın bir okurun düşeceği en büyük tuzağı hazırladığını bilmemize rağmen. Peki ama bir okur ya bu tuzağa bile bile düşmek istiyorsa? Ya aradaki mesafe, sanılandan azsa? İşte o zaman, insan kendi kendine şöyle sorular mırıldanıyor galiba:

Bu bir tahmin olacak elbette ama Oruç Aruoba’nın defterlerini okuyan herkes öznel bir tarihe şahitlik ettiği duygusuna kapılıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarınızı okumak, sizinle yan yana yürüyüp hayatı algılayışınıza tam da gözbebeğiniz hizasından tanık olmak gibi bir şey. Okurla aranızdaki bu yakın mesafeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Okurlarım şimdiye dek ancak tek bir defterimi okumuş olabilirler; çünkü tek birini yayımladım—açılıp kapandığı, başlayıp bittiği belli olduğu için… Yoksa, aslında tek bir defterim var; yıllar içinde dallanıp budaklansa da, fiziki olarak şu kapaklar arasında, şu cilt içinde ayrı adlar almış da olsa, tarihsel sıra içinde, en azından gün-be-gün sürekliliği olan bir defter… Her yazar tek bir kitap yazar, dictum’undan önce, her yazarın tek bir defteri vardır, dictum’u daha da doğru herhalde. Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu—önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmağa giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim..
“Öznel tarihe şahitlik etmek”—Evet, ama defterime yazarken, tuttuklarım güncel yapıp-etme kayıtları değil; onlarda yaşadıklarım yoluyla düşündüklerim, onlarda kaydadeğer bulduklarım…
“Gözbebeği hizası”-”yakın mesafe” konuları karışık: yazdıklarından hareketle bir yazara kişi olarak yaklaşmak zor iştir. Biryerlerde belirttiğim gibi, okur okuduklarının ardında bir kişi görür gerçi; ama bu, ‘asıl’ kişi ile çakışmayabilir, hatta bazen ona ters bile düşebilir. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana “yakın” buluyorlar; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.

Okur karşısında bu kadar yalın olmak aynı zamanda bir sahiciliği de ifade etmiyor mu? Gerçi “sahici ben” diye halihazırda verili bir şey olmadığını bilerek ve sadece hesaplaşmanın apaçık yürütülmesini kast ederek soruyorum bu soruyu…

Yazdıklarımı hiçbirzaman “okur karşısında” yazmadım—yayımlanmaları birçok başka koşul gerektirdi. Wittgenstein’ın dediği gibi “kendimle kafakafaya vererek” yazdım; yazdıklarım çok sonradan ‘kitap’ olup iki kapak arasında, bir cilt içinde biraraya geldiler, “okur önüne” çıktılar.
“Yalınlık-Sahicilik” açısından, Simplex sigillum veri (Yalınlık hakikatın mühürüdür) diye bir eskil saygıdeğer deyiş vardır. O yalınlık düzeyine bazen ulaşabildiğim belki söylenebilir; ama bunun böyle olup olmadığını ben yargılayamam.

Bununla birlikte yaşanılanla yazılan arasında hep bir mesafe olduğunu/kalacağını da belirtiyorsunuz. Yazıyı var ya da vazgeçilmez kılan da bu mu sizce?

