RSS

Etiket arşivi: Edip Cansever

MENDİLİMDE KAN SESLERİ’NİN AHMET AĞBİ’Sİ

Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar,
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar,
mendilimde kan sesleri.”

Edip Cansever’in bir Ahmet Abi’si vardı bir zamanlar. İşçi bir babanın oğlu olan ve Kayseri’de, memleketinde Komünist Ahmet diye tanınan “Ahmet Gayretli” (1926 – 25 Mart 2015). Ahmet Gayretli’ye ithaf edilen şiirdir “Mendilimde Kan Sesleri”.

Peki, kimdir bu Ahmet Gayretli…

Erdal Öz, cezaevinden çıktıktan sonra Edip Cansever’le görüşmek ve “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde geçen Ahmet Abi’nin kim olduğunu öğrenmek ister. Bir fırsatını bulur, doğruca Kapalıçarşı’ya, Edip Cansever’in antikacı dükkânına gider. Edip Cansever her zamanki gibi basık tavanlı üst kattaki çalışma masasının başındadır.

Kapalıçarşı’dan Bebek’e geçerler. Cam kıyısında bir masaya otururlar. Balık, salata, rakı… Erdal Öz’ün çok özel bir soru soracağının farkındadır. Sözü döndürüp dolaştırıp “Mendilimde Kan Sesleri”ne getirir. Şiirden bölümler okur. Edip Cansever hem şaşırır hem sevinir.

Bir ara bu Ahmet Abi’nin kim olduğunu sorar Erdal Öz. “Tanımak ister misin?” der Edip Cansever. Hesabı isterler. “Kalk, seni Ahmet Abi’ye götüreceğim.” der. “Şimdi mi?” “Kalk!” der. Kalkarlar.

Edip Cansever küçük bir motor kiralar. Motorcu’ya, “Göksu’ya götür bizi,” der. İstanbul Boğazı’nı hiç konuşmadan motorun patpatlarıyla geçerler. İki yanlı yalıların arasından Göksu koyuna girerler. İskeleye yanaşırlar. Atlarlar motordan. Edip Cansever Ahmet Abi’yi sorar. “Bugün hiç görünmedi, evindedir.” der, kayıkçılardan biri.

Yürürler. Dik bir yokuşu tırmanırlar. Yokuşun tam tepesinde alçak taş duvarlı küçük bir avlunun önünde dururlar. Avluda kocaman beyaz bir sandal, avlunun ötesinde de küçücük tek katlı sıradan bir ev.

“Ahmet Abi” diye seslenir Edip Cansever. Kapıdaki zile basar. Avlunun içindeki küçük evin kapısı açılır. Bir hanım çıkar kapıya. “Ahmet Abi evde mi?” der Cansever. Kadın, Edip Cansever’i tanır. “Edip, canım, sen misin?” deyip gelir, kapıyı gıcırtıyla açar, sarılır Cansever’e. “Gelin gelin, Ahmet evde” der. İçeriye, “Ahmet, bak kim geldi!” diye seslenir.

Karşılarında uzunca boylu, yapılı, yanık yüzlü Ahmet Abi belirir. Sarılırlar. Edip Cansever, Erdal Öz’le Ahmet Abi’yi tanıştırır. Ahmet Abi onları bahçeye buyur eder. “Durun hele!” der, içeri almaz onları. Girip iskemlelerle çıkar gelir. “Hanım, hemen bir masa hazırla!” diye seslenir.

Az sonra toprak avluda küçük tahta bir masanın başındadırlar. Önce rakıyla su gelir. Üç beyaz bardağı havaya kaldırıp tokuştururlar. Karısı, tez elden masayı beyaz peynirle, domatesle, salatayla donatıverir. Erdal Öz, aklına gelen şu dizeleri okur:
“Ve sana Ahmet abi / uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki / sofranı kurardı / elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı…”

Ahmet Abi, heyecanlanır. “Yav, kimsin sen arkadaş, tanıtsana kendini!” der. O zaman, Erdal Öz’ün cezaevinden yeni çıktığını, uçak kaçırma suçuyla uzun süre hapis yattığını, Denizler’le buluştuğunu, onlarla buluşup notlar aldığını anlatır Edip Cansever. Ahmet Abi’nin Erdal Öz’e bakışı bir anda değişir. Güveni artar. Konu, Denizler’e, sonra Mahirler’e gelir. Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir, cezaevinden kaçmış, sonra Maltepe’de kıstırılmıştır. Hüseyin Cevahir acımasızca öldürülmüş, Mahir Çayan ağır yaralanmıştır. Kızıldere’ye ölmeye gider gibi giden Mahir Çayan’ın ölümüyle iyice sarsılmıştır. Söz, Kızıldere’ye, Mahir’e gelince Ahmet Abi öfkelenir. “Eşşoğlu eşekler!” der. “Var mıydı, o kadar yakışıklı ölmek yani? O cezaevinden kaçmayı başardınız. Ulan ne diye mahalle aralarında dolaşıp saklanırsınız. Ulan, burada Ahmet Abi’niz ne güne duruyor? Gelecektiniz, bulacaktınız Ahmet Abi’nizi, sonrası kolaydı. Ahmet Abi’niz atacaktı sizi takasına, ver elini Karadeniz. Ne asker yakalardı sizi ne polis. Kurtulacaktınız. Ne diye apartman aralarında kabadayılık yaptınız? Takır takır taradılar sizi! Yazık değil mi ulan bizlere? İçimiz kan ağlıyor şimdi.”

Erdal Öz, Ahmet Abi’nin gözlerinde beliren iki damla yaşı hiç unutmaz.

Ahmet Abi, 1951’de TKP tutuklamalarında hapis yatmış, çıktıktan sonra da her 1 Mayıs gözaltına alınmış, bir “eski tüfek”tir. Edip Cansever Ahmet Abi’yi Çiçek Pasajı’nda bir içki sofrasında tanımış, hem anlattıklarından hem kişiliğinden çok etkilenmiş ve onu şiirine taşımıştır. “Mendilimde Kan Sesleri” bir kavga şiiri değil, genç ölümlerden artakalan yaranın etkili bir biçimde aktarıldığı bir ağıttır. Darmadağın edilen gencecik insanların adına yazılan Mendilimde Kan Sesleri, “sosyalist gerçekçi” bir şiir de değildir. O günlerde ve sonraları, içinde “Deniz, Mahir, Ulaş” sözcüklerinin sıkça geçtiği “sosyalist gerçekçi” pek çok şiir yazılır; ancak bunlardan hiçbiri Edip Cansever’in şiiri kadar, okurun içini acıtmaz.

Sıddık Akbayır

“Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.”

Aşağı yukarı iki yılı geçkin zamandır doksanların başında Ali Hüsrevoğlu’nun tanıştırdığı birkaç kez ancak görüştüğümüz sonra izini kaybettiğimiz, kaybolduğumuz Ahmet Gayretli’ye, yani “Kızıl Ahmet’e” gitmeye onu tekrardan bulmaya çalışıyordum. (1926-25 Mart 2015) Bundan yedi-sekiz ay önce bulduğumuz adresin peşinden gitmemiz sonuç vermedi, onun evi yerine karşımıza başka birinin evi çıktı ve Ahmet Gayretli o eski apartmanda hiç yaşamamıştı. Bunun Ahmet Gayretli’ye dönük koruma ya da yalnızlaştırma temelli bir tavrın sonucu olduğunu ise ancak ölümünden sonra aynı apartmana varınca anlayabildim.

Bu arada ben kaç rakı masasında Edip Cansever’in kitabını çıkarıp “Mendilimde Kan Sesleri”ni yüksek sesle okudum bilmiyorum. Bunu Ahmet Gayretli ve bizdeki imgesinin son insanlığı olarak kabul etmeliyiz. Üç-beş yıl boyunca sürekli Ahmet Gayretli’nin hayaletinin aramızda dolaşması bizi konuşmaya çağırması rakı masalarında tutması elimize Edip Cansever’in şiir kitabını tutuşturması bize çok iyi gelmişti

En başa gidelim… Doksanların başında Ali Hüsrevoğlu yani dünyanın Felaket Ali’si, Ahmet Gayretli’yi bulup getirip Talas’taki güneş görmez evin oturma odasına orda da sehpanın üstüne yerleşmiş rakı tepsisinin sağına oturttuğunda çok şeyden haberli bile değildim.

Ahmet Gayretli eski tüfeklerden biriydi ve hala öyleydi. Ondan da önemlisi gelecek düşüncesine ve dünyayı değiştirmeye inanmış bir sosyalistti. Gesi Bağları’nı ve Ali Dağı ezgisini kaidesiyle ve tam bir sakinlikle o yaşta söyleyebilen biriydi. (Sonra yine öğrendik ki, ezgiler konusunda epeyi bir birikime ve ezbere sahipti.) Öyleydi ve bunun hikâyesi de vardı. Ahmet Gayretli 1951 TKP tutuklamalarından sonra Harbiye Askeri Cezaevinde ve başka cezaevlerinde Ruhi Su, Vedat Türkali gibi dönemin sol sanatçıları ile yatmıştır. O yıllarda Ali Hüsrevoğlu’nun anlattığı doğruysa Ahmet Gayretli bir ezgiye başladığında Ruhi Su saygıyla susar ve dinlermiş.

Hatırda tutulması gereken asıl ayrıntı ise Ahmet Gayretli ve arkadaşlarının Adana’ya sevkidir. Hepsi birbirine zincirlidir, bileklerine kan oturmuştur ve Hasan dağı tüm heybetiyle karşılarındadır. Ruhi Su ünlü “Hasan dağı Hasan dağı /Eğil eğil, eğil bir bak/ /Sıkıyor zincir bileği / Jandarmada din iman yok /…/ Gidiyor kalktı göçümüz / Gülmez, ağlamaz içimiz/ İnsan olmaktı suçumuz/ Hasan Dağı, insan olmak /…/ Koçhisar üstünden bora / Gülek bir karanlık dere / Sıradağlar sıra sıra/ Çukurova ana toprak” ezgisini o sevkiyatın etkisiyle yazıp, besteleyip söylemiştir.

Bu Ahmet Gayretli’nin Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri’nin konusu Ahmet Abi olduğunu bilen biliyorsa da bizim için daha ortalıkta yoktur ya da çok sonradan öğrenilmiştir. Ali Hüsrevoğlu ile ben iyi kötü şiir karalıyor olsak da böyle bir bahis üçümüzün arasında geçmemiştir. Aslında bu biraz da Ahmet Gayretli’nin mütevazılığı ile ilgilidir belki de Ali Hüsrevoğlu’nun anlattıklarından Ahmet Abi’nin hikâyesine sıra gelmemiştir. Geçmiş gün Ahmet Abi’nin eski tüfekliği daha çok bizim ya da benim ilgi duyduğum yanı olmuş ve sözü hep orada tutmuş da olabiliriz.

O gecenin ve tek fotoğrafının ardından belki yalnız belki yine Ali Hüsrevoğlu ile Ahmet Gayretli’yi ziyaret etmişliğim oldu. Sonra devlet bir gün beni -yıl 1993’tür ve güzdür- Sarız’a memur etmiştir, sürmüştür. Bundan sonrası Mendilimde Kan Sesleri’nin anlamını ve kime yazıldığını öğrenmekle ve Ahmet Gayretli’ye tekrardan ulaşma arzusuyla geçmiştir. Telefon defterindeki numara bu noktada hiçbir şey yapmamıştır. Kavaklı Petrol’ün etrafında dolanmalar da bir şey yapmamıştır. Sonrası ise öyle konuşup sonra da bugün gelen ölüm haberiyle tamamlanmıştır. Kayseri’li “Kızıl Ahmet” ölen yoldaşlarının yanına sessizce yine yoldaşları tarafından uğurlanmıştır.

Ama ondan önce Mendilimde Kan Sesleri anlattığım hikâyeyle benim Edip Cansever okurluğuma da bağlı olarak şiirlerin daha da en önüne geçmiştir. Çünkü ortalıkta ölüm haberi yoktur ve Ahmet Abi bir yerlerde yaşamaktadır. Bir şeyler daha bulur çıkarırım diye yineliyorum: yan yana geldiğimizde biraz saygıdan biraz da Ali Hüsrevoğlu’nun ortamdaki etkisinden olacak ki pek bir şey konuşma şansımız olmadı ya da öyle oldu diye hatırlıyorum. Yaşlı sesiyle söylediği ezgileri saymazsak daha çok Ali Hüsrevoğlu’nun ve rakının belirlediği bir ortamda o da bir kez bulunduk. Belki bir belki iki kez evine gitmişliğimiz oldu ama orda da neler konuştuğumuz neler anlattığımız konusunda pek bir düşünce sahibi değilim ya da hatırlamıyorum.

Sonra anladım ki artık aynı şehirde yaşıyor olmak aynı şehirde yaşamak olmuyor. Çünkü anladık ve yaşadık ki şehirler artık yalnızca alışveriş yapılan yerler olup çıkmış. Biz direndiğimizi sansak da buna pek karşı koyamamışız ya da karşı koysak da pek bir şey yapamamışız, geri çekilip durmuşuz ve dünyayı öylece bırakmışız.

Hem kendimizi hem de bir başkasını böylelikle yalnız bırakmışız demek istiyorum. Şehirler ve orda yaşayan ahaliler için bunun artık bir şey yapılamaz ve yaşayıp yaşamadığımız kuşkulu hale gelmiş bir acı olduğunu söyleyeceğim. Kuşkulu diyorum çünkü günümüz dünyasında duyduğum ve yaşadığım sandığım hiçbir şeyden emin değilim. Kuşku dediğim şeyin gerçekten kuşku olup olmadığını da bilmiyorum.

Yalnızlıkla birkaç arkadaşın hatırladığı ve arayıp sorduğuyla ölüp gitmenin en azından Ahmet Gayretli’nin tercihi olduğunu dünyayı bunu yaşamak için değiştirmeyi arzu ettiğini ve bunun için mücadele ederken cezaevlerine düştüğünü ve yıllarca yattığını, sürgünlere gittiğini, devletin kara listesine girdiğini sanmıyorum.

Dünyanın bize sunduğu bizim bir şey yapamadığımız, yapsak da sonuç alamadığımız gerçek budur. İnsanın iyi bir gelecek düşü sonunda ve bir kez daha onun yalnızlığının öyle yaşayıp ve ölüp gitmesinin nedeni olmuştur. Dünyanın bize önerdiği ve dayattığı tabii budur ama gelecek / devrim düşü olanların birbirini yalnız bırakması başka bir şeydir. Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiiri bahsinde bağışlanmayı istediğim asıl mesele de budur.

Halim Şafak
Evrensel / 29 Mart 2015

İnsan yaşadığı yere benzer

“Fabrikalarında çalıştım, hapishanelerinde yattım memleketimin… Memleketimi sevdim, insanlarını sevdim ama beni çok yıprattılar, hâlâ da seviyorum memleketimi. Hırsızı sevmem, uğursuzu sevmem. Alın teriyle, namusuyla çalışan insanları ve ağaçları severim.”

İnsan yaşadığı yere benzer

Tarihe 1000 Canlı Tanık Çocukluğum Kayseride geçti. Biraz sıkıntılı yıllardı. Babam işsizdi. Bu yıllar sıtma yıllarımdır. Doktora gidilmezdi, daha çok kullandığımız kocakarı ilaçlarıydı. Tavşan pisliği toplanır, sidik içirilir, dalak kesilirdi. Muska ve ip bağlanırdı sıtmaya karşı. Bal sürüyorlardı şuraya, bıçakla sonra sıyırıyordu hoca okuya okuya. Ona dalak kesmek denirdi. Daha çok muska yazılırdı… Doğa ve toprağa bağlıydı yaşam. Kadere, alın yazısına bağlıydı her şey. Baskılarla büyüdük. Dini baskılar, ahlaki baskılar, devlet otoritesi şunlar, bunlar… Bu korkular içinde yoğrulduk geldik. Annem her Anadolu kadını gibiydi, okumuş yazmışlığı yoktu. Zaten bizim dönemimizde okuryazar çok azdı. Askerden bir mektup gelir, okuyacak adam ararlardı, ev ev gezip. Sonra çocukluk dönemimde Kayseri’de otomobil filan da yoktu… Bir tek Amerikan Kolejinin arabası vardı, o yola çıktığı zaman mahalleye haber gelirdi Atsız araba gelmiş diye; hadi hurra, arkasından yamalı entariler koşardık… Kayseri’nin doğru dürüst ekim toprağı yoktur. Kayserililer onun için hep dışarı giderlerdi. Sonradan Sümer Bez Fabrikası yapılırken, babam orda iş buldu, yaşantımız biraz daha düzeldi… Babamın siyasi düşünceleri yoktu. Hangisi ona iş verdiyse onu tutardı.” Gençlik yıllarında halkevleri ile tanışan Ahmet Gayretli, halkevi temsil kolu başkanlığı yapar. “Dağcılık, köycülük kolları, saz kolu da vardı. Vedat Nedim Törün İmralının İnsanları diye bir piyesini sahneye koyduk. Sol bir eserdi.” O günlerde Kayseri Emniyet Müdürlüğünün hakkında hazırladığı rapor siciline işlenir. Ortaokuldan mezun olur ve sanat okulunun teknik resim bölümüne devam eder. Ardından Eskişehir Tayyare Fabrikasına girer. “İlk üç ay eğitimden sonra fabrikaya alıyorlar, işte orda hem mesleğini hem de askerliğini yapıyorsun, çalışıyorsun. Almanlar tarafından kurulmuş Tayyare Fabrikası. Almanlar İkinci Cihan Harbinde kullandılar o tayyareleri. Büyük bir fabrikaydı, 3 bin kişiye yakın insan çalışıyordu. Bu dönemde iktisadi durumumuz biraz daha düzeldi.”

Kendisi gibi işçi bir babanın ilk çocuğu olarak 1926 yılında Kayseride doğar. 1938 yılında İstiklal İlkokulundan mezun olur. Ortaokul eğitiminin ardından sanat okuluna devam eder. Resme olan yeteneği Eskişehir Tayyare Fabrikasında teknik ressam olarak çalışmasına neden olur. Halkevlerinde başlayan siyasallaşma süreci, askerliğini yaptığı Tayyare Fabrikasında tutuklanmasıyla ivme kazanır. Ankarada işçi olarak çalışmaya başladığı dönemde gözaltına alınır. 1951 yılında TKP operasyonunda tutuklanıp Harbiye Askeri Cezaevine gönderilen onlarca insandan biridir artık. Son bir yılı Adana Cezaevinde olmak üzere dört-beş yılını demir parmaklıklar arkasında geçirir. Cezaevi dönemini Malatyada yaşanan sürgün yılları izler. Sürgünden dönüşünde 33 yaşındayken evlenir. Üç çocuğu olur bu evlilikten. Ne var ki “komünist” damgası, düzenli bir işe girmesine engeldir. Tabelacılık ve cezaevinde geliştirdiği fotoğraflardan resim yapma becerisi ile kazanır hayatını. Edebiyata ve okumaya meraklı olan Gayretli nin Kaynak ve Yedigün dergilerinde yayımlanmış şiirleri var. Halen Kayseride eşi, oğlu ve geliniyle birlikte yaşıyor. “Resimler: cezaevleri / Resimler: özlem / Resimler: eskiden beri / Ve bir kaşın yukarı kalkık / Sevmen acele / Dostluğun çabuk…” (*) dizelerinde şair Edip Cansever tarafından ölümsüzleştirilen Ahmet Gayretli ile Kayserideki evinde görüştük. Tayyare Fabrikasında çalışırken komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile mahkemeye sevk edilir. “Bir gün, bir arkadaşla gelirken işte, karşı ufuk kızarıyor, ne güzel bir renk demişim. Bir de bu gülün çocuklar, eğlenin demişim. Ey Lenin dediler sonra. Bunun gibi şeyler yüzünden mahkum oldum. Ben (Vladimir İliç) Leninin kim olduğunu bilmiyordum. Hapishanelerde öğrendim ben gerçeği. Orda 11-12 ay yattım, dokuz ay ceza yedim, çıktım. Biraz askerliğim kalmıştı, onu sonra tamamladım.” Askerlik dönüşü memleketine, Kayseriye döner. “İşim gücüm yok, iş de vermiyorlar, aforoz edilmiş gibisin. Halk arasında komünist deyince umacı gibi görüyorlar: Korkunç, gözü kanlı, tırnakları uzun, acayip biri… Bir sandık ardiyesi tuttum, orda tabela yazıyorum. Türkü söylerim çalışırken ara sıra, gelir, şöyle uzaktan bakarmış etraftakiler. Bu nasıl komünist be, türküsü bizim türkümüz diyorlarmış. Mesela bana soruyor biri: Komünist misin? Valla olamadım ki, haggadan da bir komünist çok özverili olmalı, bir defa bilgili olmalı, insanı sevmeli, bir komünist bölüşmesini bilmeli derdim. Bir defa mimlenmişim. Ondan sonra Ankarada bir lastik fabrikasında iş buldum ve kalıp atölyesinde ustabaşılık yaptım. Ankarada partiye yani yeni bir teşkilata girişim var. İkinci yakalanışım partiye iştirakten oldu. İşte Ankarada yakalandıktan sonra, İstanbula gönderildik. Büyük bir tevkifattı o, Türkiyedeki en büyük sosyalist harekete karşı yapıldı.” 1951de, o tarihlerde gizli faaliyet gösteren Türkiye Komünist Partisi (TKP), tarihinin en kapsamlı tutuklamalarından birini yaşar. ABD’de ve Türkiyede tırmanan antikomünist kampanyanın bir sonucu olarak 21 Ekim 1951de başlayan operasyonlar iki yıl sürer. Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde TKP üyesi oldukları gerekçesi ile tutuklananların pek çoğu iki yıl süren mahkeme sürecinin sonunda hüküm giyer. Öte yandan operasyonun sonucunda TKP’nin faaliyetlerinde uzun süreli duraksama yaşanır. İşte o günlerde Ahmet Gayretli de tutuklanır.

“İstanbulda Sansaryan Hanı diye eski polis müdüriyetine gittik önce. Orası ta Osmanlı zamanından kalma bir polis müdüriyetidir. Çok şerefsiz bir yer orası. İlk üç ay hücrede kaldım. Tabutlukta da kaldım, zaten bir gün tabutlukta kaldın mı ayakların tutuluyor. Polis ekibi de çok korkunçtu. Fazla konuşamazsın, sesli konuşamazsın, kızarlar. Param da yok, yemek de yok, yalnızca dört parça ekmek verirlerdi. Zamanında bir adam attılardı pencereden. Kendi kendini attı dediler, zabıt tuttular. Geceleri bütün o Sansaryan Hanındaki motorlar çalışıyor, radyolar açılıyor alabildiğine bar bar bağırıyorlardı, dayak atarlardı geceleri. Allah, peygamber sesleri kulaklara gelir, insanın asabını bozardı. Korkunç günler yaşadık. Üç aydan sonra gönderdiler Harbiyeye (askeri cezaevi). Harbiyede üç sene kadar kaldım. 6-7 Eylül hadisesi çıktı, sene 55te filan, büyük taşkınlıklar oldu. O günlerde topladıkları çapulcuları da getirdiler Harbiyeye.” Üç yılın sonunda Adana cezaevine sevk edilir: “Hiç unutmam bizi Adana cezaevine götürüyorlar. Bir akşamüstü, Fatihte bir jandarma karakolu var, oraya getirdiler önce bizi. Yüzbaşı çıktı otobüsün merdivenine, seslendi, talimat verdi, zincirlediler bizi. Sallana sallana bir gecede Koçhisar’a geldik. İkide bir de direksiyon kaçırıyordu şoför. Benzinliğe çektik, adam uykuya yattı, biz de ordayız. O yüzbaşı “sakın zinciri oynatmayacak, açmayacaksınız” dedi ya varıncaya kadar açmadılar zincirleri. Zincirler oturdu, ellerimiz şişti, kan bile çıktı bileklerden. Orda bizi su dökmeye çıkardılar, bir adam uyur, birimiz çişe oturur, yani abdest edecek, eller kelepçeli, o kalkıyor, öbürü oturuyor, böyle bir gece geçirdik. Neyse işte, adam uyandı, yola çıktık. Gece yarısı, Hasan Dağına dikilmiş ay, Ruhiye de ilham geliyor, o zaman söylüyor işte böyle: Hasan Dağı, Hasan Dağı, eğil, eğil, bir bak, sıkıyor zincir bileği, jandarmada iman yok, hiç insaf yok. Bir ay doğdu, ışıdı yarama değdi, kelepçe derimi soydu, Hasan Dağı derdimiz çok… 39 saatte indik. Herkes perişan. Hapishanenin avlusuna indirdiler, çömeldik böyle… Bir süre sonra isyan çıktı hapishanede. Öyle bir korkunç oluyor yani eğer kitle bir şeye kızarsa yapamayacağı yok. Biz de isyanı destekledik. 30 tane dilekçeyi parlamentoya gönderdik… Hapishane müdürü bir kulüp kurdu, benden de kulüp için amblem yapmamı istedi. Tuttum şöyle iki tane el yaptım da, ortasında bir top, şuralarında kelepçe sallanıyor… Hapishanede bizi sevdiler, saydılar. Bazılarının dilekçelerini, konuşmalarını yazardık. Herkes bildiğini bir öğretmen gibi birbirine aktarırdı. Orda yetiştik. Vedat Türkali ve pek çok arkadaş vardı.” Eğlenini “Ey Lenin” anladılar “Malatyaya sürgüne gittim daha sonra, 20 ay kaldım orada. Param yok, kimse para göndermedi. Malatyadaki insanlarla kaynaştım. O zaman örgütlü mörgütlü bir şeyim yoktu. Yalnız kitaplarım vardı. Kitap verir, kitap okuturdum, böylece bir çevre edindim.” İki yıl sonra Kayseriye döner. Evlenmeye karar vermiştir: “Şehirden kız vermediler. Sosyalist insana karşı büyük tepki vardı. Akrabalarım şimdiki ailemi buldular. Eşimin babası (ileri) görüşlü bir adamdı. O da (içerde) yatmış. Bilmiş beni, O da iyi bir dünya istiyor, ben de istiyorum demiş. Aldım ailemi, öyle iyi de anlaştık ki buraya kadar geldik. Çevrem genişledi, insanlar benden kaçmaz oldu, beni anladılar. Çoluk çocuğa karıştım. Başlangıçta tabela yazardım. Sonra sanayiden bir dükkan tuttum. Karnımız doymaya başladı.” Son sözlerini 42 senesini verdiği siyasi yaşamının genel bir değerlendirmesine ayırıyor: “Siyasi düşüncelerim hiç kaybolmadı. Bir örgüte bağlı çalışmadım. Pek çok sosyalist tanıdım.Yalnız entelektüel çevre çabuk bozuluyor bunu gördüm. Emekçi az bilir ama sağlam inanır. Okumuş çevre bozuldu çünkü menfaatlerini tepemediler. İşçi sınıfının hiçbir şeysi yoktur, zincirinden başka. Siz daha gençsiniz, ben gelmişim 78 yaşına, ben görmiycem ama güzel günler gelecek, onu göreceksiniz. İnsanlığın başka türlü yaşamasına imkan yok çünkü. Artık o dönüşme zamanı gelmiştir.”

Milliyet / 02.05.2004

Mendilimdeki Kan Sesleri şiiri, Edip Cansever ve Ahmet Gayretli’nin birlikte geçirdikleri bir İstanbul gecesinden sonra kaleme alınmıştır.

Mendilimde Kan Sesleri

Her yere yetişilir,
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla,
Ahmet abi sen de bağışla.

Boynu bükük duruyorsam eğer
içimden böyle geldiği için değil,
ama hiç değil.
Ah güzel Ahmet abim benim,
insan yaşadığı yere benzer,
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer,
suyunda yüzen balığa,
toprağını iten çiçeğe,
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine,
Konya’nın beyaz,
Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer,
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir,
denizine benzer ki dalgalıdır bakışları,
evlerine, sokaklarına, köşe başlarına
öylesine benzer ki,
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer,
sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne,
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına,
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına,
minibüslerine, gecekondularına,
hasretine, yalanına benzer,
anısı ıssızlıktır,
acısı bilincidir,
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan,
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir,
ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet abi.

Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı,
-bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben. –
Cıgara paketinde yazılar resimler,
resimler; cezaevleri,
resimler; özlem,
resimler; eskidenberi,
ve bir kaşın yukarı kalkık,
sevmen acele,
dostluğun çabuk,
bakıyorum da şimdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.

Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet abi,
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir,
o zamanlar Malatya kokardı istasyonlar,
Nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası,
kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen,
kadının ütülü patiskalardan bir teni,
upuzun boynu,
kirpikleri…

Ve sana Ahmet abi,
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki,
sofranı kurardı,
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı,
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi,
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi.
O çocuklar büyüyecek,
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar…

Bilmezlikten gelme Ahmet abi,
umudu dürt,
umutsuzluğu yatıştır,
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler,
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi,
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler,
trenler tıklım tıklım,
trenler cepheye giden trenler gibi,
işçiler,
Almanya yolcusu işçiler,
kadınlar,
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi,
ellerinde bavullar, fileler,
kolonyalar, su şişeleri, paketler,
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler.
Ah güzel Ahmet abim benim,
gördün mü bak,
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket,
gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile,
gelse de
öyle sürekli değil,
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün,
o kadar çabuk,
o kadar kısa,
işte o kadar.

Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar,
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar,
mendilimde kan sesleri.

  • Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri
    (Sonrası Kalır, I, Bütün Şiirleri)
 

Etiketler: ,

Düzeltemiyorum hayatımı. Neresinden çeksem, öteki yanı bozuluyor.

12 Temmuz 1969

Sevgili İlhan,

Duymak, çok duymak eziyor beni. Yeni, bilinmedik bir sayrılık da olabilir bu. Bilmiyorum ki. Eziliyorum sadece. Uyumsuzluğum (dışa vuramadığım) yiyip tüketiyor kupkuru ruhumu. Biraz soluk almak için, kuramsal olmamak koşuluyla, ne yapabilirim acaba? Hiçbir sey gideremiyor susuzluğumu. Hiç, hiçbir sey..

İçmek yoruyor artık. Eskiden içkiye koşardım, kafamı kovardım dünyamdan. Şimdi?

Kimseyi ortak etmek istemedim sıkıntılarıma. Hiç değilse uzun süre böyle yaşadım. Ama.. Belki.. Neden bir çaresi olmasın bunun?

Kürkümü severek giyiyorum. Ve hep aklıma geliyor inceliğin, inceliklerin. Ankara sendin. Özlemle arayacağım o kısa günleri.

Şimdi dışarda bir bakır düştü. Mayraba olabilir, bir sahan kapağı, bir buhurdanlık olabilir. Bazen sesler duyarım Boğazın tepelerinde. Bir çekiç sesidir. örneğin. O kadar yaşlıdır ki, kaplar her yanı, doldurur kulaklarımdan geçerek uçsuz bucaksız yüzölçümümü. Eninde sonunda bir çekiç sesi. Kimbilir kim bir kayayı ikiye bölüyor ya da bir tekneyi kalafatlıyordur. Rüzgarsız bir balıkçı kayığımı temizliyordur az ötede. Pulların da sesi vardır. O kadar güzeldir ki pullar, zarfların üstünde tutsak, sürgünde gibi alışılmış acılarımı solur. Pullar… Düzeltemiyorum hayatımı. Neresinden çeksem, öteki yanı bozuluyor.

Gel İstanbul’a. Konuşmadan dolaşalım. Tepelere çıkalım tepelere, uçmayı duymak için. İnimdeyim, dükkanın üstünde. Şiir, belki biraz şiir.

Edip Cansever

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Haziran 2023 in Mektup

 

Etiketler:

Uçurum

Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka bardağımın içine
Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.

Kesiyorum durduğumuz yeri ortasından
Ey görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum
Dibimde değil ayaklarımın, damarlarında
Derinliğini orda tutan, orda harcayan
Uçsuz bucaksız bir uçurum.

Zamanla değil, bir yerde
Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum
Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten
Ağır ağır yanan bir tuğla harmanını
Billurdan sarkaçlarıyla.

Kalbim, sersemliğim benim..

Edip Cansever

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Haziran 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka I

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
Dönüşür içlerimizde az menekşe, bir sarmaşık
Menekşe hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
Her yerde güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor avuçlarım”
Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına
Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
Nedir mi ellerimiz — korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla —
Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park bekçisinin
Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan

Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan
Korkunçtur — bunu anlıyoruz — bir yüzün en çoğul beyazında
Korkunçtur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında
Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla
Korkunçtur korkunç!
Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca
Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
Tüketen kim. Hani bir yarışın sonuna varmış gibi
Hani görmeden daha, sezmeden her şeyin bittiğini
Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği
Ansızın bir ürperişle: bitti mi, her şey bitti mi
Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
Bir rüzgâr, duyulup binlercesi birden bir rüzgâr
Bırakıp beni bir kenara, bir uzağı, ya da bir boşluğu bırakır gibi
Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
Okunmaz kitaplarda uzaksı giyişlerde, çocuksuz avlularda
Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun butlarında
Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla.

Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
Anılar bulacaksam — anılar mı dediniz? ne sesli bir vuruşma
Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
Rakılar, gene rakılar, kırıklar, sonsuz yaralar
Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
Zorlanmış bir gülüşten — iğrenip birden — kusmalar, bulantılar
Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
Ölüler bulacaksam — ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar
Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda
Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda
Bu kadarcık bir şey — İyi ya, peki, şimdi kim var sırada
Sakın haaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin, çünkü biz., biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ellerimizle.. Başlayın, hadi başlasanıza
Örneğin bir kahve falı? Az müzik? Diyorum biraz İskambil!..
Ama hiç seslenmeyelim — seslenmeyelim — içimizden oynayalım ayrıca
—Dört kişiyiz!
—Hayır, on!.
—Bin kişiyiz!
—Bana kalırsa..
Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu, bire bir unutulmaya
Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz? Ne tuhaf biraz anlıyorum

—Üç karo!
—Pas diyorum!
—Susalım baylar, dört kupa!
Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz? Susalım!
Susalım — Niye susalım — Anılar mı dediniz? Ne sesli bir vuruşma!
Ya sonra? — Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
Gene mi, başladınız mı? peki şimdi kim var sırada
Sakın haa! biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin, çünkü biz., biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ağzımızla.. Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum — Sahi mi — ama isterseniz siz olun
Siz olun, biz olalım, kim olacak? — Hep böyle oyalansanıza
Yani “Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.”
Gibi oyalansanıza
Biraz oyalansanıza.

Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek, biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek korkuyorum
Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü — yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da
Demeyin, sakın haa, yok şu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda
Şu kadarcık bir şey — öyleyse., yani biz şimdi ne yapsak acaba
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.

Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Haziran 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka II

Ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
Nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
Dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına
Dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
Bilmem ki — doğrusu bilmiyorum — niye yokmuşum ben
Sahi ben niye yokmuşum — öyle ya — elbette sordum ona
Dedim ki — ne desem beğenirsiniz — iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından
Dedim ki, falan filan..
Örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan
Ölüversem şuracıkta
Bakınca herkes orama burama
Derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim
Hey tanrım! bu ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.

Yani kim yaşamış kendi adına
Vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında
Tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner
Döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey
Hani ne başlar ne biter
Hani ne vardır ne yoktur
Tanrısal bir harekettir din adamlarınca
Bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik
Çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya
Hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda
Herkes gibi bir şey niye olmalı
Bakınca işte şurdan şuraya
Masalar, masada yazı makinaları
Derim ki, niye olmalı
Bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları
Sürüngen parmakları
Çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız
Hayata bir şey demeyen bu garip adamları
Bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını
Mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin

Yıllarca unutulmayan o kadın adlarını
Ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları
Bilmem ki niye
Yani masalar işte, masada yazı makinaları
İstemem, niye olmalı
Evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları
Devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli — mor balkonları
Bakımsız avluları
Avlular… ve uzun ve esmer domino oyuncuları
Sonra gene upuzun kahveye çıkmaları
Öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan
Bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı
Kadınsa — nasıl artık — seğirtken bir ürperişle
Yeniden bir erkekle… ama hiç ummadığı
Öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan
Nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı
Ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde
Yaş masalar üstünde onların anlamadığı
Derim ki, niye olmalı
Niye olmalı bilmem
Şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden
Ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları
Ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları
Değişmez bakışları
Bir hüzün gibi değil, doğrusu değil
Hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları
Derim ki, niye olmalı
Şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana
Kadife ayakları
Bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla
Hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları
Niye olmalı
Herkes gibi bir şey niye olmalı

Varken kendini bulmak, bulmalı
Hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan
Sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan
Atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi
Ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki
Sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri
Öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan
Üstelik — bilmiyorum ya — biliyormuş gibi en azından
Ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman
O zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek
Gelirim de sizlere, alınınca odaya
Şöyle bir köşeye oturuncaya
Kadarki o sıkıntıyı geçerek
Başlarım konuşmaya.

Derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
Tıraş olmuştum ayrıca
Bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna
Ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda
Aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada
Bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu
Bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu
Ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini
Kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi
Ve nasıl yitirdim ben kendimi.
Durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
Tıraş olmuştum ayrıca
Gömlekten söz açınca aklıma geldi
Ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma
Bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna
Sevmiyorum ayaklarımı da
Yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki
Çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum
Gözleri, göz bildiğim her şeyi

Yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar
Bir şehrin içinden geçen nehirler gibi
Sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri

Kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti
Bir sevişmeyi., o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar
Hıh!. işte bunlar da kendi gözleri
Kızarmış aklarıyla kendi gözleri
Her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar
Ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini
Kayboluyorlar bir bir
Öyle ki — ben diyelim — yeniden bulmak için onları
Yeniden bulmak için
Çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.

O zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim
Ayaklarım da
Öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi
Takır da takır, takır da takır boyuna
Yürüyüp gidiyorum onlarla
Parklara gidiyorum üstüste niyetler çekmeye
İhtiyar kumruların ağzından
Kocaman kamyonlara düzenle sıralanan
Kutulardan birini
Çekiyor gibi en altından
Alışıyorum buna da, bu fırtınaya da
Bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya
Çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.

Derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan
Hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri!
Bir parça şarabım var altından
Yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça
Yani bak kısa yoldan bir toplam
Nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım
Ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından
Düzlere vursam düzlerden
Dağlara vursam dağlardan
Önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan
Sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan
Ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi
Acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan
Öyleyse de bana, nasıl anlamam
Tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan
O “her şey” kelimesi gibi
Anlamı bitmek olan
Nasıl anlamam ben kendimi
İşte hey park bekçisi serseri
Bir parça şarabım var altından
Çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni
Açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni
Bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı
—Hani ben memurdum yanlarında —
Gelecektir birazdan. Öff!. şimdiden ne sıkıntı ha
Giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini
Geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi
Ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da
Her şeyi nasıl teptim, bilmez mi
Oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini
Baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum
Bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber
Eliyle dürterekten yanındaki erkeği
Beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi..
Gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan
Sonra bilmem ki nasıl, öyle bir canlıydı ki elleri
Durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi
O cansız, o soluk kilise resimleri gibi
Bir tanrı duruyordu az ötelerde
Mutluydum, niye mi? çünkü ben yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi
Ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam
Ve hüzün… isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni.

Edip Cansever

 
Yorum yapın

Yazan: 03 Haziran 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler: