RSS

Etiket arşivi: Oruç Aruoba

ile

Bir tür ‘hesap’ çıkarmağa çalışacağım. Ama bir ‘bilanço’ olmayacak bu; sonuna ‘çizgi’ çekemeyeceğim, biliyorum. Bu ‘hesap’ sonucu bir ‘fatura’ çıkarmağa da niyetim yok -aslında, istesem bütün ‘maliyet’i kendi ‘hane’me yazabilirdim (kendimi suçlu bulmak, benim için olağan bir tutum -suçlamak kadar, en azından); ama, zaten ‘bedel’i ödediğime -ve ödeyeceğime- göre, buna da gerek yok.

***

İşin zorluğu burada hep : başka türden bir bilinçlilik gerektiriyor bizim ilişkimiz : hazır kalıplar, alışılmış düşünme ve davranma biçimleri hiç işimize yaramadıkları gibi, ket de vuruyorlar ilişkimize.

Her an, hep yeniden kurmamız gereken bir bilinç temeli üzerinde yürüyebilir ilişkimiz ancak. Bu aynı zamanda özgür bir temel : çünkü ‘karar’ımız, ‘isteğ’imiz, ‘inanc’ımız hep bilinçli olarak ayakta tuttuğumuz şeyler olacağından; ‘doğal’ duygulara ve tutkulara dayanmadıklarından, onları her an kırıp atmak elimizde olacak.

Her an, ‘artık istememeğe karar veriyorum’, ‘artık inanmayacağım’, deyip, çekip gidebiliriz, ikimiz de
Sana o gün arabada söylediğim ve pek “kelek” bulduğun lafın anlamı da burada yatıyor: Bana kararsızlıkla gelmemelisin. geleceksen, özgürce ve bilinçli bir isteklilikle gelmelisin.
Bunların eksikliğinden dolayı yitirmedik mi yitirdiklerimizi?
– Dünyanın en zor işini yapıyoruz (ya da yapmağa çalıştık : hâlâ yapıyor muyuz? … ) çünkü; o da şu: Şu boktan yeryüzündeki bütün düzenlemelerin engellemeğe çalıştığı, yasakladığı, cezalandıracağı bir ilişkiyi kurmak ve sürdürmek…
Bunu bilinçle ve özgürce isteme kararlılığına, hiçbir
kuşkuya yer tanımadan sahip olmazsak, nasıl kalkarız ki bu işin altından? …

***

Şöyle bir ikilem yaşıyorum: Seni bütünüyle kendime istiyorum; ama senin özgür olmanı, bağımsız olmanı da istiyorum bana bağlı olmanı; ama, benden bağımsız olmanı…
Bunlar bağdaştırması olanaksız şeyler mi?

***

Bak, seni suçlayacak ( senin deyiminle “yargılayacak”) değilim —- kendimi zaten —- herzamanki gibi—- yeterince suçluyorum; ama ondan da kaçınmağa çalışacağım: Suçlu falan yok! -Çünkü, suç yok.

Güzeldi ve değerliydi yaşadıklarımız; kendilerine layık birer yer bulacaklar ikimizin de yaşamlarında: Hüzünleri eksik olmayacak__ama olsun: o l a c a k l a r ya!…

***

Yepyeni bir başlangıçtı, senin ile birlikte yaşamak istediğim, yaşamaya giriştiğim – yepyeni ve en baştan.-
Şimdi, bu hayalin ne denli olanaksız olduğunu kavrıyorum, yavaş yavaş (öteki evet “paldır küldür”dü!) – kişi geçirdiği koskocaman yaşamın yükünü omuzundan atıp, nasıl ‘yepyeni”, ‘en baştan’ başlasın ki yaşama: sanki ‘yeniden doğarak’ – bunu istedim ben; olacağı yoktu – zaten (nitekim)olmadı da…
Olabilir miydi? – Bilmiyorum!
Ben hazır olduğumu söylüyorum; ama bundan da tam emin değilim – artık…

***

İki kişi, ilişkilerini o l d u r a c a k kadar kuramazlar ama öldürecek kadar bozabilirler, yaptıklarıyla. Bir de kendi haline bırakırlarsa, kurur gider ilişki- kendi kendine, ölür.

Şundan dolayı: İlişkinin uçlarında o kişiler vardır yalnızca- o, o ilişkidir; o iki kişinin ilişkisi… Biriciktir. – oysa, o iki kişinin daha bir sürü ilişkisi vardır, başka kişilerle. İşte, bu öteki ilişkiler, o kişiler yoluyla hep bulaşırlar onların ilişkisine- o zaman da saflığını yitirir, katışık hale gelir; bozulur, yazlaşır, ölür.

Demek ki, ilişki o iki kişinin yaptıklarıyla olamıyor, ama onlarsız da olamıyor- o iki kişinin kendisini sürekli bilinçlendirmelerini, yapmalarını, kurmalarını; başka yabancı şeyleri de sürekli ayıklamalarını, engellemelerini, uzak tutmalarını gerektiriyor.

***

“Birçok şeyi konuşmamız gerek” dedin.
Haklıydın: Önümüzde, sanki, çok zorlukla seçebildiğimiz, içinde nelerin bulunduğunu ise neredeyse hiç bilmediğimiz bir yeni alan açılmıştı daha önce hiçbir insanın dolaşmadığı bir balta girmemiş orman’ gibi… ‘Kâşifler’ oluyorduk : ilk kez ‘keşfedilecek’ bir bölge vardı önümüz- de.

Zaten, ta en başta (hatta, bir ‘ilk tümce’ olsun diye) şöyle düşünmüştüm:-
İlişkide neyin ortaya çıkacağını, ilişkiye giren kişiler önceden bilemezler-

***

Ve tabii yürümek – bu konuda kafamı nasıl bozmuş ol duğumu biliyorsun yürüme-birlikte yürüme… Daha ulu birşey bilmiyorum – Sevişmek bile bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama patlayan ve sönen tutkusuyla heyecanıyla doyumuyla birlikte yürümekten daha üstün değil – hele bir de birlikte gidilecek bir yer (bir amaç bir erek) varsa…

Yürüyüş-

Ne kavram ama!…

***

“Korkuyorum – aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorum” dedin: Önceden başkaları ile birlikte yaşadıkların vardı tabiî ki anılarında. Onlar şimdi yaşamaya girişme durumunda olduğun ‘yeniye sanki, bulaşan, ‘eski’lerdi. Oysa ilişki, ne kadar uzun sürmüş olursa olsun, sanki hep ‘yepyeni’ olmak zorundadır: Yeniliğini yitirip, bir kez eskilerin yinelenmesi hâline girerse, hiçbirşeye de yaramaz duruma düşer.

***

‘Aşk’ çünkü önemsiz; giderek değersiz birşeydir: kişinin ‘başına’ nedensizce, hatta, nesnesizce ‘gelir’ : n e d e n şu kişiye âşık olmuşsundur; kimdir âşık olduğun – belirsizdir – çünkü, yalnızca bir ‘etkilenim’, bir ‘tutku’dur -işte : bir tutulmuşluktur…

Sevgi ise dünyanın en önemli; giderek de (enderliğinden mi acaba-herhalde… ) en değerli şeyidir-çünkü, kişinin bilinçle ve tam da belirli bir kişiye yönelik, bulunabileceği en yoğun ve en yalın-anlamlı; amaçlı – eylemidir.

Düşün: Sevgi, eylemdir.

***

– Şöyle düşün: Nasıl ‘aşk’ denen şeyin en son temeli ve nedeni yoksa, kişi de belirgin bir temel ve neden aramaksızın bir kişiyi sevmeğe karar verebilir – kendi dışından yönlendirilmeksizin, içinden çıkarak yönelebilir.

Peki bu, yapmacıklı -yapay giderek sahte- olmaz mı?” Hayır: yeter ki kişi gerçekten yapsın – kurar o zaman sevgiyi, sanki, yoktan vareder…

***

Sonra, “benim özgürlüğümü kısıtlama-” dedin.

– Bu çok temel (benim için en temel) belirlemeydi: ilişki, ilişkideki kişilerden birinin -hele, ikisinin birden- özgürlüğüne kısıtlıyorsa, hiçbir değeri yok demektir- hatta, tam bir değersizliğe düşmüş, demek…

ilişki, iki kişinin, birbirlerinin özgürlüklerini korudukları bir çerçeve olmalı- ilişkinin ‘dışı’na karşı, tabiî, ama, belki bundan da önemlisi, ‘içi’ne karşı, yani kişilerin birbirilerine karşı…

Ama, nasıl?…

***

İlişkide utanca da yer yoktur. Utanç, temelde, kişinin ken-dini başkalarına olduğu gibi göstermekten kaçınmasıdır, oysa ilişki, iki kişinin kendilerini biribirlerine oldukları gibi göstermelerini gerektirir – her bakımdan…

Bunu yapmak çok zordur, biliyorum – belki de, son sınırında, olanaksız-; ama, sen de ben de, bunu doğallıkla, kendiliğinden yapabilecek duruma gelmedikçe, ilişki tam olarak kurulamaz.

İlişki ancak iki kişinin kendilerini karşılıklı ve tam olarak biribirlerinin ellerine teslim etmeleriyle kurulmağa başlanabilir çekincesiz, sakıntısız, utançsız…

***

(Ama sen, gene de dikkatli ol, ey Okur –

Burada yazdıklarım temelden yanlış, yanılgılı, ya da, en azından, yalnızca benim öznel düşüncelerim; dolayısıyla (sen benim burada yazdıklarımdan kendin için birşeyler çıkarmak istiyorsan), senin ilişkin için geçersiz, olabilir.)

***

Benim ile ilişkide olman, başkalarının gözünden bakınca, tedirgin ediyordu seni…

***

– İlişkimiz, oradaydı, vardı; ama, biz birarada değildik : sen benim yanımda değildin, ben de senin yanında

– ilişkimiz oradaydı; bizse, orada, değildik…

***

Sahici ilişkide hayranlığa yer yoktur; çünkü, sahici ilişkide, iki kişi, biribirini iyi tanır – ya da iyi tanımağa çalışır (lar)-; iyi tanınınca da, her kişide ne kadar büyüklük’, yücelik varsa, bir o kadar da ‘küçüklük’, alçaklık olduğu görülür-görebilen, görür.

***

Sevmek, içini açmaktır.

***

“Lütfen merak etme lütfen, lütfen, lütfen” demişsin – kişinin elinde değildir ki merak etmemek, seviyorsa –

Senin o “lütfen”i üç kez yinelemen de bunun -bunu bildiğinin- göstergesi:-

Sevgi, çünkü, kişinin bütün yönelimlerini tek bir yere çevirir; bütün etkinliklerine tek bir yön verir: sevdiğine — sevdiği de, bunu, bilir…

***

Sevgi, bir kişinin, kendisini bekleyen bir kişinin kendisini beklediğini, bilmesidir.

***

Sana çok acı veriyorum” dedim, “-kötülük mü ediyorum sana?” – “Biribirimizi seviyoruz; bu yeter” dedin:-

‘Acı vermek’ – zorunlu muydu bu?…

Oysa ilişki hep hoş birşey olsun; sevinçli -sevinçle-yaşansın istenmez; dahası, gerçekten de öyle olmaz, öyle yaşanmaz, mı – bir ‘mutluluk’ kaynağı olarak?…

Öyle – ama şunu düşün:-

Kim(ler)den acı çekeriz, ve, kim(ler)e acı veririz? – Aldırmadığımız, boşverebildiğimiz, bizim için önemsiz insanların yaptıkları bize acı vermez; birisine acı verecek birşey yapmak için, oysa, ona önem vermemiz gerekir – yoksa, işte, aldırmayız, boşveririz…

Demek, ancak, sevdiğimize ‘vere’biliriz, ‘acı’yı…

***

Kişi ne kadar ‘genç’ olursa olsun, ‘ilk’ ilişkisi ilk ilişkisi değildir – ne kadar da ‘yaşlı’ olursa olsun, ‘son’ ilişkisi son ilişkisi, değil…

İlişkide anlamı belirleyen ve yer tutan, ‘reel’ zaman aralıkları ve uzam bölümleri değildir: her ilişkinin kendi bir iç’ zamanı ve uzamı vardır; onların içinde oluşur – bu yüzden hiçbir ilişki, bir başka ilişkiden ‘önce’ ya da ‘sonra’ değildir; her biri, ötekilerle hem ‘içiçe’dir, hem de onlardan ‘apayrı’.

***

“Senden birşeyler beklerken, acı çektim; ama, seni bir yere oturttuktan sonra, rahatladım, acı çekmiyorum artık” dedin bana.

Bu ‘memnun’ da olmam gereken birşeydi, herhalde; ama, sana artık acı bile veremiyor muydum-senin bir ‘yer’ine oturtulup kalmış, mıydım-

Bu düşünceydi, bana, acı veren…

***

“Boğuyorsun beni dedin, ben de seni aramamağa karar verdim- sonradan, bunu sana söyleyince de, “Ben seni hergün ararım” dedin.
İlişkinin yapısında yatan yoğun çalkantı çıkıyordu ortaya.

***

Aynı gün, pespese, bana, “Seni istiyorum”, ve, “Beni yalnız bırak” dedin; ben de öyle yaptım, “Seni bekleyeceğim” diyerek bekledim de, ama sen, gelmedin…

***

Bilmiyorum ki…” dedin – pek çok durumda, pek çok konumda, ben de, öyle, neredeyse hep, bilinemezlikler içindeydim-

hep belirsizliklerle çevrilidir ilişki, diye düşündüm. sızarlar bile onun içine, diye…..

Sana ve bana ne kadar önemli bir iş düşüyor, o zaman, görüyorsun-

İlişkimizi, üstüne hep yeniden çullanan belirsizliklerden temizleyerek, hep yeniden, an hâliyle tutmak-bilinçlendirmek…

Onlar hep vardır, hep de çullanırlar ilişkimizin üstüne – bize de düşen, onlar hep yeniden ayıklayarak, onu hep yeniden kurmak…

***

Sık sık karşımıza çıkıyordu. “Unutamıyorum” – “Bunu asıl taşırım?”-“Aklıma geldikçe…”, diyorduk, sen de ben de, kötü, zedeleyici, kırıcı; ilişkimiz açısından gereğinde yıkıcı olabilecek bir olgunun, olayın, eylemin anısıyla ilgili olarak – anılar ile ilişki arasındaki bağlantıyı düşünürdüm o zamanlarda:-

Anılar, garip ya işte, ‘geçmiş şeylerin taşıyıcıları oldukları halde, şimdi-burada’ki ilişkinin en önemli temelini oluştururlar-‘şu anda’ kurduğumuz, hep, daha önce kurulmuşların üstüne kurulur, bunları ‘şimdi’ye taşıyanlar da, anılardır. Bu bakımdan, her anı da, ilişki açısından, olumlu ya da olumsuz-ilişkinin kurulmasını destekleyici ya da köstekleyici- anlam yükleri taşır. Diyelim, senin ile benim, birlikte yaşadığımız hoş, güzel, mutlu olayların anıları, ya da, nahoş, çirkin, üzücü olayların…

Yani, belirli bir anlamda, bir ilişkiyle ilgili her anı, sanki bir duygusal etiket’ taşır, onunla birlikte tutulur bellekte: “Ne iyi olmuştu…” / “Ne kötü olmuştu…”…

O zaman, ‘anı’ – ‘ilişki’ bağlantısında, ideal durum şu olurdu diye düşünebiliriz: İnsanda öyle bir anımsama (bellekte tutma/ bellekten silme) yeteneği olsaydı ki, ilişkideki iki kişi, her biri ayrı ayrı; ya da, konuşarak, anlaşarak, birlikte, ilişkilerine katılan anıları ayrıştırıp ayıklayarak anımsayabilselerdi-yani ilişkinin belleklerinde taşınan geçmiş duygu temelini -anlam yükünü- de kurabilselerdi…

Şöyle olabilirdi bu: Her anı, anlamının ilişkiye katılması -onu etkileme, yönlendirme, biçimlendirme özellikleri- açısından ele alınır, ilişkiyi yeğinleştirmesi/ yoğunlaştırması, yoksullaştırması/ zenginleştirmesi, alçaltması/ yüceltmesi bakımından değerlendirilir, bu değerlendirmenin sonuçlanı, ilişkinin bilinç temeline katılırken de, olumsuz anılar silinip, olumluları tutulabilirdi.

-Böyle birşeyin olamayacağı bir yana, acaba -bilgisel, zihinsel, hatta, psikolojik olarak- olanaklı olsaydı, olmasını istemek doğru olur muydu?

Bu yüzden kişilerin en çok çaba göstermeleri gereken şey, oluşturdukları ilişki konusundaki anılarına, hem kendilerinde, hem ötekinde, dikkat etmektir : kendi, neyi ne kadar çarpıttığına, ötekinin de anısında, neyin ne hâle girdiğine…

***

Birkaç kez, yapmak istediğin, yapmağa karar verdiğin, ya da yapacağın, birşeyden sözederken, birinci tekil şahısta konuştun: “…cağım”… Oysa bunlar ilişkimizi-yani beni de ilgilendiren şeylerdi. Sana ‘ben’ ile ‘biz’ arasındaki farktan sözettim:

***

“Beni vapura bindirecek misin?” diye sordun – “Evet Canım – herşeyi yapacağız birlikte” dedim ben de-

Oysa ne sen ‘vapura binebilecek’ haldeydin, ne de ben seni herhangi birşeye ‘bindirecek’ halde- uzaktan haberleşmek dışında, hiçbirşey yapamuyorduk, birlikte-nerede kalmıştı ki, ‘herşey’i yapmak…

Gene de:
bekleyecektim,
bekleyecektin,
bekleyecektik…

***

”Ne kadar sürebilir bu?” diye sordun, ilişkimizle ilgili; ben de, ”niceliği önemli değil, niteliği önemli” dedim – sonra, ”hep böyle olabilecek miyiz – her şey öylesine değişiyor ki…” dedin. Ben de ”Biz kendimiz – özgürce – değiştirebilirsek, olabilir” dedim.

İnce bir dengeydi bu – saçma, belki, ama şöyle bir sonuca vardım, sonunda: –

İlişki için belirleyici olan, senin ile benim, zamansal olarak, n e k a d a r birarada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak, n e k a d a r şeyi birlikte geçirdiğimizdir – bunun da ‘nicelik’le hiçbir ilgisi yoktur.

En uç durumu düşün: sen ile ben, hiç ‘birarada’ olmadan da ‘birlikte’ olabiliriz (biraz önce bunun üzerinde durdum:) – ben, tek başıma birşey yaparken seni düşünerek yapıyorsam, yaptığımı; sen de, tek başına birşey yaparken beni düşünerek yapıyorsan, yaptığını, birlikteyizdir.

Bu bir avuntu mu?

***

Kurulmuş, hazır bir ilişki, ilişkide olanlardan birinde meydana gelen bir değişiklikle başedemez-

Değişen kişi ile ilişkide olan kişi, ilişki ve öteki kişi konusundaki değerlendirmelerinde ve, dolayısıyla, eylemlerinde, ilişkinin ‘eski kuruluş temeline dayanmak zorunda kalır-oysa, işte, öteki kişi, değişmesiyle, o temelin ötesine geçmiştir.

İlişki, artık, o değişikliği özümseyemediğinden, sanki, şaşkınlaşır, ortalıkta gezinmeğe başlar…

Bir de, bir adım ötesini düşün: ‘Kişi denen varlık türünün, zaten, sürekli değişen -değişim içinde olan; yani olan ama oluşan (haydi, biraz daha sözcük-oyunu yapayım:)-olması değişme olan, bir varlık türü olduğunu (!) hesaba katarsak, ne oluyor, ilişki’ denen varlık türü?…

(Görüyorsun, ey Okur, buralarda ne çok yanıtsız soru, ne çok çözümsüz sorun var – sana bir ipucu vereyim : bu kitabın sayfalarındaki boşlukları, oralara yazacak birşey bulamadığım için boş bıraktığımı varsay; ve, oralara yazılabilir olabilecek birşeyleri, kendin, düşün…)

***

Sana birkaç gün önce demiştim, “Sana hiç güvenmiyorum” diye – sen bana, “Sen bana tam olarak güvenmiyorsun dedikten sonra:-

Güven, ilişkide, çok temel bir yer tutar – tersinden başlayalım: Güvensizlik, naftalinlenmemiş yünlünün içine giren güve gibi (-ses benzerliği herhalde rastlantı!), delik- deşik eder ilişkiyi. İki kişinin karşılıklı güveni de temel taşı gibidir ilişkinin: onun üstünde sağlam durur.

Öte yandan, güvenin bir özelliği, sanki tek bir bütünlüklü tutum (duygu’ değil) olmasıdır; sanki, niceliği yoktur (-bak: yukarıdaki tümcede, “İki kişinin karşılıklı güvenleri” demedim: İki kişide aynı aynı bulunan birer ‘duygu’-‘güven duyma’- olduğu halde; ikisi için de bir ve aynı tutumdur bu; ya da ancak öyle olunca, güvendir), dolayısıyla, ya t a m olarak vardır, ya da h i ç yoktur.

– Bunu daha önce de (en başta) anlatmağa çalışmıştım sana:-

Şimdi, ilişkimizin-senin ile benim-ulaştığımız noktada, yokuş aşağı’ iniş başlamıştı -‘frensiz’…

***

“Birgün bir sevgilim olursa ne yaparsın?” diye sordun bana. Epey duraksadıktan sonra, “Bilmiyorum” dedim.

Bilmiyordum, gerçekten, ne yapabileceğimi.

***

“Kabullenme ve güvenme” üzerinde durmuşum (hep çıkıyordu bunlar, birer sorun olarak, ortaya, değil mi?) — sana güvensizlik duymamın —sana güvenmememin— kendime güvensizliğimin sonucu olabileceğini de düşünmüşüm:-

İlişkimizin sağlamlığına tam (gene!…) inansaydım, sana da tam güvenirdim — ‘aldatılmak’ da aklımın ucundan geçmezdi; kendime de, senin ile olan ilişkim içinde, güvensizlik duymazdım. Ama, işte, senin ilişkimizi —bizi— tam olarak, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, kabullenmekte eksik kaldığın sonucuna vardığım durumlarda; o ‘kuşku kurdu’ başuzatınca, bilgi eksikliğim, kıskançlık olup çıkıyordu.

İlişki, sallantılı hâle geliyordu.

***

Senin ile birlikte yapacağımız —yapacağımızı düşündüğümüz; biribirimize yapacağımızı söylediğimiz— ne çok şeyi yapmadık : bu da, herhalde, ilişkinin bir gereği:-

Olanaksızlıklarımız da katılır ilişkimize, olanaklarımız kadar—

Sen ile ben, ne çok şey hayal ettik, birlikte yapacağımız, yapmak istediğimiz, yapmamız gereken; ama ‘hayal’in neredeyse sınırsız yayılım gücüne karşılık, ilişkinin ‘gerçek’liği, çok belirgin, sınırlı, giderek dar bir uzam içinde oluştu.

Bu uzam da, işte, gittikçe belirginleşirken, sınırları açıklaşırken, garip ya, gittikçe daha sınırlı, daha dar bir hâle geldi…

— Çünkü kişiye —sana da bana da— tek bir ilişki yeterdi — olabilseydi…

— Ama, olamaz——

Hep çoğaltıp hep azaltır kişi, ilişkilerini — o yere; hiç çekincesiz, hiç kuşkusuz, kendisi olabileceği yere, ulaşamadan — kendisi de, hep çoğalıp hep azalarak…

***

İlişki, ötekinin, kişinin herşeyi olmasına yönelir hep; dolayısıyla, ilişkinin bu yanındaki kişinin ilişkide bulunduğu ve bulunabileceği yerlerden herhangi birinde başka bir kişinin bulunmasına, dayanamaz-iki kişinin yalnızca tek bir-biribirleriyle olan- ilişkilerinin bir başkasıyla olması olanaksız olduğundan dolayı da, sürekli, çekemezlikler, kıskançlıklar girer araya; giderek, ilişki kendi kendini kemirmeğe başlar.

***

“Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş bir şeydir…”

***

Olanaksızlıktan yola çıkan ilişki, ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, belki, ulaştığı en son gerçekliğidir.

***

“Beni daha az sevdiğini hissediyorum” sonra, gene, “beni artık daha az seviyorsun” dedin bunu duymana yolaçan, aslında benim seninle ilgili olmayan bir ‘ruh halim’di, ama ilişkimizi-benim ilişkimize bakışımı-da etkiliyordu bir tür karmaşa içinde olma duygusu-içinde, kendini tükenmiş hissetme; kendini sahteleşmiş hissetme gibi katkıları olan bir duygu..

Bu duygu ilişkideki iki kişiden birinin üzerine çullanmışsa, ilişki tehlikededir:-

O da yorulur, bezginleşir

***

“Ben buradan gideceğim” dedin- biraz sonra da, “yanlış yaşıyorum”…

“Nereye gidersen git, kendini yanında götürürsün” dedim ben de. – Kopuş noktaları belirginleşiyordu artık…

***

“Beni itiyorsun” diye seslenmişim sana, “nereden en iyi itebileceğini de, bilerek… Böyle bir ruh hali’ndeyken de şunu düşünmüşüm: “Beni sevip sevmediğinden bile emin değilim, artık-

Senden haber alamamak hem seni merak etmem açısından, hem de senin bana haber vermeyi önemsememen açısından, acı veriyordu.
Aldırmayabiliyordun-

***

Hani, çok önceleri, “Sadakat nedir?” diye sormuştun bana; ben de şöyle birşey söylemiştim;
‘Sadakat’, kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeri hep onun için korumasıdır;
‘sadakatsizlik’ de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır;
‘ihanet’ ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması-

***

Daha genel olan aldatma kavramına dönelim, şimdi şöyle düşün:-
İlişkide ‘aldatma’ olamaz, varsa da, ilişki artık yok demektir. M u t l a k (bak, bu sözcüğü bile kullanabiliyorum), tam bir dürüstlük ve açıksözlülük üzerine kurulabilir ilişki ancak bunlardan en küçük bir sapma bile, bütün ilişkiyi zedeler, yırtar, yokeder. Şunu düşün bir: Aldatabileceğin bir kişiyi sevebilir misin? – Aldatabiliyorsan, sevmiyorsundur-seviyorsan da, aldatmak elinden gelmez.

Giderek, kendini aldatmaktır çünkü, gerçek bir ilişkin olan kişiyi aldatman, ilişkinin olamamasıdır -senin de, sen, olmaman…

***

“Birisiyle konuştuklarını benden gizleme gereksinimi duyuyorsan, hiçbir ilişkimiz yok demektir” dedim sana:-

***

“Artık dayanamıyorum – kendimi faziletsiz hissediyorum” dedin, ben de, “Değersiz hiçbirşey yapmadık” dedim.

Nedendi o duygun? – Belki, şu: Senin ilişkiden beklediklerin ile benim ilişkiye kattıklarım, dengesizleşmişti- daha çoğunu bekliyordun; daha azını buluyordun…

***

İlişkimiz için, “Böyle sürerse kirlenecek” dedin; ben de, “Bunu söylemekle kirletiyorsun asıl” dedim:-

Bu kez de ‘kir’ – ‘kirlilik’…

Ne zaman kirlenmiş hisseder kişi kendini?

***

İlişkiyi kurmak için ne az şey vardır, kişilerin ellerinde – oysa bozmak için ne çok bulunur, kendilerinde de, dünyada da, diye düşündüm, sonuna doğru giden ilişkimize bakarak.

***

Garip bir kararlılığın vardı-çekingenlikle çevrili bir kararlılık…

Bitirmek istiyordun ilişkimizi.

Epey konuştuk; ben, “Seni destekleyeceğim, ama bu yanlış” dedim : ileri sürdüklerine itiraz edemiyordum (özgürlük’ten ve yalnızlık’tan söz ediyordun), ama istemiyordum söylediklerinin doğru olmasını -sen, bana, kendi ‘ilke’mi anımsattın (Bazı şeyleri (belki, her bir şeyi) yaşayıp bitirmek gerekir, yoksa, yaşanıp durdukça, bayatlarlar); bense, “S…yım ilkemin içine – ben seni seviyorum” dedim.

“Öyle yapmasaydık herşeyi tüketirdik” dedin. Ben de hak verdim sana-ama garip bir durumdu bu: İlişki artık yaşanmayarak nasıl olur da ‘koruna’bilirdi yaşamakla gerçekleşmez miydi, ilkin?…

Ama işte, doğru yaşamak -yaşanmak- tüketir ilişkiyi -ilişki ancak yaşamakla varolur, ama, yaşandıkça da, tükenir-

Nasıl bir varlık yapısı gösteriyor, o zaman, bu durum:-

Tüketmek için mi varetmiştik onu?…

***

Sesin bezgin geliyordu – “Özledin mi?” diye sordum; “Bilmiyorum” dedin.

Bu, ‘son’un gelmekte olduğunu imliyordu – hiç duraksamadan, hiç kuşkulanmadan, çekincesiz, “Özledim” diyemediğine göre, ilişkimiz tükenmeğe yüztutmuştu demekti.

***

“Sınıra dayandık” dedim sana- “İlişkinin kurulabileceği en uca – uçurumun kıyısına getirdi yol bizi şimdi geldiğimiz noktada, bizi buraya getiren yolu yadsımadan da, uçuruma düşmeden de, yürümeyi öğrenmeliyiz.”

(Uçurum’ eğretilemesi hep yeniden çıkıyordu ortaya, değil mi-ama bir bak şuna: ‘uçmak fillinden geliyor, ‘uçulacak / [birşeyin] uçurulabileceği (‘uçurtma’!) yer’ gibi bir anlama geliyor, galiba, ‘uçmak fiili de herhalde ‘uç’tan- ‘ucuna gelmek…)

Bununla ‘ara bir yol’ bulalım, demek istemiyordum, biliyorsun: İlişkinin her bir ögesi yeterince kökten olmalıdır; ilımlılığa yer yoktur ilişkide – en küçük kaçınma, sapma, sulandırma öldürücüdür, ilişki için.

Ama sen “yalnızlığını istediği”ni söyledin – şunu kavradım o zaman uzunca bir süredir birlikte birşey yapmıyorduk – yapma yönelimlerimiz, kendi başlarına, ayrı yollar yürüyordu, artık.

Yani, ilişkinin temeli yitmişti.

“Peki” dedim ben de, “seni zorlamayacağım, sen kendin istersen geleceksin -ama bil ki gelmeni istiyorum.”

***

“Aynılmalıyız” dedin – ben de. “Ayrılma tek kişilik bir edimdir, ayrılmak isteyen, ayrılır” dedim:-

Doğruydu da, tam doğru değildi: Bırakmaktır asıl tek kişilik edim olan, ‘ayrılmak’ ise, herhalde, her iki kişide de temelleri, nedenleri, yönelimi olması gereken birşey-iki kişi, ayrılır(lar); buradaki tekil/çoğul farkı da (en azından Türkçe’de) sınırda duran bir fark : Örneğin, üçüncü bir kişinin “onlar ayrıldı” demesi ile “onlar ayrıldılar” demesi arasındaki fark birincisinde, ikisinin ayrılmış olmaları ikincisinde de ‘her birinin ötekinden ayrıldığı gibi bir bilgi içeriği var – yani, birincisinde, ikisinden birinin ötekinden ayrılması yeterlidir, ‘ayrıl’ma için; ikincisindeyse ikisi birden, biribirlerinden ayrılırlar bu da, ‘ayrılış’tır…

– Biz artık, ayrı olabiliyor idiysek, sen ile ben arasındaki şu ‘i l e’, artık, yok, demekti-

***

“Nereye gitmek istiyorsan, git” dedim sana – bu, hem bi ‘temenni’ydi, hem de bir ‘teslimiyet’: Bana direnerek, benden kaçınarak, benim ile birlikte olmak istemeyerek bulunmayı seçebileceğin yerler konusunda, işte, başka bi şey yapamazdım:-

Gidebilecek idiysen, gidecektin; ben de, seni bırakabilmek idiysem, bırakacaktım

– ayrılacaktık…

***

“Birgün benim yüzümden acı çektiğinde -ki, çekeceksin- lütfen az çek…” dedin; bense, tutup, erkekler ile kadınların ilişkiden bekledikleri arasındaki fark konusunda ahkam kestim sana- tam bir budalalıktı, bu-

Bambaşka birşey düşündüğünü, çok sonra anlayabildim -sen düşündüğünü gerçekleştirdikten sonra….

Çektiğim çekeceğim-acının ‘azal’mamasına çalışıyorum, şimdi

***

“Beni bir daha görmeyeceksin” demiştin, giderken-öyle de oldu


***

Seni hep yaraladım.

— O en başta farkına vardığım ‘yaralılığın’ da, birşeyler ‘öğrenme’me yaramadı, işte…

Şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeğe çalıştım — biliyorsun onları), derinden acı verdi sana, biliyorum—

(Hani, bir akşam vardı, sen, inleye inleye, bitap düşüp — )

-Bunları affettirmem —senden özür dilemem— de, artık, anlamlı değil.

Bunların ne kadarı benim ‘özel’ – ‘öznel’- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi ‘genel’ —’nesnel’— niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.

Tek bildiğim, başarısız olduğum—

(—Zaten, Ustam da, en başta alıntıladığım ‘itiraf’ında, aynı şeyi söylemiyor muydu?!…)

Kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince, ulaşamadım — bu ‘beceriksizlik” yalnızca benden mi kaynaklanıyordu; onu da, bilemiyorum.

Muhtemelen, öyledir.

Ne sen, ne de ilişkinin kendisi—

Yalnızca ben sorumluyum, bu başarısızlıktan…

***

— Birden bir kötü düşünce düştü aklıma: Sen, acaba, benden, alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir şey kalmadığında mı, gitmiştin?…


Oruç Aruoba / ile

“Yabancıdan da beter olma’nın ne demeğe geldiğini anladım”, dedim sana, olmayacak bir raslantı sonucu, kaçınılamayacak bir biçimde yeniden yanyana geldiğimizde ve belirleyemeyeceğimiz bir süre yanyana durmak zorunda kaldığımızda – ne kadar zaman geçmişti, ayrılmamızdan…

‘Soğuk’ bile denemeyecek bir konuşma geçti aramızda sen, şakacı bir tutum takınmağa çalışıyordun; bense, suskunluğuma sığınıyordum – acı vericiydi, bütün hepsi…

Sonlara doğru, “Ne yapalım [bana taktığın özel adı yeniden kullanarak]” dedin, “O kadarcıkmış”—

Bu söz beynime saplandı hâlâ da orada duruyor- Sen, böyle birşey, söyleyebilmiştin, bana-

İlişkimiz için, böyle, diyebilmiştin-

Ne kalabilirdi ki, geriye?….

– Birden bir kötü düşünce düştü aklıma: Sen, acaba, benden, alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir- şey kalmadığından mı, gitmiştin?…

Bazı söylediklerin bunu destekliyordu- Ama dayanılmazdı bu, benim için:-
Sen, nasıl olurdu da, beni tükettiğini düşünebilirdin-
ben, nasıl olurdu da, senin gözünde, tükenebilirdim?… Çevremde oluşan yoğun sessizlik de, aynı şeyi söylüyordu: sen, öyle yapmıştın:-
“O kadarcıkmış, işte” demiştin.
Kendi kendime uydurduğum birşey de değildi bu —
öyle
demiştin

Oruç Aruoba / ile

‘Gürültü içinde sessiz, kalabalık içine yalnız”
Kaan Özkan, Notos Edebiyat Dergisi, Ağustos-Eylül 2010

Oruç Aruoba’nın metinleri her zaman yazılanla yaşanan arasındaki mesafeyi sorgulamaya yol açmıştır. Üstelik, bu mesafeyi kısaltmanın bir okurun düşeceği en büyük tuzağı hazırladığını bilmemize rağmen. Peki ama bir okur ya bu tuzağa bile bile düşmek istiyorsa? Ya aradaki mesafe, sanılandan azsa? İşte o zaman, insan kendi kendine şöyle sorular mırıldanıyor galiba:

Bu bir tahmin olacak elbette ama Oruç Aruoba’nın defterlerini okuyan herkes öznel bir tarihe şahitlik ettiği duygusuna kapılıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarınızı okumak, sizinle yan yana yürüyüp hayatı algılayışınıza tam da gözbebeğiniz hizasından tanık olmak gibi bir şey. Okurla aranızdaki bu yakın mesafeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Okurlarım şimdiye dek ancak tek bir defterimi okumuş olabilirler; çünkü tek birini yayımladım—açılıp kapandığı, başlayıp bittiği belli olduğu için… Yoksa, aslında tek bir defterim var; yıllar içinde dallanıp budaklansa da, fiziki olarak şu kapaklar arasında, şu cilt içinde ayrı adlar almış da olsa, tarihsel sıra içinde, en azından gün-be-gün sürekliliği olan bir defter… Her yazar tek bir kitap yazar, dictum’undan önce, her yazarın tek bir defteri vardır, dictum’u daha da doğru herhalde. Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu—önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmağa giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim..
“Öznel tarihe şahitlik etmek”—Evet, ama defterime yazarken, tuttuklarım güncel yapıp-etme kayıtları değil; onlarda yaşadıklarım yoluyla düşündüklerim, onlarda kaydadeğer bulduklarım…
“Gözbebeği hizası”-”yakın mesafe” konuları karışık: yazdıklarından hareketle bir yazara kişi olarak yaklaşmak zor iştir. Biryerlerde belirttiğim gibi, okur okuduklarının ardında bir kişi görür gerçi; ama bu, ‘asıl’ kişi ile çakışmayabilir, hatta bazen ona ters bile düşebilir. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana “yakın” buluyorlar; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.

Okur karşısında bu kadar yalın olmak aynı zamanda bir sahiciliği de ifade etmiyor mu? Gerçi “sahici ben” diye halihazırda verili bir şey olmadığını bilerek ve sadece hesaplaşmanın apaçık yürütülmesini kast ederek soruyorum bu soruyu…

Yazdıklarımı hiçbirzaman “okur karşısında” yazmadım—yayımlanmaları birçok başka koşul gerektirdi. Wittgenstein’ın dediği gibi “kendimle kafakafaya vererek” yazdım; yazdıklarım çok sonradan ‘kitap’ olup iki kapak arasında, bir cilt içinde biraraya geldiler, “okur önüne” çıktılar.
“Yalınlık-Sahicilik” açısından, Simplex sigillum veri (Yalınlık hakikatın mühürüdür) diye bir eskil saygıdeğer deyiş vardır. O yalınlık düzeyine bazen ulaşabildiğim belki söylenebilir; ama bunun böyle olup olmadığını ben yargılayamam.

Bununla birlikte yaşanılanla yazılan arasında hep bir mesafe olduğunu/kalacağını da belirtiyorsunuz. Yazıyı var ya da vazgeçilmez kılan da bu mu sizce?

Yaşanan yazıldı diye değişmez; oysa öyle yazılmasını belirleyen öyle yaşanmış olmasıdır. Burada tabiî devreye dil girer—yaşanmışın düşünülmesi başka şeydir, düşünülmüşün yazılması, başka şey… Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmağa çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyası olarak yazdıklarımı da “şiirsel” buluyorlar.
Bir örnek vereyim: Birgün, geri çeviremeyeceğim birisi, bana bir tavşan yavrusu armağan etti—hem de iki kez: birincisi ilk günün sabahına ölü çıkınca, ikincisini getirdi. Ben de ‘tavşan beslemeğe’ başladım. Ama ne yapmam gerektiğini bilemiyordum—örneğin, ne versem hemen büyük bir hızla yiyip bitiriyordu: bu yararlı mıydı; neyi ne zaman ne kadar yedirmeliydim?… Gidip Eminönü’ndeki ‘pet’ dükkânlarına sordum, “Tavşan Besleyene Kılavuz” gibi birşey var mı, diye; “Yok” dediler. Dönüş vapurunda, kafamdan geçen çeşitli düşünceler (… “havuç sever”… “güney balkonu”… “tahta kutular içinde”… “günde bir tane verebilirim”… gibi) arasından “Tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir.” tümcesi çıktı. Bu hoşuma gitti; bir de eğretileyebileceğim bir alan açtı; sonradan ‘aynı minval üzre’ yazdığım tümcelerle bütünlediğim kitabın ilk tümcesi oldu—tavşanımı, artık başedemediğim bir hale gelince, götürüp profesyonel yetiştirici olan birilerine verip bırakmak zorunda kaldıktan sonra, bütünlendi, yayımlandı.

Hani’deki “Yavaştır yaşamının anlamı” tümcesi, bugüne bir karşı çıkışın temsili gibi. Hızlandıkça anlamı/mızı mı yitiriyoruz bu çağda?

O tümce bir eleşiriden çok, bir saptama: Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar “hızlandır”dığını sanarsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ tempo’suyla, zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın tempo’sunu kurcalamamak gerekir. —Zen bilgeliği, “Herşeyin kendi yeri vardır” der: herşeyin kendi zamanı da vardır, diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeğe—’önce’ye ya da ‘sonra’ya almağa—çalışmak da, birşeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir.
O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da öncelliyor: Yaşadığın birşeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin, çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın, o yaşadığının anlamını—bu da yıllar sonra gerçekleşebilir…

Ölümsüz olsaydık, yine de anlamlı olur muydu hayat — muhtemelen ertelediklerimizle?

Saçma bir soru—ama, bir sonraki soruyla bağlantı kurarak birşeyler geveleyeyim gene de: İnsan ölümsüz olmayı değil, ölümlü olmamayı ister (dinlerde, örneğin, sözkonusu olan, bu, şimdiki yaşamın sonrasız, bitimsiz olması değil; ölümden sonra, yaşamanın ‘başka bir yerde ve biçimde’ devam etmesinin olanaklı olmasıdır)… Hiçbir düşünme biçimi ölümü yadsıyamaz; ölümlülük insanın en temel ve en kesin verisidir—ölümsüz bir yaşam, bir saçmalıktır. Bazen düşünürüm, örneğin Homeros’un Olympos’daki Panteon’da ölümsüz tanrılar arasında olup-bitenlerle ilgili anlattıklarına komedi olarak bakabiliriz, trajedi olarak bakmak yerine—Zeus’a bir şaklaban olarak… Yaşam ancak ölümle anlamlıdır.

Yerleşik kanıların aksine, ölümle özgürlük arasında da bir ilinti kuruyorsunuz. Buna göre, özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesine dayanıyor. Yaşama olanağı ölümde görülmediği takdirde nasıl bir tutsaklıkla karşı karşıya kalınır — bugün yaşadığımız “tutsaklıklar”a biraz benzemiyor mu?

Önceki sorudan devam edersek: “yerleşik kanılar” ne derse desin, bu “ilinti”yi kuran ilk ben değilim: Nietzsche ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir; Heidegger’de “ölümüne [doğru/için] varolmak” gibi bir kavram vardır. Ustam Bilgi Karasu da Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine, “efendi-köle” ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar.
İmdi, kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, yüklenince, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Hem kişisel hem de toplumsal/tarihsel özgürlük biçimleri için geçerlidir bu. Çok çiğnenmiştir ama, Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm” ilkesi, üzerinde düşünmeğe değer: Bütün bir toplum, işgalcilerine karşı savaşmayı seçerek, toptan yokolmayı göze alarak, bağımsızlığını kazanmıştır. Bunun benzeşiklerini tek kişilerin yaşamlarında da görebiliriz.

Felsefenin kişisel bir çaba olarak başlayacağını, ama sonrasında bu yaşamsal merkezden uzaklaşıp salt hale geleceğini söylüyorsunuz. Bir filozof için nasıl bir süreç bu, arada yaşanan? Çünkü acılardan, kendine çelme takmalardan da bahsediyorsunuz…

Kurduğum tümceyi tam anımsamıyorum; ama “salt” sıfatını (senin kullandığın gibi; “mutlak” anlamında) kullandığımı sanmıyorum—belki, ‘bütün insanlar için geçerli’ demişimdir—’everensel’ sıfatını da pek sevmem…
Aslında bir sonraki soruyla aynı konuyu daha doğru soruyorsun; orada devam edeyim.

Tek bir insanın, kendine ait meseleler üzerinden uğraştığı/ortaya koyduğu felsefi yazılar genel’i, yani herkesi ilgilendirir bir hale nasıl gelebiliyorlar?

Burada sözkonusu olan, “tek bir insan” ile “genel” olarak insanlık arasında bir geçiş—sanki bir ‘tümevarım’—değil: sözkonusu olan, düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak—’genelleme’ ya da ‘soyutlama’ anlamında değil— bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeğe; kavramağa ve kavramlaştırmağa çalışmasıdır. Bu iki “nesne edinme” aynı işlem olarak gerçekleşir—diyelim kişi kendi yaşamını allak-bullak eden birşey üzerinde; bunu da kendi ölümüne doğru, düşünürken, “Yaşam belirsizdir; oysa ölüm belirgin ve kesindir” gibi bir tümce kurabılır…

Gürültü ve patırtının içinde felsefe yapılabilir mi — ya da yazılabilir mi?

Yapılamayacağını söylüyorum—ama hep “gürültü-patırtı” içinde olduğumuza göre, felsefe düşünürünün ve yazarının onun içinde bir yer bulması gerekiyor. Bir yer—dostum Enis Batur’un alıntıladığım dizesindeki—“herkes uyuduktan sonra” vakti… Bu anlamda da “gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız” olma olanağı…

Felsefeyle özellikle şiiri bir hayli yakın buluyorsunuz. Şiiri ayrıcalıklı kılan ne?

“Yakın” değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır—bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, “genel” sanat içinde nasıl yanyana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur—hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil… Şöyle: her bir sanat dalı kendine özgü “malzeme”siyle—kağıt, çizim, renk, taş, ses, vb— anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar—malzemesi de ürünü de anlamdır. Tabiî ki dili—sözcükleri ve tümceleri—kullanır; ama, bunlarla—onların anlamlarıyla—kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde varolan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce varolmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. —Haydi bir küçük örnek: “duman”ın da “dağ”ın da ne anlama geldiğini biliriz; ya, bir dizede “dumanlı dağlar” kuruluşu geçince, ne anlarız—şair ne demektedir?…

Tümcelerinizden biri: “Felsefe yapmak, kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.” Burada bir çaresizlikten çok, bir “rağmen”i okumak mümkün gibi geliyor bana?..

Ne “çaresizlik” ne “rağmen”—ikisinin de ötesinde birşey…—Haydi bir itirafta bulunayım: Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım: Issız bir deniz kıyısında; herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te; ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde… Her seferinde, sevdiğim bir kişinin, oraya, bulunduğum yere gelmesini istedim, istiyordum; ama, bilerek: gelemezdi; isteseydi bile, orası zaten gelinemezdi; zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu—ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden, sürdürüyordum beklememi…
—Bazı haşarı öğrencilerim (sonradan anlattılar), “Bakalım nasıl bir işmiş bu” diyerek, herhalde kafa çekip tartıştıktan sonra, sabahın dördünde Barbaros Bulvarı’nın tepesine çıkarak, o saatte ‘gelmeyeceğini bildikleri’ Beşiktaş-Sarıyer dolmuşunu beklemişler…
Espri bir yana, felsefe gerçekten böyle birşeydir…—Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeğe çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum…

Okumaya-yazmaya/felsefeye-şiire bulaşmış birisi eğer sürekli yolda ise ve ömrü kendine doğru yürümekle geçecekse, bir başkası “ile” olabilmek ne kadar mümkün?

Çok zor ama olanaksız değil—yalnızca da “bulaşmış” olduklarımızda “ortak yanlan” var diye değil; belki tam tersi: iki kişi de ötekinin nasıl bir yolda ; nasıl bir “kendi”ye doğru yürümekte olduğunu anlamağa çalışarak (belki hiçbirzaman anlayamayacağını bilerek) yanyana yürümeyi yeterince güçlü bir biçimde isterlerse— —tuzağını görmedim sanma: Hayır, “aşk”tan sözetmiyorum; ama, “sevgi”den, ediyorum…

Bütün bu konuştuklarımız aslında hayatımızın bir özlemin peşinden gitmek olduğunu gösteriyor sanki?..

Özlem müthiş önemli bir ‘duygu’dur—bir ‘duygu’ olmadığını bile söylemek isterdim—bilgisel açıdan, düşün: orada olmayan bir kişiye yönelik bir ‘duygu’; “sevinç”le karşılaştır, birisini görünce ‘sevin’meyle… Hele, yukarıda üzerinde durduğum; “gelmeyeceğini bildiğin” olunca, özlediğin…

Ne kadar yerleşiktir Oruç Aruoba? Neredeyse bir seyyah denebilir mi onun için?

Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba, kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri—en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı—da terkederek… Bir sayayım: Doğduğum evden—ve anne-babamın evlerinden—sonra, (hiçbiri benim “sahibi” olmadığım) on bir ev değiştirmişim… Bugünkü çağda hem anlamlı değil; hem de, kendine aykırı ‘finansiyel’ temeller gerektirirdi, ama, arada bir, istediğim yere süreceğim bir karavan; ya da, liman liman gezinebileceğim bir tekne düşlediğim olmuştur—hani, benim gençliğimde, Avrupa’ya gelip Almanya’dan ‘Volkwagen Bus’ satın alıp (burnundaki VW amblemini de ‘barış’ amblemiyle değiştirip, bir güzel de boyayıp) Katmandu’ya doğru yola çıkan Amerikalı “çiçek çocuklar”, hippy’ler vardı ya…
Başo’nun üç yüzyıl önce olabildiği gibi bir “gezgin” olmak isterdim, galiba—ama artık olanaklı değil— —zaten bacaklarım da, artık, yetersiz…

Gitmek mi, kalmak mı — hangisi mutluluktur? Hangisi olanaklıdır?

İkisi de olanaklı—zaten görüyorsun: İkisini de gerçekleştirenler, var. —Belki, anlamlı gördüğün yerde kalmak; anlamsızlaşan yerden, gitmek… “Mutluluk” pek önemsediğim birşey değildir.

Yol almaktan / Yol’a koyulmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Geride bırakacaklarımızı arar olmak mı, yoksa karşımıza çıkacak olanlar mı bizi korkutuyor?

Alışkanlıkların sağladığı rahatlık, bu konuda en büyük ayartı—belki senin “mutluluk” diyebileceğin şey…
Heat diye bir film var; sıradan bir Hollywood yapımı; ama, benim oyunculuklarına önem verdiğim Robert de Niro ve Al Pacino’nun (galiba tek) ortak filmleri. Benim için önemli bir düşünce barındırıyor: Biri bir soyguncu, öbürü bir polis. Beriki ötekinin peşinde; bir noktada karşı karşıya gelip konuşuyorlar, biribirini iyi tanıyan kişiler olarak. Soyguncu, kendi ustasında ‘tevarüs’ ettiği bir yaşam ilkesini anlatıyor, polise: “Köşeden hararet (:heat: tehlike; peşinde olan, seni yakalamak isteyen silahlı kişiler) geldiğini gördüğün anda, beş saniye içinde, bütün bağlılıklarını terkedip ‘yürüye’bilecek durumda olmalısın.” —Bunu bir soyguncu ilkesi değil, bir yaşam ilkesi olarak alırsak, “Kendine aykırı bulduğun bir yeri hemen terkedebilir durumda olmalısın” diye ‘çevire’biliriz. Ben galiba buna benzer bir ilke uyguladım, yaşamımda: İsteyerek, hatta ‘seve seve’ girdiğim; ama, bir noktasında, kendime aykırı olduğunu, o hale geldiğini gördüğüm her bir ‘yer’i (pek öyle, “beş saniye içinde’ olmasa da) terkettim, ‘yürü’düm… Yani, amaç, “yola çıkmak/yol almak” değildi; “yerleşik” kalamamaktı—yoksa, çok ‘evcil’ bir adamımdır…

Yürümekten yorulduğunuz oldu mu hiç?

Hem de nasıl—yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık belki en sık yaşadığım yaşantılardır; ama, hep, “kendimi ensemden tutup kaldıracak” gücü buldum kendimde şimdiye dek—şimdiden sonra, bilmem…

Oruç Aruoba

 

Etiketler: ,

Olmayalı

Ne kadar oldu, olmayalı?


Kişinin yaşamının anlamı, kırılgandır.


Kişinin yaşamının anlamı, zayıftır, kırılgandır, dökülüp gitmeye hazırdır : kişi onu, sürekli beslemezse, korumazsa, bütünlüklü tutmazsa, kayıp gidiverir parmaklarının arasından.

Sürekli —hep yeniden, en baştan başlayarak— kurulması gereken birşeydir kişinin yaşamının anlamı. Önceki kurulmuş biçimlerinin kişiye şimdi sağlayabileceği de, sağlam ve direngen yapılar değil; önceki kuruluşlarının, işte, nasıl zayıf, kırılgan olduklarının, nasıl dökülüp gittiklerinin, bilgisidir — ‘yaşam deneyimi’ denilen şey de bundan başka birşey değildir…

Kişinin yaşamının anlamı, dökülür gider; ona, yalnızca, nasıl dökülüp gittiğinin bilgisini bırakarak —

Kişinin yaşamının anlamı, kişiyi bırakarak, dökülüp gider — ona bilgisini bırakarak, dökülür, gider, anlamı, yaşamının, kişinin.


Hep yorgunluk bekler yaşamının anlamını arayan kişiyi – gidip arayınca bitkinlik; durup bekleyince, bezginlik…
—Ne de güzeldir ama, aramak —acılı; ama, nasıl da yüce, beklemek…


Kişi , zaman zaman , yaşamının anlamının ‘hesabını çıkarmağa ’ giriştiğinde , anılarını boydan boya gözden geçirirken , dizi içinde ‘ölüleriyle ’karşılaşır :
Onlar , yaşamına katılmış ve bir noktada ölmüş kişiler — yakınları , dostları , sevdikleri…


Şöyle bir ‘sıra’ mı var, acaba:
Kişi yaşamının anlamını, önce hayal eder (olanak olarak düşünür, kurar); sonra, -şu ya da bu biçimde- yaşar (olanağını gerçekleştirir); sonra düşünür:neyi yaşadığını,neleri gerçekleştirdiğini- ama, sonra anlar, nasıl da geçici, geçip gidici,gidip-yitici olduğunu,bütün bu yaşadıklarının, gerçekleştirdiklerinin-bu düşündüklerinin..
‘Sıra’sıyla, boş bir hayalden yitik bir gerçekliğe doğru oluşur,anlamı,yaşamının, kişinin..


Kişinin yaşamının anlamı, huzurlu uyuduğunu bildiği bir kişinin varlığından yansır:onun ,orada, şu anda, yanında olmasa da, rahat olduğunu bilmek…
Böylece, kişinin yanında olmadığı zamanlarda bile, huzur da verebilir, anlamı, yaşamının, kişiye.


Yaşamının anlamı, belki arayıp arayıp bulamadığın; ama belki, bulmak da istemediğindir… Bulunmaması da mutlandırabilir, anlamını yaşamının.


Kişinin, yaşamının anlamı, geriye çekilip baktığı bir şeydir: nasıl bölük pörçük, nasıl kesintili, nasıl da yabancı bir şey diye, bakar, çekilip, geriye, anlamına, yaşamının kişi.


Kişinin yaşamının anlamı, huzurlu uyuduğunu bildiği bir kişinin varlığından yansır: onun, orada; şu anda, yanında olmasa da, rahat olduğunu bilmek… Böylece, kişinin yanında olmadığı zamanlarda bile, huzur da verebilir, anlamı, yaşamının, kişiye.


Kişi, yaşamına anlam veren ilişkilerine, etken ya da edilgen olarak girebilir. Çok ender bir durum, ilişkideki iki kişinin ikisinin birden aynı zamanda hem etken hem edilgen olmalarıdır: o durumda, iki kişinin, yaşamlarını anlamlandırma gücü, hem birleşir hem de ikiye katlanır: toplam güçleri, her ikisi için de geçerli hale gelir. Oysa kişilerden birinin etken öbürünün edilgen olduğu ilişkilerde tam tersi olur: kişilerden her birinin gücü, ötekinin kendi yaşamını anlamlandırma gücüne ket vurucu bir nitelik kazanır. Karşılıklı olarak birbirlerinin yaşamlarının anlamlarını zedelerler.


Yaşamının anlamı, ancak, kişi, bir an durup, ne istiyorum ki diye sorabildiğinde, biçimlenmeye başlar. Yani, ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse var edilebilir; yoksa yoktur. Bu bakımdan insanların büyük çoğunluğu anlamsız yaşamlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.


Yaşamın anlamı, aynı zamanda dünyaya da anlam verir. Çünkü dünya ile yaşam anlam açısından özdeştir: dünyan, yaşamın; anlamlı yaşamın da, dünyandır.


Değiştiğimi düşündüğümde, değişenin aynı ben olduğunu da düşünmek zorundayım. (Alain)


Kişinin yaşamının anlamı, öyle olur ki, kişi için eşit doğrulukta ve değerlilikte olan iki ilişkisi arasına, gelip, sıkışabilir. Kişi bu kişi ile ilişkisinde bir şey yapmak istese; bu, şu kişi ile ilişkisinde yapması ya da yapmaması gereken bir şeyi çelecektir. Ve, hep, tersi. Hep çatışmalarla başetmek zorundadır, kurulmak için, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamına katılan, öteki kişilerin kişi için taşıdıkları anlamlar, kişinin gözünde, zamanla, bulundukları yeri hiç değiştirmeden, kendi eksenlerinde dönerler; sanki, açı değiştirirler: kişi, onları eskiden şu taraftan görürken, sonradan bu taraftan görmeye başlar; bu değişim de, yavaş yavaş, içten içe, sürebilir. Kendisi hiç değişmeden, hep açı değiştiren bir şeydir, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamının anlamında, tabii ki, belirli, anlam kazanmış sözcükler yer alır: kişi, yaşamının anlamına yoğun bir biçimde katılmış bu sözcükleri, bazen, bir daha kullanamayacakmış gibi bulur kendini. İçinde anlam kazandıkları yaşam bağlamları öylesine yıpranmış, hatta tahrip olmuş, giderek yok olmuştur ki, o sözcükleri ağzına bile alamaz hisseder kendini kişi. Oysa zamanla kişinin yaşamında oluşan yeni anlam bağlantıları, o eski sözcüklere yepyeni anlamlar kazandırır; kişi de bu yeni bağlamlarda, yeniden anlamlı olarak kullanabileceğini hisseder, o sözcükleri. Ama tabii bazen, o bağlamlar, çerçeveler tam da yeni bağlantılarıyla, yepyeni ilişkilerinin içindeki kişinin, tümüyle engel olurlar, o sözcükleri kullanmasına. Yaşamının anlamı, içinde hiç sözünü edemediklerinden gelir, bazen, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamının anlamı yanında durmaz: gelir, bir süre kalır, sonra, gider. Bir kez gelip gitmiştir ya yaşamının anlamı; artık kişi ne yaparsa yapsın, o yaşamının içindedir işte. Gelip geçen; ama, durmadan da olsa kalan öğelerden oluşur, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamının anlamı, bazen, yıllar öncesinden dopdolu olarak yeniden gelir. Sonra da yepyeni bir şey olarak bir kez daha gelir, hiç yaşamadığı şeyleri yaşamak olarak: Bunlar birlikte de gelebilir; çok eskiden bildiği ile daha hiç bilmediği olarak da. Eski mi eski ve yepyeni bir şey olarak gelir, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişi, yaşamının anlamını düşünürken, geçmişine bakınca, ne çok şey unuttuğunu görür: yaşamının anlamını oluşturmuşların ne çoğunun, Lethe’nin akıntısında sürüklenip gitmiş olduğunu. Oysa tam da onlar, kişinin tutması, ne pahasına olursa olsun gitmelerine izin vermemesi gerekenlerdi.
Ama işte tam da onları unutmuştur kişi:
O müzikli çıplaklığı,
O kapıdan çıkan pembeliği,
O güneşe uyanan yüzü,
O gece yarısı yağmurunu,
O dalgın bakışı,
O ufacık kızıltıyı,
O çınlayan kahkahayı,
O kıpırtısız yakınlığı;
Daha daha neleri,
Oluşturucularını, anlamının, yaşamının.


Kişinin yaşamının anlamına sahiden ulaşabildiği noktalar, yaşamında sahte anlamlardan bezerek, ne pahasına olursa olsun sahici olmaya karar verdiği anlarda oluşur. Ancak sonuna dek sahte olmadan, sahici olamaz, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamının anlamı, hep, olanaksızlara gelip dayanır: kişinin yaşamının anlamını olanaklı kılması da, muazzam zorlukta girişimlerini gerektirir. Kişinin sanki yaşamını yok sayarak, yeniden, baştan kurmasını…
Kurulması için yok sayılması gerekir, anlamının, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamının anlamı, başından geçmişleri de içerir, geçmemiş, hiç yaşamamış olduklarını da: gerçi yaşamış oldukları hep belirleyicidir; ama yaşamamış oldukları, bazen sanki daha ağır basar.
Belki daha çok, yaşamadıklarının anlamlarından oluşur, anlamı, yaşamının, kişinin.


Kişinin yaşamının anlamı sürekli yalnızlığa yöneliktir: garip şey. Kişiler içinde kurduğu ilişkiler içinde oluşmasına karşın, duran bir yalnızlığa doğru yürür: ancak orada, o yalnızlık içinde tamamlayabileceğini, bütünleyebileceğini bilir, anlamını, yaşamının, kişi.

Oruç Aruoba
Olmayalı / Metis Kitap

 

Etiketler:

Sizde ölebilir miyim doktor?

İlhan Berk anlatıyor:

Wittgeinstein’ın yakın bir arkadaşı var, doktoru aynı zamanda. Biliyorsunuzdur, artık hastalığı artmış ve belki bir aylık ömrü kaldığını Wittgeinstein’a söylüyor.

Wittgeinstein o zamana kadar hiçbir şeyi doğru dürüst düşünmemiş ölümle ilgili. Birden bire şöyle bir soru soruyor doktoruna, “Sizde ölebilir miyim?” diyor.

Müthiş bir şey! Arkadaşı, Karıma sorayım diyor. … Dün Oruç (Aruoba) gelmişti, Oruç’a sordum bunu. Karısı kabul ediyor ve orada ölüyor sonunda.

(Ali Cengizkan’ın XXI dergisinde İlhan Berk ile yaptığı söyleşiden.)

 
Yorum yapın

Yazan: 30 Haziran 2023 in Şiir Gibi

 

Etiketler: , , ,

ile

”ne kadar sürebilir bu?” diye sordun, ilişkimizle ilgili; ben de, ”niceliği önemli değil, niteliği önemli” dedim –

sonra, ”hep böyle olabilecek miyiz – her şey öylesine değişiyor ki…” dedin. ben de ”biz kendimiz – özgürce – değiştirebilirsek, olabilir” dedim.

ince bir dengeydi bu – saçma, belki, ama şöyle bir sonuca vardım, sonunda: –

ilişki için belirleyici olan, senin ile benim, zamansal olarak, n e k a d a r birarada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak, n e k a d a r şeyi birlikte geçirdiğimizdir – bunun da ‘nicelik’le hiçbir ilgisi yoktur.

en uç durumu düşün: sen ile ben, hiç ‘birarada’ olmadan da ‘birlikte’ olabiliriz (biraz önce bunun üzerinde durdum:) – ben, tek başıma birşey yaparken seni düşünerek yapıyorsam, yaptığımı; sen de, tek başına birşey yaparken beni düşünerek yapıyorsan, yaptığını, birlikteyizdir.

bu bir avuntu mu?

**

Seni bırakmaya hazırlamaya çalışıyordum kendimi..

**

sonra, “benim özgürlüğümü kısıtlama-” dedin.
– bu çok temel (benim için en temel) belirlemeydi: ilişki, ilişkideki kişilerden birinin -hele, ikisinin birden- özgürlüğüne kısıtlıyorsa, hiçbir değeri yok demektir- hatta, tam bir değersizliğe düşmüş, demek…
ilişki, iki kişinin, birbirlerinin özgürlüklerini korudukları bir çerçeve olmak- ilişkinin ‘dışı’na karşı, tabi, ama, belki bundan da önemlisi, içi’ne karşı, yani kişilerin birbirilerine karşı…
ama, nasıl?…

**

Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş birşeydir” diye düşünmüştüm.

**

En değerli hayalimdin sen, [–] : kendini yıktın!..
Elden çıkarmak istemediğin gerçekler vardı, herhalde: bir yarım yamalak felsefecinin hayali olmak ise, istemedin. Oysa, onun, yaşamında bir kez olsun gerçekleştirdiği, gerçek hale getirebildiği tek hayali olabilirdin- hatta, sanıyorum, bunu istiyordun da…
Hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın – “Kaçtım” dedin..İşte, kaçtığın kendindi – belki de, benim gerçekleşen hayalim
olabilseydin, kendi en yoğun gerçekliğin de olabilirdin…
Kim bilir, artık – geçti..

**

Yepyeni bir başlangıçtı senin ile birlikte yaşamak istediğim, yaşamaya giriştiğim, yepyeni ve en baştan.Şimdi bu hayalin ne denli olanaksız olduğunu kavrıyorum, kişi geçirdiği koskocaman yaşamın yükünü omuzundan atıp nasıl yepyeni en baştan başlasın ki yaşama, sanki yeniden doğarak, bunu istedim ben olacağı yoktu -zaten (nitekim) olmadı da..

**

Uçurumun karşılıklı iki yakasından aynı anda atlamak, dibi boylarken de ortada bir kısa an, el ele tutuşmak.. Kimbilir belki de her ilişi, zaten böyledir.

**

Fısıldayacağız birbirimize
Olduklarımızı, oldurduklarımızı
Sınayacağız birbirimizde
Olamadıklarımızı, olduramadıklarımızı

*

Bir şeyin ‘flu’ olması için, bir başka şeyin ‘net’ olası gerekir— tek başına bir şey ne ‘flu’ ne de ‘net’tir.

*

Haydi gel de sarılışıp—burunlarımızı çekerek—- yatalım senin ile dedim: ikimiz de hastaydık:-

*

İstediğin kadar tutul ve tutun bana dedim sana—-
Tutacağız birbirimizi—-
Tutunacağız birbirimize—-
Tutkuluyuz birbirimize—–

*

Gittikçe daha çok giriyorsun içime— Heryerimi öylesine doldurdun ki..

*

Beklediğini bilecektim.
Bilerek bekleyecektin.

*

Gelmeyeceğini bilerek beklediğin
gelebileceğini kurduğun zaman bile
bir kuruntu olduğunu bildiğindir
bile bile, kurduğun..

*

Sevgi—-sevme bir karardır—-bir kararlılıktır.

*

Bir yere gitmem gerekiyordu; sen aradın, ”Gitme” dedin—- ben de gitmedim.

*

İlişki için süreklilik gerekli dedin—- acaba öyle mi?
Nedir ‘süreklilik’ : hiç bitmememek mi?—- Öyle bir şey yok: herşey, bir gün, biter—-

*

Senin dünyana hiç ulaşamayacaktım: senin dünyanı oluşturan bakış,benim bakışım hiç olmamıştı hiç, senin yaşadıklarını ben hiç yaşamamıştım—seyirciydim yalnızca senin dünyan karşısından. Bu acı verdi bana.
Senin acılarınla acılanmamış; senin sevinçlerinle sevinmemiştim, ya— nasıl bilebilirdim ki senin hangi acında sevinç var; hangi sevincinde de hangi acı—- Nasıl anlayabileydim ki!…

*

”Sana doğru çalışıyorum—–ne olursa olsun geleceğim” Kararlıydım—–

*

İlişkide en önemli çıkmaz, iki kişinin birlikte yaşadıkları aynı ve tek durumla, bir olala ilgili, farklı anılara sahip olmalarıdır: zaman geçtikçe aslında yaşandığında aynı olan o durum ya da olay, iki kişi için apayrı anlamlar kazanır—-sanki, çehre değiştirir, başkalaşır, öyle ki o iki kişi oturup o geçmiş durum ya da olay üzerine konuşssalar, en somut ayrıntı üzerinde bile anlaşmazlığa düşebilirler. İşte ilişki kişilerindir ama anısı kişiye, her bir tek kişiye kalır: Tek tek, ayrı ayrı…

*

İlişki için belirleyici ola senin ile benim zamansal olarak ne kadar bir arada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak ne kadar şeyi birlikte geçirdiğimizdir.

*

Sevgi her ortaya çıkışında belirgin bir biçimde çıkar ortaya, hiç bir sevdiğini de bir başkasıyla aynı biçimde sevemezsin, her bir sevdiğin bir ve biriciktir—- hiç bir başka kimse ile karıştıramayacağın kadar tek ve benzersiz..

*

Olanaksızlıktan yola çıkan ilişki,ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, ulaştığı en son gerçekliğidir.

*

Ayrılmalıyız dedin, ben de Ayrılma tek kişilik bir edimdir, ayrılmak isteyen ayrılır dedim. Bırakmaktır asıl tek kişilik edim olan ,ayrılmak ise herhalde her iki kişide de temelleri, nedenleri, yönelimi olması gereken bir şey..

*

İlişkimiz oradaydı, vardı ama biz birarada değildik, sen benim yanımda değildin, ben de senin yanında— ilişkimiz oradaydı; bizse orada değildik..

*

Biz artık ayrı olabiliyor idiysek sen ile ben arasındaki şu ile artık yok demekti—

*

Ben’in seslendiği sen’in kim olduğunu yalnızca ben ile sen bileceğiz..

*

Sen acaba benden alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir şey kalmadığında mı gtimiştin??

*

Sen çınlattığın yaşam dolu kahkahalarından sonra da uzayıp giden ölümcül suskunluklarınla, bana hep bir şey haykırıyordun, susmanla bağırıyordun, sessizliğinle feryat ediyordun…

*

Seni bırakmaya hazırlamaya çalışıyordum kendimi..

*
Senin yoketme tutkuna saldırmıştım—- onu yok etmek için işte!!…

Bu son olaylar bütün gücümü aldı götürdü. Boş bir pil gibiyim! Gelecek olaylar da son derece güçlü olmamı gerektirecek.

**

“seni seviyorum” sözünü — o çok önemli sözü— çok sık kullanıyordun : bu beni rahatsız ediyordu ; sanki fazla sık söylenirse , sıradanlaşacak , içi boşalacak , anlamı yitecekmiş gibi geliyordu bana — bir yalana dönüşecekmiş gibi…

bu duygumu anlattım sana ; sen de, “peki söylemeyelim — başka birşey söyleyelim ki öteki anlasın”, dedin.

ben, “şimdi bir martı uçtu” dedim — biliyorsun; daha önce de , “bırak güvercini uçsun” demiştim.

anladın.

anlıyordun.

**

Beni alıp huzuru bilen güneşin en güzel batışını seyretmeye götür buralardan..Beni alıp güneşe götür ki son bir kez daha yanayım..Ama sadece beni götür, diye eklemiştin.

**

İki kişiden birinin bulunduğu yerde bir ‘ağırlık’ oluşunca; dolayısıyla da, öteki kişinin ‘ kefe’si ‘hafif’leşince, ilişki ‘kaykık’laşır: onu ‘ düzeltmek’ için bir şeyler yapmaları gerekir kişilerin —en azından birinin; en iyisi, ikisinin birden, birlikte…

**

Şimdi yapmamız gereken, yalnızca ikimize özgü, bir yeni dil geliştirmek, kurmak, yaratmak—öylesine ki, bir üçüncü kişi, bizim birbirimize söylediklerimizi işitecek olsa, bunlardan hiçbir şey anlamasın.

**

Belki temel hata, sevgiyi bir ‘duygu’ işi olarak görmekte. Duygu yanı yok değil; ama bu, bilinçle dengelenmezse, yalnızca duygusal kalırsa, kişinin özgürlüğü pahasına yürüyor. Bu oluşumun en temel göstergesi, kıskançlık: Sevginin tek yanlı yozlaşması… Akıl dışı hale gelmesi, bilgiyi çeler hale gelmesi… Sevginin iki kişinin ilişkisi olmaktan çıkıp, bir kişinin ötekine yönelik bir tutumu haline gelmesi…

**

Tabiî (gene) hırlaştık.
‘Küfür’ lerden ‘lanet’lere kadar vardı iş.
Bir ara ‘barışır’ gibi olduk; ama söylenmiş onca söz, aramıza duvarlar örmüştü artık.

-uzun zaman ne sen beni ne de ben seni aradık.

**

Güzeldi ve değerliydi yaşadıklarımız; kendilerine layık birer yer bulacak ikimizin de yaşamlarında: Hüzünleri eksik olmayacak – ama olsun: olacaklar ya!..

**

Güvenim yitikti – bir daha geri de gelmez güven; bir
kez yitince, sonsuza dek yitiktir.
O zaman şu kararı verdim:
“Onun sözlerine inanacağım”.

**

Bir tür ‘hesap’ çıkarmağa çalışacağım. Ama bir ‘bilanço’ olmayacak bu; sonuna ‘çizgi’ çekemeyeceğim, biliyorum. Bu ‘hesap’ sonucu bir ‘fatura’ çıkarmağa da niyetim yok -aslında, istesem bütün ‘maliyet’i kendi ‘hane’me yazabilirdim (kendimi suçlu bulmak, benim için olağan bir tutum -suçlamak kadar, en azından); ama, zaten ‘bedel’i ödediğime -ve ödeyeceğime- göre, buna da gerek yok.

**

Dünyanın en zor işini yapıyoruz. Şu boktan yeryüzündeki bütün düzenlemelerin engellemeğe çalıştığı, yasakladığı, cezalandıracağı bir ilişkiyi kurmak ve sürdürmek ..

**

“hani, çok önceleri, “sadakat nedir?” diye sormuştun bana; ben de şöyle birşey söylemiştim;
‘sadakat’, kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeri hep onun için korumasıdır;
‘sadakatsizlik’ de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır;
‘ihanet’ ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması-“

**

“herşeye rağmen, çok güzeldi!…” diye yazmışsın, birlikte geçirdiğimiz günlerle ilgili olarak—

daha önce de, hiç beklemediğim anlarda, durumlarda, konumlarda, bana “ne güzelsin!…” demiştin — beni her seferinde şaşkınlığa düşüren bir sözdü bu : sen, bana, ‘güzel’, diyordun… — ne diyeyim ki!…

– evet, güzel sevgilim : yalnızca onların anıları işte, beni hâlâ ayakta (?) tutan…

başka ne kalıyor ki elimizde, zaten?…

hep unutamadığımız anılar oluyoruz işte…

unutmamağa çalıştığımız…

ama…

ama —

**

seni hep yaraladım.

— o en başta farkına vardığım ‘yaralılığın’ da, birşeyler ‘öğrenme’me yaramadı, işte…

şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeğe çalıştım — biliyorsun onları), derinden acı verdi sana, biliyorum—

(hani, bir akşam vardı, sen, inleye inleye, bitap düşüp — )

-bunları affettirmem —senden özür dilemem— de, artık, anlamlı değil.

bunların ne kadarı benim ‘özel’-‘öznel’- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi ‘genel’ —’nesnel’— niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.

tek bildiğim, başarısız olduğum—

(—zaten, ustam da, en başta alıntıladığım ‘itiraf’ında, aynı şeyi söylemiyor muydu?!…)

kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince, ulaşamadım — bu ‘beceriksizlik” yalnızca benden mi kaynaklanıyordu; onu da, bilemiyorum.

muhtemelen, öyledir.

ne sen, ne de ilişkinin kendisi—

yalnızca ben sorumluyum, bu başarısızlıktan…

**

İlişki iki kişiyi gerektiriyor ama o iki kişi hiçbir zaman tam o kişiler olarak gelemiyorlar, giremiyorlar ilişkiye. Her birinin bir sürü yükü var taşıması gereken; bir sürü yüzü var takınması gereken. Kendi dışındakiler, bir de sahtelikler geliyor, giriyor ilişkiye.

**

ilişkimizin kurulmağa ilk başladığı günlerden birinde,şöyle yazmışım:-
-“kafamı toplamalıyım –‘gene’!!gene hızla yeni bir belirlenmemişliğe dalıyorum–dalmak istiyorum;daldım bile–
ama,bunun ucunda ne var–‘sonuçları’na boşversem bile,bilmiyorum..”
sen,sonradan,defterimi okumuşsun ki,–benim sana verdiğim kaleminle,’silme’ ve ‘tutma’ işaretleri ile bir bağlama işareti kullanarak ,bu metni ‘redakte’etmişsin..bende, bunu farkedince,”redaksiyon’una uyuyorum diyerek, metni, senin biçimlendirdiğin haliyle, yeniden yazmışım:-
“hızla / dalıyorum–/dalmak istiyorum,/daldım /bile;/ama, dalmak istiyorum ——“
senin ile ilişkimiz konusunda bir ‘karar’ almam, senin alınmana yolaçmış olmalı ki,”ben sevilmek için kararlara kalmadım” diye yazmışsın, sonraki defterlerden birine — öfken, hafiften belli oluyordu, benim sana söylediğimle ilgili olarak.
‘karar’–evet, biliyorsun, temel bir yer tanıdım ona–ama şunu bilmiyorsun; seninle ilgili aldığım ilk kararda (hatırlarsın; yazmıştım bunu, farklı bir biçimde) ” bundan böyle o’nun içinde olmadığı birşey yazmayacağım” demiştim.(sen o ilk biçimi öğrenince — okuyunca — “bende hep buldum kendimi senin yazdıklarında” demiştin.)
–işte : sevgi–sevme–bir karardır–bir kararlılıktır–

sevgi nasıl birşey, değilde, nasıl olması gereken birşey, diye düşünüyordum; daha önce de yazmıştım bir-iki şey, bu konuda: ‘aşk ve sevgi’– elimizde olmadan ‘içine düştüğümüz’ birşey (ingilizce deyimi düşün : to fall ın love;’ilk görüşte aşk’–love at first sight…)olması çok önemli yanlar taşıyor; ama, birde, bilinçli, durup düşünüp,”ben onu seveceğim”diye bir kararın verilme durumuna bakalım(‘akıl birlikteliği’ gibi bir budalalığı kastedmediğimi biliyorsun):-

ancak bu karar verilmişse, verilebiliyorsa; ve, karşılıklı verilince, kişiler–sen ile ben–kendilerini tam olarak ‘verebilir’ler ( bak türkçe, gene, ne yapıyor: ‘kendini vermeye karar vermek’…)öbürüne — bu ‘verme’lerin karşılıklılığı yoluyla da, biz olabilirler…
ilişki, biz dir.
“ben senin içindeyim– sende benim içimde misin?” diye sordum;sende duraksamadan “evet” dedin.
–hani, kavga edip, ayrılıp, sonra barışıp, yeniden buluştuğumuzda, sen de,”sen’i bir daha görmemeye niyetliydim; ama, bir baktım–“her tarafımı doldurmuşsun” demiştin ya: işte, öyle içiçeydik, artık…

‘mantık’ ve ‘uzam’ açısından çelişik birşey bu; ama, ilişki ‘mantığı’ ve ‘uzamı’ açısından, geçerli…

ilişkideki (türkçe,’ilişki içinde bulunmak’ deyimini de kurar)iki kişi–sen ile ben–birbir(ler)inin ‘içinde’dir(ler) :hem ayrı ayrı, hem karşılıklı–ben, senin; sen benim…
ve ikimiz de, birlikte, onun içinde–sen ile ben : biz…
__sen, çınlattığın yaşam dolu kahkahalarından sonra da uzayıp giden ölümcül suskunluklarınla, bana, hep, birşey haykırıyordun -susmanla bağırıyordun- sessizliğinle feryat ediyordun, birşeyi bana; ama ben anlayamıyordum bunu -hala da, doğru dürüst anladığımı söyleyemiyorum
-zaten söylenecek birşey
de kalmadı
artık:
bağışla
beni-


__seni hep yaraladım.
o en başta farkına vardığım yaralılığın da, birşeyler öğrenmeme yaramadı, işte…
şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeye çalıştım -biliyorsun onları) derinden acı verdi sana, biliyorum –
(hani bir akşam vardı, sen inleye inleye, bitap düşüp-)
bunları affettirmem -senden özür dilemem- de, artık, anlamlı değil.
bunların ne kadarı benim özel -öznel- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi genel -nesnel- niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.
tek bildiğim başarısız olduğum-
(-zaten ustam da en başta alıntıladığım itirafında aynı şeyi söylemiyor muydu?!…-)
kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince ulaşamadım -bu beceriksizlik yalnızca benden mi kaynaklanıyordu onu da bilemiyorum.
muhtemelen, öyledir.
ne sen, ne de ilişkinin kendisi –
yalnızca ben sorumluyum bu başarısızlıktan..

__”en değerli hayalimdin sen,: kendini yıktın!…
elden çıkarmak istemediğin gerçekler vardı, herhalde: bir yarım-yamalak felsefecinin hayali olmak ise, istemedin. oysa, onun, yaşamında bir kez olsun gerçekleştirdiği, gerçek hale getirebildiği tek hayali olabilirdin – hatta sanıyorum , bunu istiyordun da… hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın – “kaçtım” dedin…
işte: kaçtığın kendindi – belki de, benim gerçekleşen hayalim olabilseydin, kendi en yoğun gerçekliğin de olabilirdin…
kim bilir, artık – geçti…”

__o uzun ayrılıştan önceki son buluşmamızda, bana, şöyle bir şey dedin:-
“senin ile hiç ilişkimiz olmadı ki…”
“senin ile ilişkimiz hiç olmadı ki…”
“senin ile ilişkimiz olmadı ki hiç…”
“hiç ilişkimiz olmadı ki senin ile..”
tam nasıl söylemiştin, anımsayamıyordum -belki, yıllar içinde, kafamda o kadar evirip çevirmiştim ki bu tümceyi, tam biçimini artık yeniden kuramıyordum (yıllar sonra, o gün bu tümceyi üzerine not ettiğim sigara paketini buldum: şöyleydi:
“bizim senin ile hiç ilişkimiz olmadı ki…”)
önce hiçbir şey anlamadım; hep de düşünüp durdum; ancak da yıllar sonra, anladım:-
haklıydın
haklısın

__kararsız mısın;
korkuyor musun;
istemiyor musun?
,
diye sordum; sen de, hepsine birden, evet, dedin.
bunlar çok farklı şeyler oysa ki: –
‘kararsızlık’ kişinin ötekine yönelik;
‘korkmak’ kendine yönelik;
‘isteksizlik’ de ilişkiye yönelik;
yetersiz kalmasıdır.


__olanaksızlıktan yola çıkan ilişki, ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, belki, ulaştığı en son gerçekliktir.
ilişki ancak yaşamakla varolur; ama, yaşandıkça da, tükenir.
b i z, artık, ayrı olabiliyor idiysek, sen ile ben arasındaki şu ‘i l e’, artık, yok, demekti.

Oruç Aruoba
ile

 
Yorum yapın

Yazan: 29 Aralık 2022 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

jisei, rastlantıyla, ölmeden önce yazılmış son haiku değil; ölmekte olma bilinciyle ölüm karşısında yazılmış, ölme-haikusudur

Haiku, ölüm karşısında içinde şakacıdır: Onun neşesi, bütün ağırlığıyla ölümle birlikte duyulan yaşamın neşesidir. Çiyoni’nin “benim küçük yusufçuk avcım” diyerek ölmüş oğluyla ilgili yaptığı şakadır bu. Bu anlamda, Başo’nun, ölüm-döşeği haikusunu şöyle de anlayabiliriz: Her haikun, onu yazdıktan hemen sonra ölecek durumdaysan -ölmeyi düşünüyor, ya da öleceğini biliyorsan-jiseindir. Yani, her haiku, zaten, şakacılığında, ölüm taşır.

Şimdi anlıyorum: Rilke’nin yukarıda verdiğim mezartaşı yazıtı, tabii ki, jiseisiydi-kan kanseri olduğunu ve öleceğini öğrendikten sonra, mezartaşına yazılsın diye, yazdığı… (Gene ayraç içinde şunu da belirteyim: bu jisei, kendi yazanına yönelik, bir ‘seslenme’li haiku, aynı zamanda-

-kendi mezarının üstündeki taşa yazılacağı için de, ‘iltifat’ ettiği ‘evsahibi’ kendisi olacak-bkz Dizin…)

Bu kadar sözünü ettikten sonra, şimdi de sıra, bir saplama yaparak, ‘yaşama veda’ anlamına gelen jisei‘ye örnek vermeye geliyor:- 

YH’ın derlemesinde 40 kadar Zen keşişinin Çince şiir biçiminde ve 320 haijinin Japonca haiku biçiminde yazdıkları, ‘ölüm döşeği’ metinleri yer alıyor.

Bu ‘ölüm metinleri’yle ilgili belirtilmesi gereken, gene önemli bir kavram olan ‘son şiir’ (zekku)dan farkları: jisei, rastlantıyla, ölmeden önce yazılmış son haiku değil; ölmekte olma bilinciyle ölüm karşısında yazılmış, ölme-haikusudur. Jiseinin önemi, ömürboyu haikuyla uğraşmış haijinin, bütün deneyimini ve ustalığını toplayarak, kendi ölümü karşısında/konusunda söyleyeceği haikuyu söylemesin- de…

Böylece de, kendini yazanın ölümünü konu edinmekle, jisei, yazılmış olmasıyla, ölümle ilgili son bir şaka yapar.

1692

Uzun aradan sonra Edo’ya dönmüş olan Başo’yu düşkırıklığı beklemektedir: şehir hızlı bir ‘modernleşme’ değişimi içindedir-Zeze’deki bir öğrencisine yazdığı bir mektupta şöyle diyor:-

Bu kentin heryerinde, insanların, ödül kazanmak için şiir yazdığını görüyorum; böylece de, yarışma yargıçlarına bol bol iş düşüyor. Ne tür şiirler yazdıklarını tahmin edebilirsin. Bunlar konusunda ne desem, sert sözlere varacağından, söylediklerini işitmezlikten, yazdıklarını görmezlikten geliyorum.

Haikai ‘moda gösteriş, ve, herhalde, satış konusu olmuştur. Başo bu durumdan hoşlanmaz öyle ki, Bahar’da kiraz seyretmeye bile gitmez:-

Kiraz baharlarıyla ünlü yerler, an-şan peşinde; bağırıp çağırmaktan, gürültü etmekten başka birşey bilmeyenlerle doludur.

Haikaiyi tümüyle bırakmayı bile düşünür-Mart sonu ya da Nisan başı, bir haibununda şöyle yazar:-

FUGA YOLUNU TERKEDİP ŞİİR YAZMAMAĞA ÇALIŞTIM AMA, HER SEFERİNDE, BİR ŞİİRSEL UYARI YÜREĞİMİ ÇELDİ, KAFAMDA BİR DÜŞÜNCE PIRILDADI. BÖYLEDİR FUGA’NIN BAŞTANÇIKARICI BÜYÜSÜ

Artık yalnızca çok dar bir izleyici çevresi içine çıkmağa başlar. Bu küçük çevre, onun için, Fukagawa’daki ilk kulübesinin yakınlarında, yeni bir kulübe yaptırmıştır; ‘eski’ Muz ağacı da yokluğunda korunmuştur; bahçeye dikilir-Başo üçüncü ‘Başo’ kulübesine yerleşir.

1694

Başo yola çıkmağa niyetlenmektedir: hem, doğumyerine bir kez daha uğramak bunun son kez olacağını bilmektedir: sıladaki bir dostuna, 13 Şubat’ta şöyle yazar:-

Sonumun geldiğini hissediyorum

-; hem de, hiç görmediği ‘Batı’nın Ucu’na gitmek… Nisan’da çıkmak ister, ama sağlık durumu yolculuğu sürekli ertelemek zorunda bırakır onu.

Bu arada yakın izleyici ve dost çevresi içinde etkinliğini sürdürür—bunlardan sonuncusunda (Mayıs sonu) üslubunun temel ilkesi karumi’yle ilgili, şu açıklamayı yapar:-

Bu günlerde tutturmağa çalıştığım üslup, hem biçim hem dize bağlantılarında, hafif bir üslup; öyle ki, kumlu yatağında akan sığ bir dere seyrediliyormuş gibi bir izlenim versin.

Ancak 3 Haziran’da yola çıkabilir-o da, bir ‘tahtırevan’-‘sedye’yle taşınarak…

Yolda, sağlığının biraz düzeldiği günlerde, öğrencileriyle buluşur.— Kulübesini Jutei’ye bırakmıştır onun öldüğünün haberini Temmuz sonunda alacaktır.

Yaz içinde, bir süre, Otsu ve Zeze’de, öğrencileriyle buluşur, Mumyo kulübesinde bir süre kalır, Kyoto’ya uğrar, Ueno’ya gider—sonra yeniden yola düşer… 

Osaka’ya dek gidebilir. Bu kez başağrıları, ateş ve titremeler, durdurur onu: 26 Kasım’da, artık, anlamıştır: yemek yemeyi keser, yıkanır, tütsü yakılmasını ister-ağabeyine bir mektup yazarak, ondan önce gittiği için özür diler.

28 Kasım günü de çoğunlukla uyur; ama öğlen, birara, uyanır- öğrencilerinin sopalarla sinek avlamaları hoşuna gider, neşelenir…

***

188.

Sayılmayan 

biriyim diye düşünme 

ruh-bayramında

MU bir başlık veriyor:-

HEMŞİRE JUTEI’NIN ÖLÜM HABERI ÜZERİNE

ama kaynak belirtmiyor. “Hemşire” (Ing. nun) olması, Jutei’nin bir manastıra kapanmış bir kadın keşiş olması anlamında. 

tamamatsuri, lunar takvimle Yedinci Ay’ın Onüçü’nde (1694’de, 2 Eylül’de) başlayan ve dört gün süren bir Budist bayram: Bu günlerde her aile, kendi mezarlığını ziyaret eder ve, ruhları oraya gelerek yaşayanların durumlarıyla ilgilenen ölmüşlerini, anarmış. Başo da, Ueno’da, Matsuo ailesinin türbesinde törene katılmış ama Jutei ‘resmen’ karısı olmadığı için, onun adı türbede yazılı değil..

Haikuyu Jutei’ye bir seslenme olduğu kadar, Başo’nun kendi kendisine söylediği bir söz olarak da okuyabiliriz: ‘Daha sayılmadın; ama, bekle hele; sen de sayılacaksın…’

195

ŞOŞİ

kono miçi ya

yuku hito naşi ni

aki no kure

DÜŞÜNCEM

Bu yolu işte 

yürüyen kimse yok 

güz akşamında

Osaka yakınlarındaki bir Çay Evi’nde (lokantada?) (MU: 13 Ekim), yazılmış-anlam açık: kimse yok, hiç… Kr şöyle diyor:-

“İlk bakışta hiçbirşey söylemeyen bir haiku. Bir yol görünüyor; bununla ilgili de deniyor ki, “üstünde kimse yok”. Pekâlâ, demek kimse yok, diyesi geliyor kişinin; iş de burada bitecek. Ama iş ilkin o noktada başlıyor; haiku, orada somutlaşıyor: çünkü yolu önünde gören ve “bu yola kimse çıkmıyor” diyen kişi, o yola çıkmış olan kişidir; bunu ‘kimsenin yolu’ olarak tanıyan Ben, aynı zamanda bilir ki, bu, Ben’in yoludur; bir tek Ben’im olan bu yol, Güz içinde, Akşam’a yürünen Yol’dur…”

“Yol” (ya da ‘patika’; yani, ‘izlenen yol’-‘yol-iz-) anlamına gelen miçi, klasik Çince’de tao diye okunan ideogramla yazılıyor: en geniş anlamıyla ‘yaşam yolu’, dinsel anlamda da ‘izlenmesi gereken yol’. (İslam’da da “tarikat”, “izlenen yol’ (tarik) sözcüğünden türemiştir.)

‘Akşam’ ile ‘gece’ arasındaki zamansal / anlamsal farkı Japonca nasıl belirliyor, bilemiyorum; ama, buradaki, Türkçe’de, ‘gece’ye daha yakın sanki-MU, “akşam çöküşü” deyimini yeğliyor; başlığı da

HİSSETTİĞİMİ DİLEGETİRİRKEN

diye veriyor.

ya burada da “işte “ye yakın düşüyor; RA da bunun güçlü bir vurgu oluşturduğuna dikkat çekiyor:-

İşte bu yol ya! 

Ah bu yol işte!

Başlığıyla birlikte ‘hissettiklerini düşününce’, Başo’nun, bütün izleyicilerine karşın, kendi anlayışına Yol’una – katılan onu paylaşan, izleyen “kimse” bulamamasından; ya da bunun zaten olanaksız olduğunu düşünmesinden, hüzünlendiğini düşünebiliriz. Nükte, gece vakti kim yola çıkar ki…’ gibi bir anlamda olsa gerek.

***

199.

Güz derinleşir 

komşu da ne yapar 

tek başına ki?

aki fukaki

tonari wa nani wo

suru hito zo

Başo 16 Kasım’da Şikaku’nun evinde yapılacak bir haikai toplantısına davet edilir; ama, kendini iyi hissetmediği için, katılamaz; bu hokkuyu yazıp, gönderir-“komşu”, şiir toplantısındakilere göre, kendisi; ama, toplantıda bulunmadığı için, oradakiler onun halini-hatırını soruyorlar…

Haikuyu sona erdiren zo, “ki”den çok daha güçlü bir vurgu. Bir yorumcu (Watsuji: MU) şöyle demiş:-

Bu şiirde birşey bana ölümü düşündürtüyor.

RA Başo’nun bunu (bkz aşağıdaki jisei) ölüm döşeğinde, ölmeden bir- kaç gün önce yazdığını söylüyor; UB’ya göre de, ölümünden onbeş günden az bir süre önce…

200.

Jisei

Yolda hasta düşer 

düş de uçuşup gider 

çorak kırlarda

Baso’nun, Osaka’da, Sono-Jo’nun evinde, sindirim sisteminde beliren, bugün dizanteri olduğu tahmin edilen bir hastalık sonucu (bir aktarıma göre de en sevdiği yiyecek olan mantardan zehirlenerek), yatağa düşünce yazdığı ölüm döşeği haikusu. 

tabi, Türkçe’deki ‘gurbete çıkma’ya yakın; ‘doğumyerinden uzaklaşma’ anlamında “yolculuk”

D’ye göre “düş”, “kelebek düşü’ ve Çuang-tzu gönderisi taşıyor-bkz yukarıda 1.§53 ve Çn.§19, ve Dizin.

Türkçe’de oluşan “düş”/”hasta düşmek” ilişkililiği herhalde rastlantısal.

İnanışa göre, düş, uyuyan insanın bedeninden çıkıp dışarıda gezinen ruhunun gördüklerinden oluşur. Bazı çevirmenlere göre birinci tekil şahıs iyelik kipi var:

düş(ler)im

fiil de,

dolanıp durur

diye çevrilebiliyor.

yande (“hasta düşmek”) sesinde ya da var; anlamında ‘sancılı/acılı’ olmayı görerek (HH); Türkçe’deki “yangı”yla ilişki kurarak, tarlaların hasattan sonra yakılması âdetini de düşünerek-herhalde de anlamı iyice zorlayarak şöyle çevirmek isterdim:-

Yol yangılı ya 

düş de uçuşup durur 

kavruk kırlarda

Öğrencileri jisei âdetini anımsatınca, Başo önce,

Dün yazdığın haiku bugünkü jiseindir. Bugün yazdığın haiku yarınki jiseindir. Benim yaşamım boyunca yazdığım bütün haikular jiseilerimdi

der, jisei yazmayı reddeder; ama, sonra, 25 Kasım geceyarısı, yazmaya karar verip, öğrencisi Donşu’yu yanına çağırarak bu haikuyu söyler, yazdırır. (Donşu da, herhalde, yazmadan önce, emin olmak için, bir kez yinelemiştir bunu…)

Yanında bulunan bir başka öğrencisi, Şiko’nun (MU) aktardığına göre, son sözleri şunlar olmuş-

Bunun bir hokku yazmanın zamanı olmadığını biliyorum, çünkü ölümle yüzyüzeyim. Ama şiir bütün ömrümce kafamda oldu, yani, elli yıldır. Ne zaman uyusam, sabah bulutları altında ya da güz pusunda bir yolda yürüdüğümün düşünü görürüm; ne zaman da uyansam, bir dağ pınarının sesini duyar ya da bir yabanıl kuşun çığlığıyla ürkerim. Buddha bütün bunların günaha götüren bağlılıklar olduğunu öğretiyor; ben de şimdi anlıyorum ki bu günahı işledim. Keşke yaşamım boyu girdiğim bütün haikai işlerini unutabilseydim.

Dört gün sonra Onuncu Ay’ın Onikisi’nde (29 Kasım’da)–son gezintisine çıkar Başo: “Tanrı Yoksunu Ay’dır ya… 

Öğrencileri, vasiyetine uyarak, onu, Jodo nehri üzerinden, Biwa Golu kıyısındaki Yoşinaka Tapınağı’nın bahçesine götürürler. 

Üzerinden Muz Yaprağı eksik edilmez.

Matsuo Başo

Kelebek Düşleri

Oruç Aruoba / Metis Yayınları

 

Etiketler: ,