Yaşanan yazıldı diye değişmez; oysa öyle yazılmasını belirleyen öyle yaşanmış olmasıdır. Burada tabiî devreye dil girer—yaşanmışın düşünülmesi başka şeydir, düşünülmüşün yazılması, başka şey… Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmağa çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyası olarak yazdıklarımı da “şiirsel” buluyorlar.
Bir örnek vereyim: Birgün, geri çeviremeyeceğim birisi, bana bir tavşan yavrusu armağan etti—hem de iki kez: birincisi ilk günün sabahına ölü çıkınca, ikincisini getirdi. Ben de ‘tavşan beslemeğe’ başladım. Ama ne yapmam gerektiğini bilemiyordum—örneğin, ne versem hemen büyük bir hızla yiyip bitiriyordu: bu yararlı mıydı; neyi ne zaman ne kadar yedirmeliydim?… Gidip Eminönü’ndeki ‘pet’ dükkânlarına sordum, “Tavşan Besleyene Kılavuz” gibi birşey var mı, diye; “Yok” dediler. Dönüş vapurunda, kafamdan geçen çeşitli düşünceler (… “havuç sever”… “güney balkonu”… “tahta kutular içinde”… “günde bir tane verebilirim”… gibi) arasından “Tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir.” tümcesi çıktı. Bu hoşuma gitti; bir de eğretileyebileceğim bir alan açtı; sonradan ‘aynı minval üzre’ yazdığım tümcelerle bütünlediğim kitabın ilk tümcesi oldu—tavşanımı, artık başedemediğim bir hale gelince, götürüp profesyonel yetiştirici olan birilerine verip bırakmak zorunda kaldıktan sonra, bütünlendi, yayımlandı.

Hani’deki “Yavaştır yaşamının anlamı” tümcesi, bugüne bir karşı çıkışın temsili gibi. Hızlandıkça anlamı/mızı mı yitiriyoruz bu çağda?

O tümce bir eleşiriden çok, bir saptama: Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar “hızlandır”dığını sanarsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ tempo’suyla, zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın tempo’sunu kurcalamamak gerekir. —Zen bilgeliği, “Herşeyin kendi yeri vardır” der: herşeyin kendi zamanı da vardır, diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeğe—’önce’ye ya da ‘sonra’ya almağa—çalışmak da, birşeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir.
O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da öncelliyor: Yaşadığın birşeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin, çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın, o yaşadığının anlamını—bu da yıllar sonra gerçekleşebilir…

Ölümsüz olsaydık, yine de anlamlı olur muydu hayat — muhtemelen ertelediklerimizle?

Saçma bir soru—ama, bir sonraki soruyla bağlantı kurarak birşeyler geveleyeyim gene de: İnsan ölümsüz olmayı değil, ölümlü olmamayı ister (dinlerde, örneğin, sözkonusu olan, bu, şimdiki yaşamın sonrasız, bitimsiz olması değil; ölümden sonra, yaşamanın ‘başka bir yerde ve biçimde’ devam etmesinin olanaklı olmasıdır)… Hiçbir düşünme biçimi ölümü yadsıyamaz; ölümlülük insanın en temel ve en kesin verisidir—ölümsüz bir yaşam, bir saçmalıktır. Bazen düşünürüm, örneğin Homeros’un Olympos’daki Panteon’da ölümsüz tanrılar arasında olup-bitenlerle ilgili anlattıklarına komedi olarak bakabiliriz, trajedi olarak bakmak yerine—Zeus’a bir şaklaban olarak… Yaşam ancak ölümle anlamlıdır.

Yerleşik kanıların aksine, ölümle özgürlük arasında da bir ilinti kuruyorsunuz. Buna göre, özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesine dayanıyor. Yaşama olanağı ölümde görülmediği takdirde nasıl bir tutsaklıkla karşı karşıya kalınır — bugün yaşadığımız “tutsaklıklar”a biraz benzemiyor mu?

Önceki sorudan devam edersek: “yerleşik kanılar” ne derse desin, bu “ilinti”yi kuran ilk ben değilim: Nietzsche ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir; Heidegger’de “ölümüne [doğru/için] varolmak” gibi bir kavram vardır. Ustam Bilgi Karasu da Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine, “efendi-köle” ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar.
İmdi, kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, yüklenince, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Hem kişisel hem de toplumsal/tarihsel özgürlük biçimleri için geçerlidir bu. Çok çiğnenmiştir ama, Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm” ilkesi, üzerinde düşünmeğe değer: Bütün bir toplum, işgalcilerine karşı savaşmayı seçerek, toptan yokolmayı göze alarak, bağımsızlığını kazanmıştır. Bunun benzeşiklerini tek kişilerin yaşamlarında da görebiliriz.

