RSS

Etiket arşivi: Aziz Nesin

AZİZ NESİN’İN ANILARI BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİTMEZ’DE BİR ÖĞRENCİ EVİ

Bir Önceki Kuşaktan Özgün Bir Aydın

Yazdığı tarih kitabından bana sorular sorulan E. A., bizden önceki kuşağın aydınlarındandı Aramızda 20-25 yaş vardı. Buyüzden arkadaş olmadık elbet ama tanış olduk. E. A. bizden önceki kuşağın aydın ve özgün bir tipi olduğu için laf lafı açar gibisinden onu birazcık anlatmakta, bir önceki kuşağı anlamak yonünden yarar vardır.

Beni E. A. ile Yusuf Ziya Ortaç tanıştırmıştı. Birlikte olduklarında gençlik anılarını anarlardı. Benim görebildiğimce arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç’ın saygı duyduğu, odasında çalışırken gelse bile, kendisini yok dedirtmediği yada çalışma üzerinde olduğunu söylemediği tek arkadaşı E. A. idi.

Tarihçi E. A., Yusuf Ziya’nın. Orhan Seyfi’nin, Nazım Hikmet’in, Vala Nurettin’in, Faruk Nafiz’in delikanlılık arkadaşıydı. Bir arkadaş grubuymuşlar. Tarihçi E A. onlardan bikaç yaş daha büyükmüş. Laleli’yle Sarachanebaşı arasında E. A’nın iki katlı, tahtadan eski bir evi varmış, babadan kalma bir ev… Bu evde çok savrukça, tekbaşına yaşarmış ama arkadaşları pek de bırakmazlarmış tekbaşına yaşamasına. Haftanın çok gecesini bu evde geçirirlermiş. Gecenin geç saatinde, sabaha karşı gidecek yer bulamazlarsa, ceplerinde para kalmamışsa, kışın soğuğuna, karına dayanamamışlarsa E. A.’nin evine damlarlarmış. Halit Fahri ve daha başkalarının da katıldığı olurmuş. Sokak kapısı çalmak yok. Bu eve girmek kolaymış. Sokak kapısını kapı tokmağından tutup şöyle bir omuzlayınca açılırmış. Açan, dalarmış içeri, aç olanlar bulduklarını yer, olanı biten siler süpürürlermiş. E. A. olmadığı zamanlarda da eve girerlermiş. Kimi gece evine gelmekte gecikirse, E. A. yatacak boş yatak bulamaz, eline geçen örtüyü, paltoyu ustune çekip biyana kıvrılırmış Kendi evlerinde bile olmayan ozgurlukle evine girip çıkan, yiyen içen arkadaşlarına E. A. sesini bile çıkaramazmış. Dahası, bütün bunlar yetmezmiş gibi, geceyi evinde geçiren arkadaşları ertesi sabah hiç ödenmemek üzere E. A. dan borç para da alırlarmış.

Bir karlı kış gecesi artık çok mu bunalmış, her nasıl olmuşsa evdekileri bırakıp sokağa fırlarken, nereye gittiğini sormuşlar. E. A. da “o biçim” adamların çok talihli olduklarını, kendisininse hiç talihli olmadığını, bu gece talihi kendinden yana çevirmek için başının umarına bakmaya, bir deneme yapmaya gideceğini söylemiş.

Bizim kuşağımızla bizden önceki edebiyat kuşağının ayrımı büyüktür. Onların bizden çok üstün yanları olabilir ama genellikle bize göre ciddi sayılmazlardı. Onlar için espri çok önemliydi. Yukarda anlatılanda olduğu gibi onlar bir espri, bir esprinin güzelliği uğruna dostlarını, yakınlarını, hatta kendilerini bile harcayabilirlerdi. Sonraları ortaokul sıralarında E. A’nın tarih kitaplarını okuduk. Bize onu büyük tarih bilgini olarak tanıtıyorlardı. Afganistan’a, Kabil Üniversitesi’ne tarih profesoru olarak gitmiş, uzun yıllar orda kalmış, yakalandığı bir hastalık sonucu gözünün birini yitirmiş olarak yurda dönmüştü. Kullanılmakta olan, bilinen tarihlerin yanlış olduğunu ortaya çıkarmak saplantısı vardı, belki saplantı değildi de gerçekti, tarihleri düzeltiyordu. Filan savaş, yanlış olarak bilindiği gibi falanca tarihte değil filanca tarihte olmuştur, şu adam şu yılda değil bu yılda olmuştur, diye uzun araştırmalar yapardı. Galiba ona göre tarihlerin çoğu yanlıştı. Hemen hemen hepimiz üçbeş hafta, biriki ay yanlış doğmuştuk. Yaptığı tarih düzeltmelerinin önemli olduğunu söyleyenler vardı, ben bu önemi anlayamıyordum.’

Kendisinden epiyce genç, güzel bir hanımla evlenmişti. Sonradan bu eşini kendi eliyle başka bir yaşı uygun erkekle evlendirmiş olması çok konuşulmuştu. Yalnız yaşadığı son yıllarında Laleli’deki Tayyare Cemiyeti Apartmanları’ndaki evine gittiğim olmuştu.

Taksim’deki -şimdiki Sheraton Oteli’nin yerindeki- Belediye Gazinosu’nda bir gece bahçedeydim. İki masa ötemde de E. A genç eşiyle oturuyordu. Sahnede bir yabancı şarkıcı vardı. İspanyolca şarkılar söylüyordu. E. A. birden ayağa fırlayarak burasının Türkiye olduğunu, Türkiye’de ancak Türkçe şarkı söylenmesi gerektiğini bağırdı. Uzun boylu, uçam uçam ak saçları ensesinden aşağı sarkıp dağılmış, tek gözlü korsanlar gibi bir gözü olmayan bu yaşlı adama, gazinoyu dolduranlar şaşkınlıkla bakakalmışlardı. Ortalık dalgalandı. E. A. eşiyle çıkıp gitti.

İşte bizden önceki kuşaktan bir bilim adamı tipi… Yazmadan geçemedim.

Aziz Nesin
Aziz Nesin’in Anıları Böyle Gelmiş Böyle Gitmez

 

Etiketler:

AZİZ NESİN’İN ANILARI BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİTMEZ

Çürüklük’teki tekkeye gittik. Tekkenin bütün dervişleri orda toplanıyorlardı. Niçin? Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez İstanbul’a gelecek olan Gazi Paşa ordusunu karşılayacaklar. Dervişler, bir sonra tekkelerini başlarına yıkacak olan adamın ordusunu karşılamaya gidiyorlar. (84)


Yoksullar yaşamları boyunca yalnız bikez kolaylık görürler, o da öldükten sonra; cenazeleri hemen kalkar, çabucak. O gün öyle geçti. (98)


Kırçıl sakalıyla ellisini aşkın gibiydi. O zaman annem yirmi yaşındaydı. Bikaç kez babama annem için, “Kızınız mı?” diye sormuşlardı Annem kocası için kendisine “Babanız mı?” diye sorulmasından hiç hoşlanmıyor, onun için de babamın kırçıl sakalını kestirmesini istiyordu.

Sürekli yaşlı görünmeye çalışan babam, ben de iki kez baba olduktan sonra bigün bana şöyle demişti:

-Annenle evlendiğim zaman çocuğum olursa büyüdüğünü göremem, diyordum Otuziki yaşımdayken sen doğdun. Senin delikanlılığını göreceğim umudum yoktu. Ama şimdi torunlarımı bile gördüm. (144)


Karaköy’e geldik. Peki şimdi ne olacak? O zaman hem Galata Köprüsü’nden. hem Unkapanı Köprüsü’nden parayla geçilirdi. Köprünün iki başındaki iki geçesinde, gri önlükla, boyunlarında sarı madenden bir kutu asılı bulunan köprü memurları dikili durur, para almadan kimseyi köprüden geçirmezlerdi. Parasız geçmek isteyenlerin yakalarına yapışır, ite kaka sürükleyerek köprüden çıkanırlardı. Aman bu adamlar ne de ödevsever kişilerdi. Yalvarmak yakarmak taş yüreklerini yumuşatmazdı. Köprü parası diye ayrı bir para vardı, yirmi paralık. Daha doğrusu, “jeton” kelimesi daha dilimize girmediğinden yerine kelimemiz de olmadığından, köprü geçme jetonuna köprü parası denilirdi, yirmi para değerinde, heryerde geçerdi. Parası olmayanlar hızla koşarak köprücülerden kaçıp kurtulmak istese bu köprücülerden ikisi-üçü birden arkasından koşar, bazen köprünün ta öbür başında yakalar, adamı köprünün o başından bu basına geri getirip köprüden dışarı atarlardı. (175)


Anılarım Üstüne

O zaman “hükümet mektebi” denilen ilkokula girmek, öğrenci olmak, benim yaşamımda çok önemli bir dönemdir.

Devrim bütünüyle yüzeyde kalmış, halkçı bir tutum göstermemiş, kökel yöntemleri uygulayamamış olduğu halde, yine de biçimsel olarak gereksiz aşırılıklar da göstermiştir. Örneğin o zamana dek ilkokullar ünlü tarihi kişilerin adlarıyla adlandırılırken, Cumhuriyet bir tarihten kopuş sanılarak, okulların adları kaldırılmış, bütün ilkokullar sayılanmıştır. Istanbul’un her okulu bir sayı almıştır. Bu arada Kanuni Sultan Süleyman İlkokulu da, “İstanbul Yedinci İlkokulu” olmuştur. Ben Yedinci İlkokul’un üçüncü sınıf öğrencisiyim.

Anılarımın ilk bölümünü burda bitirirken, biraz açıklamada bulunmak istiyorum. Anılarımı yazarken, okurlarımı ilgilendirmeyen çok gereksiz ayrıntılara mi indim, diye çok düşündüm. Doğrusu, benim ve benim kuşağımdan olan sanatçıların, kamuyu ilgilendirecek ilginç anıları, anlatılmaya değer yaşamları yok. Oysa bizden önceki kuşaktan hemen bütün yazarlara bakınız, hepsi de Cumhuriyet’in kuruluşunda da, ondan sonra da önemli yerler almışlar, değerlenmişlerdir. Onlar devlet otoritesinden otoritelenmişler, ünlenmişlerdir. Atatürk’ün sofrasında, yakınında bulunmuşlardır. Onların ünü, açıkça söylemeliyiz ki, kendi gerçek değerlerinden çok, bulaşmış oldukları iktidarın otoritesinden gelmiştir. Değerlerini topluma benimsetmek, sanat güçlerini, kişiliklerini kamuya onaylatmak için ayrı bir çabaları, savaşları olmamıştır, hiç değilse bizim gibi olmamıştır.

Biz iktidara karşı, iktidarın karşısında, kişiliğimizi zorla, söke söke soke kazandık. Bunu ne bizden önceki kuşak için bir yergi, ne de kendi kuşağımın sanatçıları için bir övgü olarak söylüyorum, bir gerçek, bir olgu olduğu için bu sonuna değiniyorum.

İktidarlar halkçı, halktan yana oldukça, butun ilerici sanatçılar da iktidarla bir oranda birlik olurlar. Cumhuriyet’in kuruluşunda, ulasal kurtuluş savaşını kazanmış kadar halkçı görünüşteydi. Onun için de sanatçıların, edebiyatçıların desteğini kazanmıştı. Ama sonradan, iktidar halkçılıktan uzaklaştıkça, daha ileriye gideceğine, terse gittikçe, iktidar nimetleriyle beslenmeye alışmış bu eski edebiyatçılar, sanatçılar tutumlarını değiştirmek gereğini duymadılar. Oysa kuşakdaşlarımız olan olumlu değerli, ilerici, toplumcu butun yazarlar iktidarın karşısındadır, bu durum, sanatçının eksikliği değil, iktidarın halktan uzaklaşmasından, dahası halkı kandırarak halka karşı olmasındandır. Atatürk’ün ve onun yoluyla iktidarın yanına, odasına, sofrasına girmek, okul kitaplarına, okuma kitaplarına girmek demektir. Ünlenmek demektir, devlet büyükleriyle gazetelerde sık sık resimlerinin çıkması demektir.

Oysa benim kuşağımın yazarları, ölmeden okul kitaplarına, okuma kitaplarına giremezler. Hele benim gibilerinin, sağlıklarıda, iktidar elinde bulunan tiyatro, radyo, televizyon gibi kurumlara eserleriyle girmeleri çok zordur, öldükten sonra bile adlarının, bu türlü iktidarlar zamanında, okul kitaplarına girmesi olanaksızdır.

Onların kitapları devletçe basırılır. Bizim kitaplarımız devletçe toplatılır, yasaklanır.

Onların bastırdıkları kitaplar, devlet bütçesinden verilen paralarla kitaplıklara dağılır. Bizim kitaplarımızın kitaplıklara girmesi buyrukla yasaklanır.

Onlar, devlet büyüklerinin yanında dış gezilere çıkarlar. Bizeyse, orospulara, kaçakçılara, arsızlara bile verilen pasaport çok görülür.

Bunlar yakınma değil, bunlar gerçek. Böyle de olması gerekir, normaldir. Bu bizim suçumuz değil, halktan ayrılmış, kopmuş iktidarlar böyle yaparlar.

Bu dediklerimi kanıtlayacak pekçok örnek gösterebilirim. Bu örneklerden sonuncusunu, bu kitabın üçüncü basımına koymak istiyorum.

TRT’den bir görevli bigün evime geldi. Pazar günlerinin bir sönük programını canlandırmak istediklerini söyledi. Bu program için benden bir dizi oyun istedi. Bu görevliye teşekkür ettim. Yazamayacağımı söyledim. Radyonun kapıları, bana ve daha biriki yazara kapalıdır. Yazacağım radyo oyununu oynatmayacaklarını, geri çevireceklerini biliyordum. Ama o görevli, büyük bir iyi niyetle çok üsteleyince, ben de ilgisiz kalamadım. “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı radyo oyununu yazdım. Oniki hafta süren bu oyun, yurdumuzun bütün radyo istasyonlarında ayrı ayrı yayımlandı. Bu oyun öyle büyük ilgi topladı ki, TRT bana ikinci bir radyo oyunu daha ısmarladı. “Kiracıya Maşallah” adlı ikinci radyo oyununu yazdım. Bu oyun oniki haftalık bir diziydi. Ankara Radyosu’nda oyun beşinci hafta yayımlanmıştı ki, o sırada üç kuvvet komutanı 12 Mart Uyarısı’nı yayımladı. Sanki bu 12 Mart Uyarısı, benim “Kiracıya Maşallah” adlı radyo oyunum için verilmiş gibi, oyunun radyoda yayınını beşinci haftadan sonra birdenbire kestiler. Neden? Nedeni yok…

Bir yetkili, daha doğrusu yetkili olduğunu sanan biri,

  • Bu oyunu, yazarının adını radyoda söylemeden oynatınız! diye buyurmuştur.
  • Niçin? Oyunda suç mu var?
  • Hayır, ama öyle olacak….

İşte benim radyoya girmemle çıkmam budur. Bu olayı, başımıza gelmiş bu türlü pekçok olaydan son bir örnek diye anlattım.

Bizden önceki kuşaktan olan bütün şairleri, yazarları, hikâyecileri, romancıları bir bir düşününüz. Bunların hepsi de büyükelçilikler, zengin şirketlerin, devlet kurumlarının, resmi yerlerin yönetim kurullarında üyelikler, milletvekillikleri yapmışlar ve biçoğu da örtülü ödenek bulaşığından beslenmişlerdir. Niçin? Türk politikasına, Türk ekonomisine çok mu değer kazandırdıklarından? Hayır, kalemlerine bağış olarak…

Onun için bizden önceki kuşak yazarlarının anıları gerçekten önemli, ilginç ve değerlidir. Onlar ağızlarını açtılar mı Atatürk’le, İnönü’yle söze başlarlar, “Atatürk bir gün demişti ki…”

Bizim anılarımızın okurlar için gerçekten önemi yoktur. Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, kovuşturmalarda, polis kafasıyla boğuşmakla geçti. Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız, herhangibir yaşam… Ama biz bu zor yaşamdan ancak şeref duyarız. Acaba iktidarlar da yaptıklarından şeref duyacaklar mı? (179-181)


Niçin Yazdım

Bir degeri olduğu için yazmadım bu anıları. Anılarımı yazmamın iki ereği var. Birincisi, anlattığım yaşamımın çevresinde o zamanki Türk toplumunun bir kesitini sunmak istedim. Bu anlar bibakıma yetiştiğim çağda Türk toplumunun toplumsal topografyasından bir parçadır. Yaşıtlarımın, benden az büyük, az küçük olanların yaşamlarıyla benimkiler arasında ortaklaşa yanlar, benzerlikler çoktur. Çoğumuz, buna benzer dar geçitlerden geçip bugüne geldik.

Çocuklarımla çocuklarımın yaşıtları olanlar bilsinler ki, pekçoğunun anababası, benimkine çok benzer serüvenlerin ürünüdür. Ne var ki, pekçokları geçmiş günlerin acılarından, yoksulluklarından utanırlar, bunları bir eksiklik, bir ayıp gibi çocuklarından saklarlar. Bir sınıf arkadaşım vardır, şimdi milyonerdir. Annesi Eyüp’te çamaşırcılık ederek, babası dar gelirli çalışmasıyla onu yetiştirdi. Ama o şimdi, milyoner olduktan sonra, geçmişinden duyduğu utançla, aşağılık duygusuyla, çok zengin bir aile çocuğu, dedesinin de bir Osmanlı paşası olduğu yalanını söylüyor çocuklarına.

Biçok anababa, benim anılarımda kendi anılarını bulacaklardır.

Benim yaşıtlarımla anababaları arasında yüzyıl, iki yüzyıl vardır. Sanırım babamla benim aramda enaz üç yüzyıllık bir zaman boşluğu vardı. Biz bir kopuşun çocuklarıyız. Anılarımda işte bunları anlatmak istedim: Biz nerden gelmiştik?

Anılarımı anlatmaktan ikinci amacım da şu: Böyle gelmiş, böyle gidecek değil, böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek, gidemez.

Böyle Gelmiş Böyle Gitmez

“Böyle gelmiş böyle gider” demekten çıkarı olan bütün sömürücüler, bütün çıkarcılar, bütün aldatıcılar, ve aldatılanlar şunu iyi bilsinler ki: Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek! Çocuklarımız, bütün bu çektiklerimizi çekmeyecekler. Biz yoğun bir bataklık çamuru içinde sürünerek kendimizi kurtarıp şimdi olduğumuz bu yere geldik.

Aynı yoldan geçip kendilerine iyi bir yaşama düzeni kurmuş olanlardan kimisi şöyle der: “İnsanın kendisinde yetenek olduktan, çalıştıktan sonra başarmamak olanaksızdır.”

Yalandır bu sözler. Geçip kurtulduğumuz o yoğun bataklığa gömülüp boğulanlar ne oldu? Bizim kurtuluşumuz bir iyi tesadüftür.

Söyleşi

Dost okurlarım! İşte benim on yaşıma dek olan yaşamımı, anılarımı öğrendiniz. Bu yollardan geçip gelen benim gibi birisi için, önüne açılan iki yol vardır: Ya sınıf değiştirecek, ya bir üst sınıfa geçecek, üst sınıfın nimetleri, rahatı içinde kendinden memnun olacak, uyuşacak; yada çektiği acıları kendisinden sonrakilerin çekmemesi için savaşacak, yani toplumcu olacak. Benim toplumcu, solcu oluşumun nedeni işte budur, toplumculuğum, yaşamımın bir sonucudur. İnanıyorum ki, Türk halkı ancak ve ancak toplumculukla kalkınır. İnanıyorum ki, ancak toplumculukla çocuklarımız bizim çektiklerimizi, bizim acılarımızı çekmez.

Bu anılarımdan neden benim mizahçı olduğumu anlamışsınızdır. 1953’te yayımladığım Geriye Kalan adlı kitabımın önsözünden şu satırları buraya aktarıyorum:

Onbeş yıl oluyor, Babiali’ye aşk şiirleriyle girdim, yokuşun alt başından ellerim kelepçeli çıktım.. Bir küçük, bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların, bütün bu kör nişancıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.

Simdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan eşekarıları kümesine parmağını sokup oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun akıbetine uğramışım. Bütün suçum, kendilerini arbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır.

Sevgili okurlarım. İşte o kavgadan “Geriye Kalan”, gözyaşlarımdan süzdüğüm şu bikaç avuç kahkahadır.

Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek, böyle gidemez, böyle götürmeyeceğiz. (183-184)

Aziz Nesin
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
Nesin Yayınevi

 

Etiketler:

AZİZ NESİN’İN HATIRALARINDA ANNESİNİN ÖLÜMÜ

Dikiş Makinesi

Müslüman cenazesinin bütün gideri, ölenin kendi el emeğinden kazandığı parayla yapılacak. Kefen bezini önceden hazırlayacak Müslüman. Cesedinin yıkanması için gereken sabunu, lifi de önceden biyana koyacak.

Annem de öyle yapmış. Kefen bezi, sabun, lif, pamuk, hepsi sandığındaymış. Babam söylüyor bunları. Annem bişey daha söylüyor babama ki, annemin bu sozleri babamı tüm yıktı. Diyor ki annem: – Cenazemin kendi paramla kaldırılmasını istiyorum. Benim el emeğimle alınmış bu evde yalnız bir dikiş makinesi var. O dikiş makinesini sana satıyorum. Onun parasıyla benim cenazemi kaldırt.

Babamın üzüntüsünün sonu yoktur. Babamın herşeyi, nesi varsa, hepsi annemin… Dahası, babamın hayalleri bile annemindir. Öyleyken o neden böyle yapıyor? Annem ne yapsın? Ona göre Müslümanlık böyledir. Tek malı olan dikiş makinesini babama satmış olacak, parasıyla da cenazesi kaldırılacak.

Bu dikiş makinesini anneme evlenirken, evlatlık olarak evlerinde bulunduğu Salim Bey’le eşi Süreyya Hanım çeyiz olarak vermişlerdir, yani annemin elinin emeğinin, alnının terinin, göz nurunun hakkıdır. Ben üç yaşındayken Yeniçeşme yangınında evimiz yanarken, annem iki çocuğunu, kadife kese içindeki Kuran’ı, kardeşimin oturağını, bir de işte bu dikiş makinesini kurtarabilmiştir yangından.

Babam yine de üzülüyor annemin sözlerine. Ama annemin yaptığı, karıkoca arasında bir pazarlık, bir alışveriş değildir ki… Babam derin üzüntüsünü dışa vuramıyor.

Evimizin önündeki çardak asmanın salkım salkım sarkan üzümleri kararmaya başlamıştır, üzümler iyice olgunlaşıyor. Salkımlarda çatlamış üzüm taneleri bile var. Acaba bir salkım üzüm istesem, asmadan koparıp da verirler mi? Yoksa, “Daha iyice olmadı, olgunlaşsın da sonra…” mı derler?

Gözlerim salkımlarda… Ama bitürlü isteyemiyorum. Üzümler morarıyor, koyulaşıyor gittikçe…

Taş Dolusu Kan

Oturuyorduk. Daha sabahtı. Annem öksürdü. Herzaman kesik kesik öksürürdü.  Ama bu kez öksürüğü hiç dinmiyordu. Öksürürken birden ağzından kan boşandı, bir kan, bir kan… Konuşamıyor ama, babama eliyle beni dışarı çıkarmalarını işaret ediyor. Kendini o halde görmemi, korkmamı, üzülmemi istemiyor. Benimle

kim uğraşacak? Odadan çıkmıyorum. Kardeşim bir tas getiriyor. Tas kanla doluyor. Kardeşim küçük leğeni getiriyor. Beni dışarı çıkarıyorlar.

Üzümler kararmış… Önünden geçtiğim küçük Rum evinin perdesi açık pen- ceresinden duvardaki Meryem Ana önünde yanan kandile bakıyorum. Dönüp dolaşıyorum çamların arasında kendi yalnızlığımla; beni bütün yaşamımda hiç yalnız, hiç tekbaşıma bırakmayacak olan en iyi dostum yalnızlığımla, bana kendi kendime yetmeyi öğreten yalnızlığımla; bana direnmenin, dayanmanın dersini veren yalnızlığımla; beni bibaşımayken de kalabalık eden yalnızlığımla, her bırakılmışlığımda, her yıkılmışlığımda elimden tutan yalnızlığımla… Ne şaşılası şey, ağlamıyorum da, bir damla yaş yok gözümde, kaskatı, üstelik de rahatım…

Dönüp geliyorum bir zaman sonra eve. Evde bir kalabalık, biçok kadın… Beni odaya, annemin yanına sokmuyorlar. Öğlen oluyor. Komşu kadınlar çekilip gidiyorlar evlerine. Babamla kardeşim kalıyor annemin yanında. Ben de annemin yanına gitmek istiyorum ama, bitürlü giremiyorum nedense içeri…

Gözlerim Açık Ölmüyorum!

İçerde konuşulanları duyabilmek için kulağımı kapıya, anahtar deliğine dayadım. Bütün ayrıntılarıyla annemin bir sözü kulağımda. Annem babama diyor ki: – Oğlum yatılı okulda okuyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum.

Oysa ben okuldan kaçmıştım, bidaha da okula dönme olanağım yoktu. O denli çok zaman geçmişti ki, dönsem bile artık beni okula bidaha almazlardı. Benim okul kaçkını olduğumu ne annem ne babam biliyordu. Annemi ölüm döşeğinde kandırmıştım; bu bana çok ağır geldi.

Okuyabilmek, okula gidebilmek için çırpınmamın tek ve baş nedeni, işte kapı arkasından duyduğum, annemin bu son sözleridir. Kendimi anneme borçlu, sorumlu, yükümlü buluyordum. Ne yapıp edip okumalıydım. Annem o sözleri söylemeseydi, ben de o söylerken duymasaydım, bidaha hiç okula gidemezdim, okuyamazdım. Bu sözler bende bir kamçı vuruşu etkisi yaptı..

Aylarca, yıllarca annemin sözleri kulağımda çınladı: “Oğlum yatılı okulda okuyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum.”

Son Görüşüm

Annem çağırmış olacak beni yanına. Yine komşu kadınlar gelmişti. Ama onlar da dışarda taşlıkta duruyorlardı. Annemin yanında yalnız babam vardı.

Odaya girdim. Oda kapısından girince sağda, çardak yanındaki duvarda iki pencere, solda taraçaya açılan pencere. Kapının bitişiğindeki duvar dibindeki sedir üstündeki yatakta annem yatıyor hiç kıpırdamadan… Başı taraça yanında, yani asma çardağına doğru dönük yüzü. Ama bu pencerenin patiska perdesi inik. Ikindiye doğru odanın içi eylül gölgesiyle loş.

Annemin yüzü rahat. Gözleriyle bana gülümsüyor. Babam başında. Bir suskunluk içinde duruyor sessiz… Zaman geçiyor, sanki on yıl, yüz yıl geçiyor. Annem bişeyler söylemek istiyor ama konuşamıyor gittikçe, heceleri büyüyüp ağzına sığamaz oluyor. İstemi elinden uçup gitmekte, diline egemen olamıyor. Bişey, bişey daha söylemek istiyor. Babam Kuran okuyor.

Artık hiç konuşamıyor annem. Gözlerini de çeviremiyor, döndüremiyor, bakışları donuk… Gözleri tavana çakılı kalıyor. Solumak için zorluk çekiyor. Beni yine dışarı çıkarıyorlar.

Bu, annemi son görüşümdür. Ama sesi hep kulağımda: “Gözlerim açık ölmeyeceğim…” Kendimi suçlu buluyorum.

Akşam oluyor. Evimize giren çıkan çok… Hava kararıyor. Annem daha ölmemiştir.

Bana, Neriman Hanım Teyze’nin evine gitmemi, geceyi orda geçirmemi söylüyorlar.

Neriman Hanım, adada, bundan önceki evimizin bitişiğinde oturan, benim Darüşşafaka’ya giriş evrakımı bana getiren itfaiyecinin karısıdır.

Öyle bir durum ki, o anda ne istersem kesinlikle yapılacaktır. Bir salkım üzüm istiyorum. Babam çardağa uzanıyor, asmadan koca bir salkım koparıp veriyor. (324-326)

Vesikalık altı resim çekildi. Sokak fotografçısında çekilmiş bu altı resim gözümün önünde: Yüzden başa atılmış peçeyle siyah çarşafın küçük üçgeni arasında kalmış, annemin alnıyla çenesi bile iyice seçilemeyen, dumanlı, puslu, silik yüzü…

Resimlerle vekâletname gönderildi Ordu’ya. Annem hiçbir zaman bu vekaletnameye bir cevap alamayacaktır. Bu miras işi bir zaman evimizde konuşulacak, sonra unutulacak. Ne o tarla satılacak, ne de anneme bidaha köyünden fındık, fasulye gelecek.

Yanar dururum: Annem, bikez sinemaya gitmedi. sinema nedir, nasıldır görmedi; günahtı, saçmaydı çünkü sinema. Bikez tiyatroya gitmedi, tiyatro nasıldır görmedi, bilmedi, çünkü günahtı. Yaşadığı çağın teknik olanaklarından yararlanabildiği, yalnızca işte bu altı vesikalık fotograftı.

Benim için hazineler değerindeki o silik fotograflardan bitekini olsun elime geçirmek, annemin yüzünün 6×9’luk bir hayalini görebilmek için 1959’da Ordu’ya gittim. Perşembe ilçesini, Anaç köyünü dolaştım, ama kimselerde bulamadım o vesikalık fotografları. (217)


Bizim evimiz rahat, geniş serin bir ev… Bahçede biçok incir ağacı, dut ağacı var. Her sabah kalkınca, annem bir tepsi dolusu incir topluyor ağaçlardan, ballı balli incirler, balları akıyor. Sabahın ayazını da yemiş, buz gibi, buz… Hertürlüsü var, yazılı kavak inciri, lop incir, kara incir, Sultanselim inciri.. Sabah kahvaltımız bu incirler oluyor. Ya bahçede ağacın altına serdigimiz hasırda, ya evimizde oturuyoruz incir tepsisinin başına, bir güzel atıştırıyoruz. Tepsi tepsi dutlar, incirler…

Annem öleceğine yakın, babama vasiyet edecek: “Mezarımın başucuna incir, ayakucuma da dut ağacı dikin. Kuşlar gelip gelip yesinler.” Annem çok severdi inciri, dutu… (152)



Dut, İncir, Kuşlar

Annemin ençok sevdiği yemiş dutla incirdi. Babama bikaç kez söylerken duymuştum:

– Mezarımın başucuna dut, ayakucuna incir dik!

Bisüre suskunluk olurdu odamızda. Sonra annem çok olağan bişey söylüyormuş gibi,

– Kuşlar, hele o geveze serçeler dutu, inciri çok severler. Yiyip yiyip üstümde ötüşsünler… derdi.

Babam Istanbul’dan biyerden bir dut, bir de incir fidanı getirmişti. Babamla birlikte annemin Hegbeliada mezarlığındaki mezarına gitmiştik. Ben fidanları taşımıştım, babam da kazmayla küreği… Babam usta elleriyle annemin mezarının başucuna dut, ayakucuna incir fidanı dikmişti. Mezarlık bekçisinden aldığımız tenekeyle su taşıyıp fidanları sulamıştık.

Babam sık sık mezarlığa gider, annemin mezarına diktiği o iki fidanı sulardı. Birlikte gittiğimiz de olurdu. Babam bu iki fidanı sulaması için mezarlık bekçisine para verirdi. Fidanlar yine de tutmadı. Babam ikinci kez getirdiği fidanları dikti. Onlar da o kış dondu. Annemin mezarına üçbeş kez dikmişti dutla incir fidanını Bu işlerde de çok ustaydı babam. Ama nedense tutmadı fidanlar.

Bir insan ölüp toprağa karışacak, elbet üstündeki ağaçların dallarında ötüşen kuşları duymayacak. Önemli olan bir ölünün kuş seslerini duyup duymaması değil. Biz yaşarken, daha sağlığımızda, mezarımızın üstünde ötüşecek kuşları tasarlayıp sevineceğiz ya… Güzel olan işte bu.

Ben de o son durakta, üstümdeki dut, incir, dallarında kuşlar ötüşsün isterim. Elbet duymayacağım, bilmeyeceğim, haberim olmayacak. Ama o zamanki güzelliği, cıvıltıyı şimdi tasarlayıp sevinebiliyorum; kendimden sonrasını şimdiden yaşayabiliyorum. (337-338)

***

Bir Hikâyeden

Bu olayı yıllar sonra Yedigün dergisinde (1941), daha sonra da biraz değiştirerek Aydabir dergisinde (1953) hikâye biçiminde yazacağım. O hikayeden bikaç satır işte (Hikâyenin Yedigün’deki adı “Bir Salkım Üzüm” Aydabir’deki adı “Çocukluk’tu.)

Adada zenginler oturur, ama biz de adada oturuyorduk. Küçücük, tek odalı bir evimiz vardı.
(..) Evimizin önünü boydan boya örten bir asma çardağı süslerdi. Üzüm manavlardan çekilmeye başladı mı, her biri bir kilo gelen salkımlar çardağın belini büker, ben de baştan çıkarırdı.
(…) Salkım salkım üzümler, yeşil bir ibrişime dizili mum alevleri gibi gelirdi bana. Manavın küfesinde, sofrada, tabakta gördüğüm üzümler, bitürlü koparamadığım asmadaki salkımların zevkini, isteğini vermezdi.
(…) Ölüm güzel değildir elbet. Ama siz ölümü güzel, genç bir veremli annenin yüzünde gördünüz mü hiç?
(…) Veremli, yavaş yavaş, alışa alışa hergün biraz daha ölür, günün birinde ürkmeden, korkmadan bir geziye çıkarcasına aramızdan uçup gider.
Annem yirmialtısındaydı, hastaydı… Ne balıkların oynaştığı denizlerden esen ozonlu rüzgar, ne üzüm tanelerinin içinde yanan güneş, ne çam gölgelerinin dinlendiği mis kokulu kırmızı topraklar, ne de benim sevgim onu dünyaya bağlayabildi.
(…) Beni annemin odasına soktular. Güzel yüzü daha da güzelleşmişti. Ancak anneler bu denli güzel olabilir.
(…) Beni görünce, belli etmemeye çalıştığı, yaşamak aşkı dolu biriki damla yaş süzüldü gözlerinden.
Pencereden baktım. Eteği dantelli patiska perdenin arasından salkımları gördüm. Güneş, üzümlerden şıpır şıpır damlıyor Akşama doğru annemin bakışları uzaklara, çok uzaklara, ötelere gitti. Bizden ayrı, uzak, başka biyerlerdeydi.
Evde kalmamı uygun bulmadılar. Babam, bir komşu teyzeye gitmemi söylüyordu.. Başımı eğdim. Hemen üzümler aklıma geldi.
(…) Her istediğimin yapılacağını o anda kestirmiştim. Bir salkım üzüm istedim. Babam asmanın kıskanç, iri damarlı yapraktan elleriyle sarıldığı büyük bir salkımı koparıp bana verdi.
(…) Ta yukarılara çıktım. Hegbeli’nin en tepesine… Ay erkenden çıkmış. Çam dalları esintiyle oynaştıkça, dallardan süzülen gölgeler arasındaki ay ışıkları yerde sedef kelebekler gibi oynaşıyor.
Yere sırtüstü uzandım. Salkımı aya doğru kaldırdım. Ayın ışığı salkımdan kollarıma süzülüyor. Üzümleri dudaklarımla koparıp koparıp, emerek yedim. Annem. Annem hiç aklıma gelmiyordu o sıra…

Aziz Nesin
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
Nesin Yayınevi

 

Etiketler:

BABAM

Dünyaların en iyi babası benim babamdır.
Düşmandır düşüncelerimiz,
Dosttur ellerimiz.
Dünyada tek elini öptüğüm,
Babamdır.
Kırkını geçtin, adam olmadın der,
Başım önünde dinlerim,
Önünde tek baş eğdiğim babamdır.
Sabahlara dek Kur’an okur
Anamın ruhuna,
İnanır ona kavuşacağına.
Bana gâvur der
Diş bilemeden
Dünyada tek bağışladığı ben,
Tek bağışladığım odur.
Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma,
Bitürlü ölemiyorum der senin yüzünden,
Çocuklar ortada kalacak,
Ölemez kahrımdan benim,
Yaşamak zorunda benim yüzümden.
Gözlerindeki ateş bakışlarında söner,
Tuttuğun altın olsun der.
Çocukluğumu tek anlayan odur,
Dünyaların en iyi babası benim babamdır…

Aziz Nesin
(1915 – 1995)

 

Etiketler:

İçimde “ebedi istirahatgah”ıma uzanmak özlemi var.

Yorgunum. Büyüklükleri anlaşılmaz insanlar pozunda “Beni anlamıyorlar” demek hoşuma gitmiyor. Ama şu gerçek ki beni anlamıyorlar. Anlamayanlar, uzak kişiler değil, en yakınlarım; karım, kızım, oğlum, arkadaşlarım…  


Anlamadıkları öyle derin, karışık şeyler değil; yorgunluğumu, bitkinliğimi anlamıyorlar. Günde bir yıl yorulduğumu, yaşlandığımı, geçtiğimi; içimin bittiğini anlamıyorlar. Yorgunum, basbayağı yorgunum. Bu, ruh yorgunluğu değil. Bırakın ruh yorgunluğunu, önce bedenim, kolum, kafam yoruldu. Kemiklerim, iliklerim, kaslarım, sızım sızım sızlıyor. 


Vücudumda ağrımayan hiçbir yerim yok. Yorgun yatıp yorgun kalkıyorum. Dinlendiğim hiçbir günüm yok. Gücümü, dinçliğimi yitirdim. 


Daha da kötüsü, bu yorgunluğumu kimselere, karıma, çocuklarıma bile anlatamam. Ben onların dertlerini, hastalıklarım dinlemek anlamak zorundayım. Ama onlar beni anlamak zorunda değiller. Hepsinin dertleri ayrı ayrı toplanıp bende birleşiyor. Ama benim dertlerim, yorgunluklarını dağılıp onlara gitmiyor. 


Her gün kuvvetli, güçlü olmak, onlara öyle görünmek zorundayım. Onlar da beni öyle biliyorlar. Doktora gitmeyen, ilaç almayan, hastalanmayan sapasağlam bir adam. Bu sapasağlam görünüşlü  adamın nasıl yorulduğunu, içten çürüdüğünü, bir gün birdenbire yıkılacağım bilmiyorlar, anlamıyorlar. 


Gözlerim, kulaklarım, gönlüm, beynim, ruhum, ellerim herşeyim yorgun. Bu yorgunluğumu anlatıyorum onlara. Anlatsam da anlayamazlar. Çünkü böyle bir yorgunluğun ölçüsü yok onlarda. Böylesi bir yorgunluk yaşanmadıkça anlaşılmaz. Onlar da anlamaz. Bir gün yıkılıp gidince, beni büsbütün yitirince belki anlayacaklar bunu, belki… O zaman da ben olmayacağım. “Ebedi istirahat” demişler, güzel bir söz bu… 


“Ebedi istirahatgah…” Hiç karamsar, kötümser değilim. Ama içimde “ebedi istirahatgah”ıma uzanmak özlemi var. Bu yorgunluğu taşıyamaz oldum. Nemli, ıslak toprağa boylu boyunca uzanıp, etlerimden kemiklerimden tırnaklarımdan, saçlarımdan yorgunluklarımın akıp toprağa karıştığını duysam… 
Ne yazık, ebedi istirahatgahımda bunları duymayacağım. 


Orada beş dakikacık dinlendiğimi duyâbilseydim… Bunu ne çok özlüyorum. İşte bu özlemimi anlamıyorlar. Beni nasıl yorup bitirdiklerini anlamıyorlar, anlayamayacaklar. 


Kırkdört yıllık bir ömür belki bunca yorgunluğu gerektirmezdi. Ama ben bu kırkdört yılda kırkdört yaş yaşamadım ki… Kırkdört yılda dolu dolu on kişinin yaşamım yaşadım. Yaş kırkdört değil, dörtyüz kırk… 
Ah yapacağım işleri bitirebilseydim, hiç olmazsa dörtte birini… Ölüme hak kazanabilsem kendimce. 
Nasıl boşuna, hiçler uğruna yoruldum, bittim. Evet, göz göre göre bir sürü hiçler… Bu yaşama severek katlanıyorum. Yakınlarımı, karımı, çocuklarımı, güler yüzlü görebilmek için çırpınıyorum… Ama o da olmuyor. Bütün bu yorgunluğumun onlardan birer güleryüz görmek için olduğunu anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar, anlayamayacaklar da… 


Gülseler, birbirlerine gülseler, seve seve katlandığım bütün yorgunluklarım gidecekti. Birçok gerçekleri anlayabildiğim zaman, dönülmez, dönülemez bir yola girdiğimi de anladım. Ben bu yolu geçmek zorundayım. Hem birşeyi değiştirmeye hakkım yok. Bu bir ödevdir, namus borcudur, kocalık borcu, babalık borcu, arkadaşlık borcu. Bu yorgunluğum, kendimden başka hiç kimseye haksızlık etmemek isteğimden ileri geliyor. 23 Ağustos 1959

*

Sevdiği erkek elinden gidince, kadının dişilik duygusuyla yapmayacağı, yapamayacağı kötülük yoktur. Daha önceki ilişkilerinde iyi olan herşeyi unutur. (Yalan, iftira, garaz, herşey…) Nâzım’’ın hayatında ve ölümünden sonra Münevver’in, Piraye’nin Galya’nın ve özellikle Münevver’in oğlu Mehmet aracılığıyla yaptıkları. Ayrılınca Meral’in bana yaptıkları..

Sevgilisinden yada eşinden ayrılan erkek -ne biçimde olursa olsun- genellikle kadının mutsuz olmasını dilemez, ona mutluluk diler… Ama kadın hep ve her zaman ayrıldığı erkeğin mahvolmasını, sürünmesini ister.

Kaynanalıkta da bu dişilik duygusu egemen. İyi kaynana olamaz bu yüzden.. Kızına, damadına değil bu duygu… Yalnız oğluna ve gelinine…

Uzun yazılacak daha. Gözüm ağrıyor, yazamıyorum.

*

Sevgi nedir? Yan yana olup da sustukları zamanlar bile konuşabiliyorlarsa, hatta tartışarak anlaşabiliyorlarsa, konuşmadan aynı düşü birlikte görüyor ve o düşü birlikte yaşayabiliyorlarsa, o iki insan birbirini seviyordur.

*

En mutsuz zamanım, ne kendisiyle birlikte olabildiğim, ne de kendimle kalmama izin veren birisiyle birlikte (iki kişilik yalnızlık) olduğum zamanlardır.

*

İnsanoğlu yapmadıklarından da sorumludur: Yapması gerekli olup da yapmadıklarından, yapması elinde olup da yapmadıklarından, yapmamak için türlü bahaneler uydurup kaytardıklarından ve hiçbir zaman yapmayı aklından bile geçirmediklerinden…

İnsanları, büyükleri, kahramanları, tarihi kişileri, yapmadıklarıyla yargılayan yeni bir tarih yazılmalıdır.

*

Yalnızlık, insanın kendisini başkalarıyla bölüşememesi, başkalarını kendisiyle bölüşmemesi, ortaklaşmaması demektir. Bizim çoşkularımızda başkaları susuksa, başkalarının acısına biz duygusuzsak, hepimiz yalnızız demektir.

*

Sen yokken tatsız herşey. Varken de tadını bırakmıyorsun hiçbişeyin.

*

Bir yazı için kağıdın önüne saygıyla oturunca, içime derin bir korku düşer, yazamayacakmışım, başaramayacakmışım korkusu…

*

Herhangi birisi, hele dostlarımız için, “Ama ne olmuş zavallıya, başına neler gelmiş?” diye merak ederek sorduğumuz zaman, içimizin ta gizli bir yerinde, merak ederek tasarladığımız belaların dostumuzun başına gelmesini isteyen gizli bir arzu saklıdır.

*

Yeryüzünde en büyük, en acılı dram, gülmececinin dramı… Onun için gülmececiler keyifli insanlar olmuyorlar, olamıyorlar.

*

İster yeni tanışınca, ister tanıştıktan çok yıllar sonra bir kadın, “Ne istiyorsun benden?” diye bağırdığı zaman, artık ondan hiçbir şey istenemez, demektir.

*

Nasıl anlamıyorsun senin için yok olduğumu artık!.. Seni benim sandığımın ikinci yılında yoktum sana. Başlamış bulundum, dönemem artık!.. Başladıklarımın sorumluluğunu ömrümce taşıyorum.

*

Kahroluyorum da beni sevmeyen kişilere,
-Defolun!.. diye bağıramıyorum.
Hep haksızlık edeceğim korkusu girmiş içime.

*

Bir insan kötüyse ona yaptığınız iyilik oranında kötülüğünü artırıyorsunuz.

*

İnsanların yarattığı tanrı, kendisini yaratan insanları kendi adaletsizliğinden korusun. Amin!

*

Nihai son…

Mezar taşıma
Bütün yaşamımca huzuru araya araya, sonunda buraya dek geldim.

*

Yeryüzünde insan için en zor şey kendini sevmesidir…
Kendini sevmeyen insan, hayatı da sevmez. Sevemediği hayatın isteklerini yerine getiremez Rahat, huzur içinde yaşamak olanağını bulamaz…

*

İnsanın budalalığını, kabalığını, bencilliğini mazur göstermek isteyen, sözüm ona halkçılar, yani halkçılığı halk dalkavukluğu sananlar. “Ne yapsın bu zavallılar, onlar okutulmamış, eğitilmemiş, onlara bişey gösterilmemiş ki…” diyorlar.
Doğru…Ama bu onları sevmem için yeterli değil. Bok’un da bok olmasını gerçekleştiren gerekçeleri vardır. O gerekçeler olmasaydı bok da bok olmaz, insanın bağırsağına girmezdi. Böyledir diye boku mazur görüp, yüzümüze gözümüze sürmüyoruz…

*

Sonsuz yarınlarla kendimi aldatıyorum. 

*

Güzel kitapları okumadan öleceğim diye korkuyorum, çünkü kitapları okumak benim için yaşamaktır, onları okumadan ölürsem, yaşamadan ölecekmişim gibi geliyor…

*

Kimi öyküleri başkaları, kimi şiirleri ise kendim için yazıyorum.

*

Seviyorsundur. Herkese söylemeyi gereksinirsin. Yoldan geçen tanımadıklarını çevirip söylemek istersin: Seviyorum…İşte bu istek, şiirdir.

*

Biz daha baştan yeniğiz arkadaş, daha doğarken Türkiyeli olmakla…

*

Kedi köpek sevgisi kimi insanlarda işte budur; insanın insanlardan kaçışıdır hayvan sevgisi…

*

İntihar edenlerin çoğu yarı yolda kalmış katillerdir. Başkalarını öldüremedikleri için kendilerini öldürmüşlerdir.”

Miguel de Unamuno

*

En yakınlarım, en yabancı olup çıktılar. Yabancı bile değil, düşman.

*

İnsana saygım olduğu için, insanın inançlarına saygım var ve insanların da benim inançsızlık özgürlüğüme saygısı olması gerekir.

*

Hişt hişt,
Yaşasanıza,
Öleceksiniz…

*

Dost kalalım.. Dost kalabileceksek ne diye ayrılıyoruz? Elbet sevi ilişkileri salt dostluğa dayanmaz, ama sevi ilişkilerinin bozulma nedenlerinin başlıcası, dostluğa aykırı davranışlardan kaynaklanır. Dost kalalım diyenlerden de iğreniyorum. Çünkü bu sözün arkasına saklanan çıkarcılığı anlıyorum, darılmaktan, dargınlıktan korkuyorlar.

*

Kendimi hiç gizleyemeyen insanım! İçim dışımda, iç yüzüm dış yüzümde. Gerek fizik, gerek moral olarak bütün içim dışıma yansıyor. Elimde değil, kendimi dışa saklayamıyorum. … Böyle olmak istemiyorum. Ama elimde değil. Kendimi başkalarından saklayamaya çalıştıkça daha çok ele veriyorum.

*

Hadi kalk oğlum Aziz! Sana yardım edecek kimsen varmı? Yok!.. Nasıl olsa bu işleri yine sen yapacaksın, yapmak zorundasın… Öyleyse kalk çalış!

*

Öyle bir zaman geliyor ki biyere tutunmak istiyorum. Kendimi sınırsız bir boşlukta düşüşte duyumsuyorum, sürekli düşmek… Ve acılar içinde. Bişeye, ne olduğunu bile bilemediğim bişeye tutunarak kurtulacağımı sanıyorum. Nedir bu şey? Bir sıcaklık, sevginin ılıklığı ya da değininin yumuşaklığı ya da bir ses…

*

Ben bu yaşadığım dünyayı beğenmedim, beğenmiyorum, beğenmiyorum. Beğenmediğim bu çirkin dünyayı, yaşamımca değiştirmeye çalıştım. Çalıştım ama gücüm yetmedi, başaramadım ve başaramayacağımı anlayınca, kendime bir küçük dünya (cumhuriyet) yaratmak istedim.

*

İnsan öyle ağır haksızlığa uğrar ve bu ağır haksızlığa hiçbir biçimde karşı koyma gücü de olmaz ve bütün hak arama yolları da kapanır ki o zaman yumruklarını sıkar, başını duvarlara çarpmayı gereksinir, kimileyin çarpar da…

*

Yapayalnızım…Hep yalnızdım. Yalnızlıktan hiçbir yakınmam olmadı, yalnızlıktan kurtulamayacağımı artık iyice anladıktan sonra…

*

Yorgunum, çok yorgunum… Çalışmaktan değil böyle yorgunluğum. Mutlu olmak çabasından yoruldum.

*

Uykuda insan kaybolması var ya, güzel şey… Uyanıp da kendimi bulunca, üzülüyorum… O uyanıp da duyulan yaşama sevinci yok artık…

*

Her insanın hayalinde yarattığı bir mum insan var. Yalnızların hayalindeki mum dost, insanın bencilliğidir…

*

Herbert Marcuse’nin şu sözü üzerine bir oyun yazabilirim: “Bu yasa ve düzenin otoritesini, ondan acı duyanlara ve ona karşı savaşanlara övmek bütünüyle anlamsızdır, saçmadır.”
Oysa hiç de öyle değildir, kimi zaman ve kimi yerde tam bunun tersidir. Örneğin Türkiye’de…İktidarın, ezdiği, sömürdüğü, sömürttüğü insanlara, o bozuk düzeni övmesi hiç de anlamsız ve saçma değildir, çünkü tutmaktadır. İnsanlar bilinçsiz oldukça da böyle sürecektir.

*

Asaf, birkaç gün önce sigaraya başlamış. Bu konuda çok önemli bir şey söyledi:

“Sigarayı bırakmak kesin kararıyla son sigaramı içtim. Sigarayı bıraktıktan sonra o son sigaranın tadı, zevki her an hep aklımdaydı. Sanki yıllarca içtiğim bütün sigaraların zevki içtiğim bu son sigarada toplanmıştı. Sigara içmediğim günlerde hep o son sigaranın zevkini, tadını özledim durdum. Korkunç bir özlemdi bu. Dayanılır şey değildi. Sonunda dayanamadım, o tada kavuşmak için, bir yıl sonra sigaraya başladım. Şimdi on gündür yeniden sigara içiyorum. Ama bu şimdi içtiğim sigaralar, eskiden içtiğim sigaralar değil; şimdikinde, bıraktığım sigaranın, o son sigaranın tadı yok. Oysa ben o son sigaranın tadının yoksunluğuna dayanamayarak yeniden başlamıştım sigaraya… Hayır bir türlü o eski sigaranın tadını bulamıyorum ne kadar çok sigara içsem… O son sigaranın tadına kavuşacağım diye, boşu boşuna yeniden sigaraya başlamışım.”

Bu gözlem bana çok önemli bir gerçeği özetliyor. Anılarımız, üstünden zaman geçtikten sonra, bıraktığımız yerden yeniden yaşayamıyoruz. Oysa, örneğin eski sevgileri, üstünden üç yıl, beş yıl geçtikten sonra, bıraktığımız, kopardığımız yerden başlayarak yeniden yaşayabileceğimizi sanırız ve o güzel sevgi anısının özlemi içinde yanar dururuz. Ama kavuşsak da o kişiye, sevgiliye onu bıraktığımız ve yıllarca özlemini çektiğimiz tadı artık bir daha bulamayız. Çünkü yaşamın organikliği bozulmuştur. Yaşamımızın o kopuk yerinden, aradaki boşluğu atlayarak, bu güne bağlayamayız. O anı artık içimizde salt doyumsuz bir özlem olarak kalacaktır, hiç kapanmayacak, hep işleyecek, kanayacak bir yara gibi…

*

Benim en büyük mutsuzluğum, seninle yalnızlığımdan kurtulacağımı sanışım oldu. Oysa, yalnızlığımı bile yitirdim.

*

Kendisine gülmeyi bilmeyen bir toplum, hastalıklı bir toplumdur.

*

Acılarıma sabırla, yakınmasız katlanmak zorundayım. Çünkü onları başkaları değil, ben yaratmıştım. Suçlu cezasını çekmek zorundadır! Hayat affetmez.

*

Niçin öğretmediler niçin, bize ağlamasını? Niçin ağlamak ayıptır, dediler? Niçin zehirleniyoruz içimizde kalan gözyaşlarımızla yoğrularak? 12 Temmuz 1968, Cuma

*

Bu akşam konuşup, dertleşmek istiyorum. Fakat kiminle konuşacağım? Bu hatıralar, bir bakıma da kendi kendimle konuşmalarım oluyor.

*

Niçin biraz alçak değilim, niçin biraz olsun namussuz değilim, niçin, niçin…
Azı olmaz da ondan..

*

Yazar, yazamadığı yazıdan daha çok sorumludur.

*

Adı unutulmuş bir küçük ülkenin, adı duyulmamış en değersiz yazarı bile, kendi gücü içinde bütün dünyayı değiştirmek, yeniden yapmak çabası içinde değilse, yazık onun harcadığı mürekkebe, kağıda, yazık o yazıları okumak için okurların boşa giden zamanlarına…

*

Nasıl anlamıyorsun senin için yok olduğumu artık!.. Seni benim sandığımın ikinci yılında yoktum sana. Başlamış bulundum, dönemem artık!.. Başladıklarımın sorumluluğunu ömrümce taşıyorum.

*

Ebedi istirahatgah”ıma uzanmak özlemi var.

*

Korku, en beşeri duygudur. Benim iktidarlara başkaldırışımı görenlerden kimi beni korkusuz insan sandılar. Oysa ben korkarım. Ne var ki, bende, başkalarına yararlı olacaksa, doğru bildiğimi, inandığımı söylemek, açıklamak duygusu, korku duygusuna her zaman üstün gelmiştir. Korkarım, yine söylerim.

Korkmuyorum diyenler, ya başkalarına yalan söylüyorlar, ya kendilerine yalan söyleyip kendilerini kandırıyorlar yada bilmeyerek insan olmadıklarını söylüyorlar.

*

Dar yerden çıkanlar geniş yerlere sığmazlar.

*

Bu akşam yine konuşmak, dertleşmek istiyorum. Fakat kiminle konuşacağım? Bu hatıralar, bibakıma da kendi kendimle konuşmalarım oluyor. Yine elim tutuluncaya, parmaklarım kalemi tutamaz oluncaya kadar yazacağım. Son günlerde parmaklarım büsbütün isyankâr oldular.

*

Anadolu’yu otomobille, yaya, trenle, uçakla gezenler çok olmuştur. Ama benim gibi gezen var mı bilmem ki…
Ben Anadolu’yu ellerimde kelepçe, süngülü ve tüfekli candarmalarla dolaştım bir uçtan bir uca…

*

Bütün yaşamımca, sevmek için, sevilmek için çalıştım. Ne sevebildim, ne sevilebildim..

*

Aşığım sana’ cümlesinin sonundaki ‘a’ harfi terk etti seni. O da üzülmüyor gittiğine, sen hâlâ ‘Aşığım san’ beni.

*

Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Ben Aziz Nesin’im…Değerimi anlamıyorsunuz.

*

Çocukluğumda dinlediğim masallardan birinden aklımda yalnız bir bölüm kaldı. O masalda dertli, üzgün, tedirgin bir adam vardı. Uyuşmazlık içindeydi. çevresindekilerle. Ama çevresiyle olan çatışmalarını gizli tutar, açığa vurmazdı. 
Her anlamda yalnız adamdı. Bir yoksul evde tek başına oturuyordu. İçini dökecek, kendini anlayacak bir dosta ihtiyacı vardı. Ama böyle bir dost bulamıyordu. 
Masalın bu yalnız adamı, balmumundan bir kadın vücudu yaptı. Adını da Mum Kız koydu. Yalnız adam Mum Kız’ın boynuna bağladığı ipi çektiği zaman, Mum Kız’ın başı evet hayır anlamına aşağı inip yukarı kalkıyordu. 
Masalın yalnız adamı, günün dış değişkenliğinden kurtulup kimsesiz evine girip kendi yalnızlığına kapanınca, Mum Kız’ı karşısına alır, oturur, ona içini dökerdi, anlatır anlatırdı. 
Kendi anlattıklarına Mum Kız’ın nasıl yanıt vermesini istiyorsa, boynundaki kurdelayı ona göre çekerdi. Sözlerine evet demesini istiyorsa, Mum Kız’a evet dedirtiyordu; hayır demesini istiyorsa kurdelayı ona göre çeker ve Mum Kız başını yukarı kaldırırdı. 
Her insanın hayalinde yarattığı bir mum insan var. (Kedi köpek sevgisi kimi insanda işte budur, insanın insanlardan kaçışıdır hayvan sevgisi…) Yalnızların hayalindeki mum dost, insanın bencilliğidir.


*

Eski karım bana “Beni, sevmiyor musun?” soruma, “Sen iyi adamsın” demişti ve beni sevmediği halde, sevdiği adamdan kötülük görüp yoksul, kimsesiz, korunaksız ve dayanıksız kalınca koşup bana sığınmıştı.
İnsanlar borçlu olduklarını değil, alacaklı olduklarını, kendilerinden verdiklerini severler, bu yüzden insan, anasından, babasından çok, çocuklarını sever.
Meral de 28 Nisan 1962 gecesi yatakta bana “Sen hep yalnız kalmaya, yalnızlığa mahkûm adamsın!” demişti. Nerde o günler (….), benim mutsuzluğum yalnızlığımı bile yitirmiş olmamda, yalnızlığım bile yok.
2 Nisan günü de “Var mı bir diyeceğin?” diye bağırmıştı. Yanıt: “Var tabii, ama şimdi değil…” Belki ona, onun gibi olan başkalarına, diyeceklerimi hiçbir zaman diyemeyeceğim, ömrüm buna elvermeyecek. Onlara iyilik yapmakla geçen ömrümde, onlara diyeceklerimi demek için bana zaman kalmayacak.
Bir gün de şöyle demişti:
– Sen ne kadar bencilsin…
Kendini memnun etmek için başkalarına iyilik ediyorsun.
Ah!.. Başkalarının memnun olmasından memnun olmak, başkalarını memnun ederek memnun olmak, işte insanlığın özü bu.
3 Şubat 1963

*

Mendilimin hangi cebimde, kibritimin, cıgaramın, dolma kalemimin hangi cebimde, gelen mektuplar dosyasının odamın neresinde, iğnelerin, eski jiletlerin, paketlerden çözülmüş sicim, ip yumaklarının masamın hangi gözünde, hangi kutunun içinde olduklarını ezbere bilmekten bıktım artık. 
Hangi işi ne zaman yapacağımı, kimlerle neyi nasıl konuşmam gerektiğini önceden düşünmekten bıktım artık. Başkalarını mutluluğa kavuşturacağım diye çalışıp didinmekten, sevdiklerim uğruna kendime sevimsiz olmaktan, sevgimi yitirmemek için hep vermekten, boyuna vermekten, kendimi vermekten bıktım artık. 
Durmamasıya kendi üstüme eğilmekten, gözümle gözümü görmeye çalışmaktan bıktım artık. 
Hiç durup dinlenmeden, bir yontu çamuru gibi kendi kendimi kendim yapmaktan, yapıp bozmaktan, bozup yapmaktan bıktım artık. 
“İşte bu ben’im!” diyememekten, ben olmayan başka biri olmaktan, sevdiklerim uğruna kendimi harcamaktan bıktım artık. 
Ama bütün bu bıktıklarımdan kurtulamayacağımı da biliyorum. Çünkü bu, bütün bıktıklarım ben’im, kendimim. Ben buyum.

*

Oysa yorgunum… Yanlışlarımla, yorgunluğumla, güçsüzlüğümle görünmek istiyorum. Bir yardım istiyorum, bir küçücük şımarmak istiyorum, bir kapris yapmak istiyorum, nazlanmak istiyorum… Amayok, dinç, diri, sapasağlam durmak zorundayım ki, üstüme atılıp beni parçalamasınlar. Bırakın beni kendime artık… 18 Aralık 1967

*

_ Beni özledin mi? diye soracak.
Ama hiçbir zaman,
_ Seni çok özledim! demeyecek.
_ Beni seviyor musun? diye sorar.
_ Seni seviyorum! demez.
Hep ister. Ama istediği şeyi, kendisinin de vermesi gerektiğini hiç düşünmez.

Hiç vermeden hep al! Korkunç bencillik!

*

Zengine “Güle güle kullan!” yoksula “Nerden buldun?” derlermiş.

*

İnsanın iki yaşamı oluyor. Biri dışındaki yabancılaştığı, profesyonel olduğu, kanıksadığı bir iş yaşamı, biri de kendisinin amatör olduğu yaşam… İkincisi derim yaşamak. Derin sevmek… Acısını çekiyorum, tadına varıyorum, sevinciyle coşuyorum, coşkulanıyorum.

*

İşte şu anda şöyleyim: Şiire sığınıyorum. Benim şiirim, benim kendi yalnızlığımdan boşu boşuna kaçma çabalarımdır.

*

Yaşamak gerekli… Yaşamak, haksızlık yapanlardan intikam almak için güzel… Evet, utandırmak için… Ama bugüne değin, bunların içinde bir utananını görmedim.

*

Seni, annen kadar sevecek ve baban kadar merak edecek hiç kimse yoktur; o yüzden kimse bana aşk’tan bahsetmesin.

*

“Sen beni hiçbir zaman sevmedin…” demişti. Ben ona, “Sen hiçbir zaman kendini bana sevdirtmedin!..” diyememiştim. Ama “Sen beni hiçbir zaman sevmedin…” sözü büyük bir acıyla içime çöküp tortulandı.
*
Dün şöyle bir not yazmışım: “Bir günde üç öykü, bir günde bir köşeyazısı, bir roman tefrikası, bir öykü ve bikaç mektup yazdığım günler, şimdi nerdesiniz?”
*
Artık tek başıma içmekten korkmayacak denli yaşlandım. Ne akşamcı olmaktan, ne her akşam içmekten korkum var. İster kadında ister erkekte, yaşlılık insanda kimi korkulardan korkulmaya da yarıyor. Her akşam içsem ne olur ki. Hatta sürekli, uyuyup uyanıp içmeyi sürdürerek, azar azar sürekli içerek, uyanıp uyuyuncaya dek tatlı ve rahat içerek bütün günümü, günlerimi, zamanımı böyle geçirerek yaşamak bile istiyorum. Ama istemek başka yapmak başka. Nereye gideceğini bilmediğim taşıtlara atlayıp taşıtlardan taşıtlara geçerek de gezip dolaşmak isterim yıllardanberi, ama yapabilir miyim? Hayır.
*
Yaşamı üretmesindeki hız azalınca insan artık yaşlanıyor demektir. Tam yaşlılık, insanın artık yaşamı üretememesi, eskiden ürettiği yaşamın anılarına gömülmesidir. Yaşlılık belleğin geviş getirmesi oluyor. Bir anlamda yaşam, yaşlılıkta anı olabilecek gereçleri önceden üreterek toplayıp biriktirmektir. Küçük yaşam zenginliği, sonsuz anılar dünyası yaratacak kertede zamanında yaşam üretebilmiş olmaktır. 
*
Sevmediğim, yüzünü görmek istemediğim, kendisinden korktuğum ama sözüne güvenilir birisi geleceğim diye söz vermiş de ben de her an onun gelmesini bekler durumda tedirgin bir insan olarak yaşıyorum. Yine gelmedi… Ama gelecek… Gelir elbet… Nerdeyse gelir.. Ölümü böyle bekliyorum. Sanki ölüm geldikten sonra da (öldükten) sonra da o gelecek olanı beklemeden yaşayacakmışım gibi.. Ölümü Beklemek.
*
Şimdi yaşlılığımda benimle arkadaşlık kurmuş sevgilim olmuş kadınları düşünüyorum: İyi, ÇCyi, Yyi, Yu’yu, Uş’u, Ügü, Gyi, Uz’u… Aynadaki çıplaklığıma bakıp onları düşündükçe bu güzel ve genç kadınlardan hakkım olmayandan çok şeyler istediğimi ve onların ne denli iyi ve cömert olduklarını anlıyorum. En iyisi bundan sonra sık sık aynaya bakmalıyım. Bundan sonra aynadaki kendimle yakın olmalıyım, arkadaş, dost olmalıyım; öyle ki aynadaki yansımamı görünce onu biyerlerden tanıyıp da kim olduğunu anımsayamadığım birisi sanmamalıyım. İşte bu ben’im demeliyim. Yani kendime yabancı olmamalıyım. Artık yaşlı olduğumu, yaşlılığın çirkinliğini, gün geçtikçe daha yaşlanıp çirkinleşeceğimi, salt söz olarak değil, bu gerçeğe inanarak bilmeliyim. Ve artık yaşıma göre davranmalıyım… Hayır, işte bunu yapamam. Yaşıma göre davranırsam asıl o zaman ben olamam, asıl o zaman başkası, kendime yabancı biri olurum. Ben yaşıma göre değil, yaşıma karşın kendime göre, kendim olarak yaşamaya yargılı ve yazgılı bir insanım. Yaşıma göre yaşamaya kalkarsam işte o zaman aynadaki yansımamı tanımadığım gibi, yine tanımadığım, kendime yabancı biri olurum. 
Yaşlıyım; ne yazık ki doğru, evet… Yaşlılık çirkinleştirmiş; ne yazık ki doğru, evet… Yaşlılıktan eski gücüm kalmamış; ne yazık ki doğru, evet… Öyleyse yaşıma ve yaşlılığıma göre davranmalıyım; iyi ki olanaksız, hayır, işte bunu yapamam. Ben kendimim. Gözüm görüp elim tuttukça, beynim durmadıkça kendim olarak çalışacağım, hasta olsam bile yüreğim durmadıkça kendim olarak sevip sevileceğim. Bunları yapamazsam asıl o zaman yaşlı bile kalamam, ölürüm. 
Ne şaşılası şey! Bu masaya başka bişey yazmak için oturmuştum, aynada yansımamı görünce bunları yazdım. İyi oldu, kendimi bikez daha tanımış oldum. Şimdi memnunum kendimden. Başımı kâğıttan kaldırıp önümdeki aynaya baktım. Aaa… Gülüyorum. Gençleşmişim, güzelleşmişim de..
*
Mum Hala’dakiler ne tür yazılardır? Deneme mi? Tam değil. Günce mi? Pek değil. Anı mı? Hiç değil. Gelecekte (yarın, gelecek hafta yada ayda) yapılacak işler dizelgesi mi? Ama tam o da değil… Belki bunların hepsi. Belki de kendi kendimle konuşmalarım. Evet, daha çok kendimle konuşmalarımdır bu yazılar. Yollarda kendi kendilerine yüksek sesle konuşan insanlar görür, onlara deli diye bakarız. Kimileyin kararsız ve ikircimli konuşanlar, “Yüksek sesle düşünüyorum,” derler. Bunlara girebilir Mum Hala’daki yazılarım. Kendi kendimle konuşmalarımdır daha çok, ama sözlü değil de yazılı konuşmalar. Öyleyse Mum Hala’ya kendimle mektuplaşmalarım diyebilirim. İnsan kendi kendine mektup yazar mı? Yazar. Kimileyin insan iki kişi olup kendisiyle konuşur.
*
Vakıf, 1 Kasım 1987 Pazar, saat 11.05 
Sevi nedir? Sevi insanın karşı cinsten kendisine çekici gelen biri karşısında kendi kendini büyülemesidir. İnsan kendini büyüleyince karşısındakini olduğu gibi, onun gerçekliğiyle değil, kendi görmek istediği gibi, gönlüne göre görmeye başlar. Sevgili bir bulut arkasında, bir tül altında, ay ışığında görünür. Herşeyi güzeldir, her davranışı, her sözü güzeldir. 
İnsan sevdiğinin kendini büyülediğini sanır; oysa insan kendi kendini büyüler. 
Bu büyü ve büyülenme nice uzun zaman sürerse sevi de sürer. Büyü bozulunca karşı cinsler birbirlerini, gönüllerinden geçirdikleri gibi değil, kendi oldukları gibi görürler. Tıpkı ay ışığı altında ayın yansıdığı çok güzel görünümlü suyun, güneş çıkınca pi bir su birikintisi olduğunun görülüp anlaşılması gibi. 
Sevi denile bu büyüyü elden geldiğince bozmamaya çalışmak, uzatmak gerekir. İnsan kendi kendini büyüler. Büyüyü bozan yine kendisi olabilir ama daha çok karşı cins olur. Büyüyü bozmak demek kendisini seven insanın üstüne örttüğü tülden sıyrılması, buluttan çıkması, ay ışığından gün ışığına geçmesi demektir. O zaman büyü bozulur ve işte o zaman büyülüyken bize güzel gelen aynı davranış, ayni söz, aynı tutum, aynı organlar bu kez çok çirkin gelmeye başlar. 
Birbirlerine büyülüyken evlenen çiftler evlendikten bir zaman sonra büyüleri bozulup da kendilerini gerçeklikleriyle görünce ayrılamazlarsa, ayrılma olanakları yoksa, türlü nedenlerle, örneğin çıkarlar yada çocuk gibi, ayrılmak ellerinde değilse, biyanın bozulan büyüsü öbür yanca bozulmamışsa, işte o evlilik bir cehennem azabı olarak sürer. Cehennem azabına çevirmemek için evliliği o eski seviyi yaratan duyguların yerine aklı koyarak evlilik sürdürülebilir.
*
Bir insanı tanımak iyi mi kötü mü diye düşünüyorum. Bunun düşünülmesi gereken bir sorun olduğunu ancak bu yaşımda anlayabildim. Şu sonuca vardım: Sevmek tanımaktır. Sevdiğim kadınları bir bir gözümün önünden geçirdim. Niçin o kadınları sonradan sevmez oldum? Çünkü onları zamanla yakından tanıdım. Elbet onlar da beni tanıdılar. Evliliklerin sonuna dek sürmemesinin, sürse de mutsuzca süregelmesinin ana nedeni bu: Eşler zamanla birbirlerini tanıyorlar. 
Bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeyerek kendimizi birbirimizden saklıyoruz. Zamanla o sakladığımız çirkin ve kötü yanlarımız ortaya çıkıp birbirimizi tanıyınca artık sevgi de kalmıyor. Örneğin ben onu bu denli yakından tanımasaydım yaşamımın sonuna dek sevecektim. Buyüzden sevdiğim kadını tanımaktan korkar oldum. 
*
Ankara, 12 Eylül 1991, saat 2.33 
İyice anladım: Nice seversem seveyim hiçbir sevgiliyle artık yaşamı üleşemeyeceğim. Olanaksız! Zamanı bellisiz bir insan oldum. Kimi gece sabaha kadar uyuyan, kimi gece erkenden uykusu gelip yatan, kimileyin geceyarısından sonra kalkıp çalışan, kimi gece, gece lambasını açıp saatlerce okuyan bir erkek… Hangi kadın dayanabilir böylesine başına buyruk yaşayan bir adama.. Ve ben böylesine izlencesiz, takvimsiz bir kadına, onu nice seversem seveyim sürekli dayanabilir miyim? Hayır! Bu ne demektir? Ben artık hiçbir sevgiliyle yaşamımı sürekli üleşemem. Ben yalnızlığa yargılıyım.
Üstelik… Zamanımın geri kalanını da sevgilime veremem… Çalışan, hep çalışan bir adam! Salt kendi keyfine göre -ders teneffüsleri gibi- sevip sevişecek ve sevilmek isteyecek bir bencil! Bu bencillik o büyük, o boyutsuz özgeciliğin bencilliğidir. Belki şöyle anlatabilirim: “Ben” için, kendisi için bencillik değil, topluluklar, toplum, insanlar için bencillik! Bu başka bişey…

*
Kasım 1991 Ölüm Yoklaması 

Ölümün beni bu kaçıncı yoklaması? Ya yedi, ya sekiz.. Her sonraki yoklaması bir öncekinden şiddetli, korku verici ve uzun sürüyor. Korku veriyor, ne korkusu? Hele bu kez, uzun sürmüş olduğundan olacak, iyice ayrımsadım ki bu güzel dünyadan sonsuzcasına ayrılıyorum diye değil bu korkum… Korktuğum ve ilk aklıma gelen, yazmakla kendimi borçlu bildiğim pekçok oyun, roman, öykü, çocuk öykü ve romanları gibi daha pekçok yazı tasarılarımı yazamayacağımın korkusu… Evet, hele bu kez… Paris’te Montreau’da BI. Paul Vaillent Couturier üzerinde Modern Hotel’de 10 numaralı odadayım. Sabah saat 10. Yataktayım.. Gittim gidiyorum… Öldüm ölüyorum… Birden, “Yahu o dosyalar dolusu yazı notlarını kim yazacak? Yazık olacak onlara..” diye düşündüm ve arkasından o yürek ağrısı içinde kendi kendime güldüm. Ölüyorum, ölürken ne düşünüyorum…
*
Güzel anne adayı sevgili Uşkun’um. Sen artık öykülerimde ve şiirlerimde kaldın. 
*
Aranmış olmak beni sevindirdi. Telefon ettim. Sesi gülüyordu. Bu sabah Aşkım Dinimdir kitabıma şu adamayı yazdım: “Sevgili Uzanbara, Sesindeki mutluluk tınısı beni sevindiriyor. Sesin hep gülsün dilerim.”
*
Geçmişten pişmanlık duymayanlara öyle şaşıyorum ki… Gerçekten ve içtenlikle pişmanlık duymuyorlar mı, yoksa herkesi kandırmak mı, yoksa kendilerini mi kandırmak istiyorlar? Ben geçmiş yaşamımda öyle çok yanlışlıklar yaptım ki ve öyle pişmanım ki… Ne var ki o yanlışlıklarımdan dersler aldım. Dersler aldım demek yeni yanlışlıklar yapmadım demek değil. Öyle ayrıntılı labirentleri var ki yaşamın, hangibir yanlışından ders alıp da yeni yanlışlıklar yapmayacaksın. Hep yanlışlar yapıyorum ve hep yaptığım yanlışlardan ders alıyorum ve üstelik yanlışlarımdan da yararlanıyorum. Yazılarımın büyük çoğunluğu yanlışlarımdan esinlenilerek yazılmıştır. 
Şimdi düşünüyorum da yanlışlarımın başkalarına da zararı olmuştur; ama ençok kendime zararım dokundu. 
*
“Şiir Adam öbür dünyaya gider. Allah (sesiyle) yargılar: – Niçin kendini öldürdün, en büyük suçu işledin? – O koca dünyada öyle yapayalnızdım ki benden başka kimsem yok. Bir cellât bulamadım kendime başka. Kendi kendimi asmak zorunda kaldım. – Niçin asılman gerekiyordu?” Ne zaman bu notu yazdığımı anımsamıyorum. Ama bu not şiirden çok öykü olabilir.
*
Teşvikiye, 18 Ocak 1993 
Olmayan Allahın, sonsuz gücüne inanıyorum, inanıyorum ve iman ediyorum, amenna ve saddakna* diyorum. Çünkü Allahın ne karısı vardır ne kocası, ne oğlu vardır ne kızı, ne babası vardır ne anası, ne vatanı vardır ne milleti.. Yalnız ve yapayalnızsındır, salt yalnızsındır. Bizim olamayacağımız denli salt yalnızlık. Böyle bir yapayalnızlığın sonsuz güç olmasında hiçbir olağanüstülük görmüyorum.
Müslümanların Allahı kadir ve kahırdır; çünkü insanların aptallığına kızıyordur.
Hıristiyanların Allahının ise sevecen olması çok doğaldır, çünkü onun bir annesi var, üstelik babası da yoktur yada yok olduğu sanılmaktadır.
* Amenna ve saddakna: “İman ve tasdik ettik”.


*


Sevgili Metin Altıok masada tam karşımdaydı. O masada önceden tanıdığım tek kişi olarak salt onu unutmuyorum. İnsan, biraz sonrasını bile bilemiyor. Sevgili Metin Altıok’un, yirmi saat sonra Madımak Otelinde canlı canlı yakılacağını ama ölmeyeceğini, hastaneye kaldırılıp iki-üç gün daha acılar çekerek kıvrandıktan sonra, gericilerin 37. kurbanı olarak öleceğini nasıl bilebilirdim. Fizik yapısı ince, ruhsal yapısı da incelikli, şair denilince imgelenebilecek, hiç şair görmemiş bir insanın onu ilk gördüğünde “işte şair bu olmalı” diyebileceği bir insandı. İlk şiir kitabındanberi onun şiirlerini seviyordum. Hele Yerleşik Yabancı, Kendinin Evinde, Küçük Tragedyalar, Gezgin, hele hele İpek ve Kılabtan, Gerçeğin Özyakası kitapları… Gerçekler ve Desenler adlı kitabı için ona gönderdiğim mektupta, eski şiirlerini daha çok sevdiğimi yazmak kabalığını göstermiştim. Sivas’ta buluştuğumuzda bana o mektubu anımsattı, hem de hiç incinmiş görünmeden… Beni haklı bulmuş muydu? Bilmiyorum.
*
Cevat Geray, karısı. Beni kaçırmaya çalışıyorlar. Sanıyorum ki onlar, bu saldırının salt benim için yapıldığına içtenlikle inanıyorlar. Ben kaçıp gitsem kurtulacaklarını sanıyorlar. Böyle de düşünmekte haklılar. Çünkü, “Sivas Aziz Nesin’e mezar olacak,” diye bağırıyorlar. Ben de onlara, “Sizi bırakıp kaçamam,” diyorum. Bıraksam da bırakmasam da kaçamam. Ben olmasam kurtulacakları umudu var onlarda. Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâla içimde şöyle yada böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı var. Buyüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyorum.
*
Sanki ne diye bu dosyalar dolusu notları hep eski Türkçe (Arap harfleriyle) tuttum? Günün birinde gözlerimin böyle görmeyeceği hiç aklıma gelmemişti. Kitaplarımdan birinin adını GİDERAYAK koymalıyım. Belki son şiir kitabımı.. Giderayak Arap harfleriyle yazılır mı? Benden sonra bu notları hiçkimse okuyamayacak. Yazık!. Üstelik öyle bir eski harflerle (Arap harfleriyle) yazdım ki çok acele ve ayaküstü yazdığımdan benden başkasının okuması da çok güç…
*
21 Mart 1995 

Artık Sonra Kalmadı 
“Tembellerin çalışma günü yarındır.” Bu çok sevdiğim özdeyişi ilk duyduğumda kaç yaşımdaydım? Ya oniki ya onüç.. Bu özdeyişi bile bile gençlik günlerimde, yapılması, hatta hemen yapılması gereken işlerimi sonra yaparım avuntusuyla ertelediğim çok olmuştur ki sonraya ertelediğim bu işlerimin çoğunu, nice sonralar sonrası hiç yapamamışımdır. Yaşamımdaki en büyük pişmanlıklarım, ille de yapılması gereken işlerimi -ki daha çok bunlar yazmam gereken yazılarımdır-nasıl olsa sonra yaparım diye belirsiz bir sonraya ertelemiş olmamdır. 

Yirmi-otuz yaşlarımda bir gençken nasıl olsa sonra yaparım diye belirsiz bir sonraya ertelediğim işlerim çok oluyordu. O gençlik yaşlarımdaki bu sonraya ertelemelerimi şimdi doğru bile buluyorum. O yaşlarımdayken benim önümde o denli çok sonralar vardı ki sayısız sonralar… Ama şimdi seksen yaşımdayım. Bu yaşta olmanın, yaşlılığın en acı dramı sonraların tükenmekte oluşu ve çok azalmış olmasıdır. Sonralar nerdeyse bitti bitiyor. 

Şimdi yazdığım bu konu 21 Mart 1995 günü öğle sonraları uykumdan uyandığımda, yataktan (kanepeden) dahaca kalkmadan aklıma geldi. Önce bu tükenmiş sonralar konusunu şiir olarak yazmayı tasarladım. Yattığım yerde tasarımı geliştirdim. Sonra gençliğimde olduğu gibi, “Sonra yazarım,” diye içimden geçirdim. Birden aklım başıma geldi. “Hangi sonra?” diye kendi kendime sordum. Hangi sonra? Bundan sonra artık sonra mi kaldı? Bütün sonra tükendi tükenecek. Hadi, kalk da yaz! Sonralar büsbütün tükenmeden… Yine de bu sonra konusunu belki şiirleştiririm. Ne zaman? Ne zaman mı? Sonra… 
*
Nesin Vakfı, 11 Nisan 1995 

Devlet gücüne, para gücüne, makam ve mevki gücüne dayanarak sizi korkutmak, sindirmek, yıldırmak isteyenleri siz doğrulukla, akılcılıkla, sağduyuyla, mantıkla gerçekten korkutacaksınız. Bu alçaklar korkudan tir tir titreyecekler. 
*
24 Aralık 1974 Salı, saat 15 30 

Yaşamın öyle bir çizgisine geldim ki, mutlu olmak benim için gittikçe daha zorlaşıyor. Üstelik, mutlu olmayı ençok gereksindiğim bir yaşta böyleyim. Herşeyi demeyeyim ama, çok şeyi görüp anlamak, karşımızdakinin neyi, niçin yaptığını, neden, nasıl davrandığını bilmek, görünenin altında gizli olan görünmeyeni görmek, mutlu olmamı engelliyor. Gözlerim, göz olmanın üstünde bir röntgen aygıtı gibi, hem kendi ruhumun, hem karşımdakilerin (başkalarının) ruhlarının üçüncü boyutlarını oluşturan çıkarları, bencillikleri, hayınlıkları görüyor. Oysa mutluluk -hiç de bilisizlik, aptallık değil– saflıktır. 60 yaşımın ikinci günü, çocuk gözleriyle, çocuk ağzıyla, Çocuk yanaklarıyla gülmek, sevmek, sevinmek istiyorum, buna gereksiniyorum. Ne yazık ki olanaksız artık!.. Mutlu olmak için kazandıklarım, mutluluğumu önlüyor. Bu düşünceleri ilk ben söylemiyorum elbet. Ama ilk söyleneni söylemeyelim deseydik, ağzımızı hiç açmamamız gerekirdi. 

Gözlerim neleri görüyor? Ortada görünenleri mi?.. Hayır, görünenlerden, ortada olanlardan daha çok, gizlenenleri, saklananları; altta, derinde, çok derinlerde olanları görüyorum. Gizlenenler de güzel şeyler değildir. İnsan, güzel olan şeylerini ortaya koymak, göstermek ister. Oysa gözlerim bir burgu, insanların ruhlarının gizli derinliklerine iniyor. Ne korkunç bir tedirginlik bu… Bir sözden, bir sözcükten, bir duruş, bir davranış, bir susuştan, karşımdaki insanın labirentlerinde. mağaralarının karanlığında, bodrumlarının rutubetlerinde çürümüş, gizlenmiş yanını görmek!..

*

7 Temmuz 1974 Pazar

Mutlu olmak için boşu boşuna çırpındığımı, birdenbire değil, yavaş yavaş anladım. Bu güzelim gerçeği anlamam kolay da olmadı, çabuk da. Elli yaşımı buldum bu güzelim gerçeği bulana dek… Elli yaşımdan bu yana, dokuz yıldır – yine herzamanki gibi mutlu değilim ama- dinginim, rahatım. Çünkü bu dokuz yıldır ille mutlu olacağım diye artık çırpınmıyorum, çırpınmaktan vazgeçtim. Bütün insanların mutlu olmaları elbette olanaksız. İnsanların pek, pekazı mutlu olabiliyor yada mutlu olduğunu sanıyor yada zaman zaman mutluluğa kapılıyor. Öte yandan büyük çoğunluk mutsuz. Ben, mutsuzlardan olduğumu anlayınca, mutlu olmak tutkusundan da kurtuldum. Aman ne erinçlik duydum böyle olunca. Eskiden ille de mutlu olmamın gerektiğini sanıyor, bunun için uğraşıp, çırpınıp duruyordum. Oysa mutlu olmak; askerlik görevi, savaşta yurt savunması, alınan borcu ödemek gibi bir “mecburi hizmet”, ille de yerine getirilmesi gereken bir eylem, bir işlev değildir. İlle de mutlu olmam gerekmez. Ben mutsuzum… Oldum olasıya mutsuzum ama, dokuz yıldanberi mutsuzluğa razı olarak mutsuz olduğumdan erinçlik duydum. İnsanlar mutlu olmaya hiç de mecbur olmadıklarını benim gibi anlasalar, ne erinç[li] olacaklar.

*
4 Ocak 1973 
Ancak yaşlandıktan sonra yaşamın iki güzelliğinin bilincine vardım: Biri kırk yaşımdan sonra dünyayı renkli olarak görmek, öbürü elli yaşımdan sonra ânı (çerçeveli olarak, donmuş olarak, geçmişe geleceğe bağlanmadan) yaşamak! Ama o denli az ki, zor ki ânı yaşayışlarımız.
*
Sizin öykülerinizi de bir günümű verip dikkatle okudum. 

Beni bir ağabeyiniz bilerek sözlerime darılmamanızı dilerim. Yazık ki öyküleriniz için başarılıdır diyemeyeceğim. Oysa bunu söylemeyi çok isterdim. Bu öykülerle, katıldığınız yarışmayı kazanabileceğinizi hiç ummuyorum. 

Bu sözlerim sizi düş kırıklığına uğratmasın. İlle de öykü yazmak istiyorsanız size öğütlerim şunlar olacaktır: 

Tıpkı konuştuğunuz gibi, hiç kendinizi zorlamadan, rahatlıkla döndürüp dolandırıp, evirip çevirip söylemeyin. Uzun tümceler ille de daha güzel, daha değerli olmaz. Anlamını iyi bilmediğiniz yada bildiğinizi sanıp da bilginizi sınamadığınız sözcükleri, kavramları, deyimleri kullanmayın. İlle de büyük sözler, yüksek düşünceler söylemek zorunda değilsiniz. Çok yalın söylenmiş sözlerde de büyük ve derin düşünceler bulunabilir. Rahat yazın, zorlamayın ve çok iyi bildiğiniz şeyleri yazın. Çetrefil yazmayın. Gereksiz yerlerde gereksiz noktalama işaretleri yazınızı değerlendirmez, tersine, acemiliğinizi ortaya koyar. Ayraç içinde ünlem işareti yada yan yana üç ünlem işareti yazınızı daha çok anlamlaştırmaz. Öykülerinizde okurlarınıza ille de bişey öğretmeye kalkmayın; bilgiçlik taslamak okuru yazıdan soğutur. Öykülerinizde gerçekten öğrenilecek bişey varsa okurlar bunu kendiliğinden öğrenirler. 


*
Max Frisch’in Stiller’inden, 26 Nisan 1970 Pazar 


Şimdi söylediği her söz, yaptığı her hareket yanlıştı, masadan kalkıp mutfağa giderken kirli bir tabağı götürmeyince onu azarlıyor, biraz anlayışlı olsaydı, ondan biraz bir şey öğrenseydi harcadığı enerjinin yarısını harcayabileceğini inatla söyleyip duruyordu.” .. 


Bunaltılı dönemindeki bir evli çifti hiç kimse ziyaret etmek istemez; bunaltıya ilişkin bir şey bilmeseniz bile bunaltı havadadır ve konuk bir mütarekede hazır bulunduğunu, kendinin bir amaç için biraz sömürülüp kullanıldığını sezinler; konuşmalar tehlikeli bir hal alır, şakalar ansızın biraz çok sert kaçmaya, bir zehir etkisi yapmaya başlar, konuk ev sahiplerinin sırlarını açıklamaya pek hevesli olduklarını fark eder; bunalım dönemindeki bir evli çifti ziyaret bir mayın tarlası kadar neşe vericidir, hiçbir şey patlamasa bile her şey sıcak bir kendi kendini denetleme kokar.” 


*
23 Ağustos 1959 

İnsanlar, ilk evliliklerinde kendileridir, oldukları gibidir, herneyse, herkimse odurlar. İlk evliliklerdeki geçimsizlikler de buyüzden çıkar. İkinci evliliklerinde kişiliklerinden, olduklarından, kendilerinden indirim yaparlar. Bir erkek, ikinci kez evlenmiş, karısının da ilk evliliğiyse, bu kadın, kocasının kendisinden, kendi oluşundan, kişiliğinden nasıl indirim yaptığını bilmez, bilemez. Buyüzden ikinci evlilikler uyumlu sanılır. Gerçekte bu uyum değil, ikinci evliliğini yapanın kendinden indirimidir. 

Üçüncü evlilikte indirim daha da artar. Her yeni evlilikte indirim arta arta, kişilik hiçe iner.

Uzun süren birinci evliliklerde, bu indirimler eş değiştirilmeden yapılmış demektir. Kişilikten indirim bir insanı hiçe indirir. Gerçekte o insan, olduğu gibi, yani kendisi olan insan değildir. 

Bir erkek, kişiliğinden indirim yaparak ikinci evliliğinde mutluluğa kavuşmuşsa, bu, yapma bir mutluluktur. Kendinden bu indirimi ilk evliliğinde yapmış olsaydı, çok daha mutlu olurdu. 

İlk kocaya varan bir kadın, kocasının ikinci evliliğiyse, karşısında gördüğü adamı, o adamın kendisi sanır. Oysa o erkek, gerçekte olduğunun yüzde kırk, yüzde elli indirimlisidir, kendisi değildir. Birinci evlenmeden elde edilen deneyle, kendinden, oluşundan, kişiliğinden fedakârlık etmektedir. Çok pahalıya satın alınmış yapma bir mutluluktur.

Aziz Nesin

Mum Hala

 

Etiketler: