Paris: 1.2.1939
Ziyacığım,
İstanbul’dayken içime sıkıntı bastığı zaman sana koşardım; çünkü sen benim için yalnız vefakar ve halden anlar bir dost değil, aynı zamanda, açık havayı, güneşi, baharı, iyiliği de temsil eden, nasıl olup da insan kalıbına girdiğine daima hayret ettiğim bir meleksin. Melek olduğun şundan da belli ki, bana “vefasız” demeye dilin varmıyor: Hoş, ben de vefasız sayılmam pek. Paris’e gelirken seni kucaklamak için ne kadar çırpındığımı tahmin etmiş olacaksın ki, benim uzatmamı beklemeden tasımı abıhayatla doldurdun. Günlerdir içiyorum içiyorum bitmiyor. Ne diyeyim, bana senin gibi bir dost verdiği için Allah’a hamd-üsena etmekten başka ne gelir elimden! Allah’ın sevgili kullarından biri olduğuma yavaş yavaş kanaat getiriyorum. Emin ol ki, seni tanıyanlar için yeryüzünde senden daha büyük bir revelation [keşif] yoktur. Bu satırları seni çok özlediğim için yazdığımı zannetme. Bunları daima düşündüm; ancak bugün söylemek fırsatını buluyorsam, bu gecikmeyi mazur gör. Bilirsin ki öteden beri şifahi bir sıkılcanlığım, dil tutukluğum vardır. Fakat seni özlemeye gelince, bunun ne yaman bir hasret olduğunu Paris’e geldikten sonra anladım. Meğer İstanbul’un en büyük cazibesi, istediğim zaman seni görebilmek imkanını bana bahşetmesiymiş. Paris’in bu primordial [çok önemli] cazibeden mahrumiyetine zor katlanıyorum. Canım İstanbul! Nasıl tütmesin ki gözümde, o iki şerefeli minarelerin üzerinde senin dost çehrelerin gülümsüyordur. Ziyacığım, yaşamakla ölmek arasında ter döken bir adam olduğumu ve birçok defalar ölüme teslim olmaya kadar gittiğimi yakından bilirsin. Her seferinde beni eteğimden tutup geri çeken mukaddes “el”in parmaklarından biri de sen olduğunu gene bugün burada itiraf edeceğim. Hayata her dönüşüm biraz da senin eserin olmuştur. Zaten ben, seni tanıdıktan ve sana hayran olduktan sonra, derbederliğim, içki iptilam ve vurdumduymazlığım hariç, şiir aşkımla, şiirlerimle, açık gönüllülüğümle ve çok veya az mevcut bütün meziyetlerimle intégralement [tümüyle] senin eserin değil miyim? Söylediklerimin hakikat olduğuna gülümsemeden inanmanı rica ederim.
Hariciye imtihanını kazanmadığına üzülmemiş olduğumu bilmeni isterdim. İmtihan hususunda biraz benim gibi olsan ya! Emlak ve Eytam Bankası’ndaki işini, tahminin hilafina, sana layık bulmakta bir mahzur görmüyorum. Niçin o işi hor görmeli? Nasılsa secondaire [ikinci derece] bir iştir, o veya ötekisi, arada fark mi var sanıyorsun? Senin bence asıl işin şiir yazmaktır. Onu yaptıktan sonra gerisi prose’dan [nesir’den] başka bir şey değildir.
Kadıköy vapurunda beni hatırladığına inanıyorum, çünkü sabahları ve akşamları sık sık kulağım çınlıyor. Yalnız Sami Zeki’den ve İbrahim Hüseyin’den kaçmana bir mana veremiyorum. İnsanlan sevmeyi bana sen öğretmiştin, şimdi aynı dersi ben mi sana tekrarlayayım? Yoo Ziyacığım, onları da hoş gör, muhabbetini onlara da bezlet. Mukabele etmesini bilmezlerse ne kaybedersin? Seven adam, sevilmese de servetine halel gelir mi? Binaenaleyh, Kadıköy vapurunda Sami Zeki’yi de İbrahim Hüseyin’i de görecek, onlara iltifat edecek ve benden selam söyleyeceksin. Söz, değil mi?
Şimdi gelelim şiirine. Dördüncü terse’ye kadar bir fevkaladelik yok. Hatta pek malum hisleri gayet çetrefil ve acemice söylüyorsun. “İndir perdelerini şu biten günümüzün mısrasını söyleyen şairin ustalığı nerede? Fakat son terse, ifadenin istediğim mükemmeliyette olmadığı kayd-ı ihtirazisini ilave etmeyi unutmayarak söylüyorum, harikulade!
…ve annem şaşıracak.
“Görmeyeli ne kadar büyümüş oğlum!” diye.
Bu bir buçuk mısra, his hamulesi bakımından, “Rabbim, ben bu sabah da, Rabbim, ben yine sağım!” mısrasıyla atbaşı gidiyor. Fakat ah senin bu 7+7 ve takti taassubun yok mu, canım şiirin bütün lezzetini berbat ediyor. Mesela son mısra şöyle olamaz mıydı. “Oğlum ne kadar da büyümüş ben görmeyeli!” Şimdi benim teklif ettiğim mısra şeklini beraberce tahlil edelim: Bir kere, annen seni hemen tanıyor değil mi? Hangi anne çocuğunu tanımaz ki! Fakat bu tanımaya bir hayret refakat ediyor: “ne kadar da büyümüş!” ve “görmeyeli” kelimesinde bu buluşmaya takaddüm eden hasret senelerinin uzunluğu sezilmiyor mu? Hele senin şekildeki “diye” ye hiç lūzum yok:
…ve annem şaşıracak:
(C’est une merveille poétique)’
Oğlum ne kadar da büyümüş ben görmeyeli!
Ne dersin, acaba haksız mıyım? Ah Ziyacığım, çok şairliğin, seni bu şekil aksaklıklarına düşürüyor. Ne olur biraz kendinden çıksan, vezin değiştirsen, takdim ve tehirlere başvurmasan, icap ederse kafiyeyi de kapı dışarı etsen! Table rase(1) zaruridir. Bunu gün geçtikçe idrak ediyorum.
Bana gelince: Paris’ten elbette ki memnunum. Geldiğime o kadar isabet etmişim ki! Avrupa’yı yalnız kitaplarla ve mecmua resimleriyle tanımak, tanımak sayılmaz. Gelip görmek şarttır. Gelecek mektuplarıma mevzu kalsın diye, intibalarımı döşek altı ediyorum. Gelelim yazdığım şiirlere. Henüz bitirmiş değilim. Mamafih müferrik birkaç mısra yazayım:
….
Cahit Sıtkı Tarancı
1 (Fr.) Maziyi temizleme anlamında kullanılan, Latince asli tabula rasa olan söz.
Burhaniye 22.6.1942
Ziyacığım,
Bu seferki mektubun hayli gecikti.Hani az daha gayret etsen kulaklarını çekmeye mecbur edeceksin beni. Hele kabahati bankadaki fazla mesaiye(?) yüklemene bayıldım. Bari yenge hanımdan bahsetseydin! Nedense ondan da bahis yok. Acaba bu husustaki sükûtun kasti mi yoksa dalgınlık ve unutkanlık eseri mi? Bana kalırsa sana bankacı yengeyle beraber şiir yengeyi de unutturan dişiler gördün Florya’da. Ve belki de şimdi aklın fikrin onlardadır. Bu seferlik bir tevbih cezasıyla iktifa ediyorum. Tekerrürü halinde seni ya bankaya yahut Florya plajı kabinlerinden birine kırk sekiz saat hapsetmek salahiyetim bakidir. Bu cezayı infaz edecek adam da Şevket Rado dostumuz olabilir. Ev ne oldu? Inşaat uzun sürüyor galiba. Biter bitmez seni ve yengeyi eşikten içeri itip kapıyı arkanızdan kilitlemek ve anahtarı yıldızlardan birine teslim edip Ne halimiz varsa görün, derek boy mumun borcu olun. Balayını geçirmek üzere sizi Venedik’e, Nice’e, Rio de Janena’ya nefyetmek de terim. Artık talibinize! Venedik dedim de aklıma geldi, Ankara Caddesi’ne uğradığın zaman Ahmet Halit Kütüphanesi’nin camekânına bir göz gezdiriver, bakalm bizim Venedik’te Ölüm tercümemiz çıkmış mı çıkmamış mı? Hoş, nasılsa parasını aldık yedik ya! Benimki de adet yerini bulsun diye sormaktan başka bir şey değil.
Son haftalarda Baki, Ömer Bedrettin ve Fethi Giray kitaplarından birer nüsha gönderdiler. Akıllılarına gelip de ta Burhaniye’ye kitap yollamaları şüphesiz hoşuma gitti. Geçen gün Baki’den bir de mektup aldım. Biliyorsun, yedi sekiz aydan beri evlidir. Çok mesut olduğunu yazıyor. Ne güzel şey değil mi? Senin de beni böyle bir müjdeyle sevindireceğin günü sabırsızlıkla bekliyorum. Baki’nin verdiği haberler arası da, radyoda şiir saatlerinin tekrar açıldığını, Muhip’in Yedek Subay Okulu’na hazırlanmak üzere kıta hizmetini yani neferliğini yapmakta olduğunu en mühimleri olarak sana bildirebilirim. Bundan başka Baki, Muhip’ten de şikayet ediyor. Şu Muhip’in, dostlarını böyle kırmasına bir türlü mana veremiyorum. Yazık ediyor kendine! İnşallah askerlikte pişer de, hayata ve dost sofrasına daha olgun ve daha gönül adamı olarak döner. O zaman, bu güzel dönüşü biz de sevinçle kutlarız. Son iki cümleyi Baki’ye de aynen yazdım.
Bir evlenme hasreti içinde olduğumu söylüyorsun. Tabi değil midir? Kendimi bildim bileli gurbet ve hasret peşimi bırakmıyor. Sılanın nasıl bir cennet, vuslatın ne çeşit bir saadet olduğunu yalnız hayal etmekle sürdüğüm ömrün daha fazla uzamasına mâni olmak biraz da hakkımdır sanırım. Fakat bakalım bu işi nasıl becereceğiz? Böyle bir teşebbüste beni en çok düşündüren cihet, alacağım kızı mesut edip edemeyeceğimdir. Yoksa ben, şahsen, mihnetlerin türlüsüne talimliyim. Hasılı halli güç bir muadele…
…
Cahit Sıtkı Tarancı