Felsefenin kişisel bir çaba olarak başlayacağını, ama sonrasında bu yaşamsal merkezden uzaklaşıp salt hale geleceğini söylüyorsunuz. Bir filozof için nasıl bir süreç bu, arada yaşanan? Çünkü acılardan, kendine çelme takmalardan da bahsediyorsunuz…

Kurduğum tümceyi tam anımsamıyorum; ama “salt” sıfatını (senin kullandığın gibi; “mutlak” anlamında) kullandığımı sanmıyorum—belki, ‘bütün insanlar için geçerli’ demişimdir—’everensel’ sıfatını da pek sevmem…
Aslında bir sonraki soruyla aynı konuyu daha doğru soruyorsun; orada devam edeyim.

Tek bir insanın, kendine ait meseleler üzerinden uğraştığı/ortaya koyduğu felsefi yazılar genel’i, yani herkesi ilgilendirir bir hale nasıl gelebiliyorlar?

Burada sözkonusu olan, “tek bir insan” ile “genel” olarak insanlık arasında bir geçiş—sanki bir ‘tümevarım’—değil: sözkonusu olan, düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak—’genelleme’ ya da ‘soyutlama’ anlamında değil— bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeğe; kavramağa ve kavramlaştırmağa çalışmasıdır. Bu iki “nesne edinme” aynı işlem olarak gerçekleşir—diyelim kişi kendi yaşamını allak-bullak eden birşey üzerinde; bunu da kendi ölümüne doğru, düşünürken, “Yaşam belirsizdir; oysa ölüm belirgin ve kesindir” gibi bir tümce kurabılır…

Gürültü ve patırtının içinde felsefe yapılabilir mi — ya da yazılabilir mi?

Yapılamayacağını söylüyorum—ama hep “gürültü-patırtı” içinde olduğumuza göre, felsefe düşünürünün ve yazarının onun içinde bir yer bulması gerekiyor. Bir yer—dostum Enis Batur’un alıntıladığım dizesindeki—“herkes uyuduktan sonra” vakti… Bu anlamda da “gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız” olma olanağı…

Felsefeyle özellikle şiiri bir hayli yakın buluyorsunuz. Şiiri ayrıcalıklı kılan ne?

“Yakın” değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır—bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, “genel” sanat içinde nasıl yanyana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur—hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil… Şöyle: her bir sanat dalı kendine özgü “malzeme”siyle—kağıt, çizim, renk, taş, ses, vb— anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar—malzemesi de ürünü de anlamdır. Tabiî ki dili—sözcükleri ve tümceleri—kullanır; ama, bunlarla—onların anlamlarıyla—kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde varolan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce varolmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. —Haydi bir küçük örnek: “duman”ın da “dağ”ın da ne anlama geldiğini biliriz; ya, bir dizede “dumanlı dağlar” kuruluşu geçince, ne anlarız—şair ne demektedir?…

Tümcelerinizden biri: “Felsefe yapmak, kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.” Burada bir çaresizlikten çok, bir “rağmen”i okumak mümkün gibi geliyor bana?..

Ne “çaresizlik” ne “rağmen”—ikisinin de ötesinde birşey…—Haydi bir itirafta bulunayım: Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım: Issız bir deniz kıyısında; herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te; ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde… Her seferinde, sevdiğim bir kişinin, oraya, bulunduğum yere gelmesini istedim, istiyordum; ama, bilerek: gelemezdi; isteseydi bile, orası zaten gelinemezdi; zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu—ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden, sürdürüyordum beklememi…
—Bazı haşarı öğrencilerim (sonradan anlattılar), “Bakalım nasıl bir işmiş bu” diyerek, herhalde kafa çekip tartıştıktan sonra, sabahın dördünde Barbaros Bulvarı’nın tepesine çıkarak, o saatte ‘gelmeyeceğini bildikleri’ Beşiktaş-Sarıyer dolmuşunu beklemişler…
Espri bir yana, felsefe gerçekten böyle birşeydir…—Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeğe çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum…

Okumaya-yazmaya/felsefeye-şiire bulaşmış birisi eğer sürekli yolda ise ve ömrü kendine doğru yürümekle geçecekse, bir başkası “ile” olabilmek ne kadar mümkün?

Çok zor ama olanaksız değil—yalnızca da “bulaşmış” olduklarımızda “ortak yanlan” var diye değil; belki tam tersi: iki kişi de ötekinin nasıl bir yolda ; nasıl bir “kendi”ye doğru yürümekte olduğunu anlamağa çalışarak (belki hiçbirzaman anlayamayacağını bilerek) yanyana yürümeyi yeterince güçlü bir biçimde isterlerse— —tuzağını görmedim sanma: Hayır, “aşk”tan sözetmiyorum; ama, “sevgi”den, ediyorum…

Bütün bu konuştuklarımız aslında hayatımızın bir özlemin peşinden gitmek olduğunu gösteriyor sanki?..

Özlem müthiş önemli bir ‘duygu’dur—bir ‘duygu’ olmadığını bile söylemek isterdim—bilgisel açıdan, düşün: orada olmayan bir kişiye yönelik bir ‘duygu’; “sevinç”le karşılaştır, birisini görünce ‘sevin’meyle… Hele, yukarıda üzerinde durduğum; “gelmeyeceğini bildiğin” olunca, özlediğin…

Ne kadar yerleşiktir Oruç Aruoba? Neredeyse bir seyyah denebilir mi onun için?

Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba, kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri—en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı—da terkederek… Bir sayayım: Doğduğum evden—ve anne-babamın evlerinden—sonra, (hiçbiri benim “sahibi” olmadığım) on bir ev değiştirmişim… Bugünkü çağda hem anlamlı değil; hem de, kendine aykırı ‘finansiyel’ temeller gerektirirdi, ama, arada bir, istediğim yere süreceğim bir karavan; ya da, liman liman gezinebileceğim bir tekne düşlediğim olmuştur—hani, benim gençliğimde, Avrupa’ya gelip Almanya’dan ‘Volkwagen Bus’ satın alıp (burnundaki VW amblemini de ‘barış’ amblemiyle değiştirip, bir güzel de boyayıp) Katmandu’ya doğru yola çıkan Amerikalı “çiçek çocuklar”, hippy’ler vardı ya…
Başo’nun üç yüzyıl önce olabildiği gibi bir “gezgin” olmak isterdim, galiba—ama artık olanaklı değil— —zaten bacaklarım da, artık, yetersiz…

Gitmek mi, kalmak mı — hangisi mutluluktur? Hangisi olanaklıdır?

İkisi de olanaklı—zaten görüyorsun: İkisini de gerçekleştirenler, var. —Belki, anlamlı gördüğün yerde kalmak; anlamsızlaşan yerden, gitmek… “Mutluluk” pek önemsediğim birşey değildir.

Yol almaktan / Yol’a koyulmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Geride bırakacaklarımızı arar olmak mı, yoksa karşımıza çıkacak olanlar mı bizi korkutuyor?

Alışkanlıkların sağladığı rahatlık, bu konuda en büyük ayartı—belki senin “mutluluk” diyebileceğin şey…
Heat diye bir film var; sıradan bir Hollywood yapımı; ama, benim oyunculuklarına önem verdiğim Robert de Niro ve Al Pacino’nun (galiba tek) ortak filmleri. Benim için önemli bir düşünce barındırıyor: Biri bir soyguncu, öbürü bir polis. Beriki ötekinin peşinde; bir noktada karşı karşıya gelip konuşuyorlar, biribirini iyi tanıyan kişiler olarak. Soyguncu, kendi ustasında ‘tevarüs’ ettiği bir yaşam ilkesini anlatıyor, polise: “Köşeden hararet (:heat: tehlike; peşinde olan, seni yakalamak isteyen silahlı kişiler) geldiğini gördüğün anda, beş saniye içinde, bütün bağlılıklarını terkedip ‘yürüye’bilecek durumda olmalısın.” —Bunu bir soyguncu ilkesi değil, bir yaşam ilkesi olarak alırsak, “Kendine aykırı bulduğun bir yeri hemen terkedebilir durumda olmalısın” diye ‘çevire’biliriz. Ben galiba buna benzer bir ilke uyguladım, yaşamımda: İsteyerek, hatta ‘seve seve’ girdiğim; ama, bir noktasında, kendime aykırı olduğunu, o hale geldiğini gördüğüm her bir ‘yer’i (pek öyle, “beş saniye içinde’ olmasa da) terkettim, ‘yürü’düm… Yani, amaç, “yola çıkmak/yol almak” değildi; “yerleşik” kalamamaktı—yoksa, çok ‘evcil’ bir adamımdır…

Yürümekten yorulduğunuz oldu mu hiç?

Hem de nasıl—yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık belki en sık yaşadığım yaşantılardır; ama, hep, “kendimi ensemden tutup kaldıracak” gücü buldum kendimde şimdiye dek—şimdiden sonra, bilmem…

Oruç Aruoba

 

Etiketler: ,

Yolun Sonu

TIR şoförleri eskiden
çok garip gelirdi bana.
Git git bitmez yollarda
aylar yıllar boyunca
varamadan insan nasıl yol alır?
Şaşardım hep, nasıl sabreder,
nasıl dayanır sonsuz yollara?
Biliyorum ki şimdi oysa
(yaklaşırken yolun sonuna)
uzun yol dayanılmaz değilmiş,
yanlış düşünmüşüm onca zaman:
Hiç bitmemesi değil yolun,
bitmesiymiş korkutucu olan.

(30 Mart 2023, Perşembe)

Roni Margulies

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Birden

Tutunmuş ucuna uzun bir dalın
sorunsuz sandığı bir dünyada
usul usul salınırken rüzgârda
hafifçe sararmış bir yaprağın
kopup düşmesi gibi yere birden,
evlere yakın uçmayı seven
kıvrak, oynak bir güvercinin
hızla çarparak şeffaf camına
dışa doğru açılan bir pencerenin
baygın düşmesi gibi yere birden,
bana da bir şey oldu birden.
Nasıl oldu?
Ne zaman oldu?
Anlayamadım.
Hiç beklemiyordum.
Yaşlandım birden.

(27 Ocak 2023)

Roni Margulies

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Kamyonlar

Hafriyat kamyonları geçti dün önümden yine,
arka arkaya üç tane, dopdolu, tepeleme,
harf taşıyorlar bir yerinden kentin bir yerine.
Önde gidene g’ler yüklenmiş, e’ler ikincisine,
arkadakinde karışmış harfler birbirine.
Kim ısmarlar bunları?
Kim ne yapar bu kadar çok harfle?
Kamyon dolusu karmakarmaşık olasılık.
Teslim alıp birileri bu harfleri bir yerlerde
dönüştürebiliyor mu acaba anlamlı bir bütünlüğe?
Çok denedim, çok istedim, beceremedim ben.
Hep harf kaldı harfler elimde,
ne bir kelime oluşturabildim, ne de bir cümle.

(16 Aralık 2022)

Roni Margulies

[Alper Görmüş] Yukarıda (25.11 tarihinde) “Kamyonlar” başlıklı ve hafriyat kamyonlarıyla ilgili bir şiir göndermiştim sana. Bu onun küçük oğlu:

Ö ve ü

Harfler döküldü hızla giden kamyonun kasasından,
uçuştular soğuk rüzgârda yerlerini arar gibi bir süre,
yol kenarına yığıldılar sonra. Bir ö çarptı gözüme,
ardından bir de ü gördüm. Dönüp sırtımı yürüdüm.
Bildiğim bir şeyin gerek yoktu altının çizilmesine.

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Ağustos 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler: