RSS

Etiket arşivi: Süleyman Uludağ

Gönlünü şu zamanın güzellerine kaptıran yorulur durur.

Gönlünü şu zamanın güzellerine kaptıran yorulur durur.
Ey filan ağır ol ki, güzellik seni oyuncak hale getirmesin.
Ahid veren hiçbir güzel yok ki ahdine hiyarret etmiş olmasın.
Çok az kimse vardır, kendini vakf edeceğin ve onun da kendisini sana vakf edecek olan.
Aşıklarına karşı mağrurlar ve onları reddetmedeler.
Ve kişilerin kalplerini parçalamaya kasd etmedeler.
Bir kere münasebet kursalar, diğer seferinde kesmedeler,
Ahd ettiklerinde ise her halükarda ihanet etmedeler.
Bir güzel ki sevdasına tutuldum ve kalbiınİ verdim,
Bassın diye yanağıını ayağı için nalin yaptım.
Kalbimin ortasında ona bir yer hazırladım.
Kalbime dedim ki buraya konaklayana ikramda bulun.
Bu yüzden başına gelecek olan zillete katlan.
Çünkü sevdanın verdiği dehşet mutlaka gelecektir başına.
Onu üzerime hakim yaptım, emirim olmasına razı oldum.
Ben onu görürken o da içinde bulunduğum hali bir görseydi.
Döneriz, göl yüzündeki bir böcek gibi
Ki üzerinde dönmede ve (meyva gibi) yüzmede.
Derhal bildin, kalbinde olanı
Maksadını, zikr etmeden anlarım.
Ne isterse onu yapmak için didiniriz, bu olsa bile
Baharın bir üzüm usaresi ve kışın taze bir buğday,
Gider de getiririm, olsa bile İsfahan’da,
Ne zaman “Şuna ihtiyacım var” derse, derim ona “Emrine amade”,
ve sonuna kadar böylece sürüp gitmektedir.

İbn Şucâgonlunu-kaptiran-yorulur-durur

 
 

Etiketler: ,

Şiirinde göz yaşı dökeceğin zaman

Allah şiir sanatına lanet etsin, zira bu sahada
Ne de çok çeşit çeşit kara cahillerle karşılaşıyoruz.
Bunlar garib şiir nevini (ve muğlak tabirleri)
Dinleyiciye aşikar ve kolay gelene tercih etmektedirler.
Saçma şeyleri sahih bir mana olarak görmedeler,
Berbat sözleri de değerli bir şey saymaktalar,
Doğru olan şiir nevini bilmemekteler ve
Kara cahil olduklarından bunu bilmediklerini de bilmemekteler
Bizim dışımızdakiler böylelerini kınamaktadırlar ama
Doğrusu biz onları (şair saymadığımızdan) mazur görmekteyiz.
Şiir ancak nazım ve ahenk itibariyle münasip düşen şey (ve ibare)dir,
Her ne kadar sıfatları itibariyle türlü türlü olsa da
Şiirin her cüzü diğerleriyle mütenasip olarak aynı şekilde ortaya çıkar.
Göğüs ve sırt kısımları (sadr-ı manzume ve metn-i manzume bir dilberin endamı gibi) muntazam bir biçimde meydana gelir.
Şiirdeki her mâna o tarzda vücuda gelir ki
Şayet o tarzda düşmeseydi öyle olması temenni edilirdi
Şiir beyan ve belagatın öyle bir mertebesinde olmalıdır ki
Kendisini (tıpkı bir gelin gibi) temaşa edenlere, güzelliği bizzat beyan edeyazmalı
Şiirin kelimeleri tıpkı yüzlere benzemeli
Manalar ise bu (güzel) yüzlere yerleştirilen (ahu) gözler mesabesinde olmalı
Şiir, arzulara göre meram makamında kaim olmalı (dileklerin dili olmalı)
inşad edenler onun güzelliğiyle süslenmeli, (veya tecelli etmeli)
Hür ve asil bir kişiyi şiirle meth ettiğinde
İtnab üslubuna yönelirsin
Manzumenin nesib kısmını kolay ve anlaşılır olarak vaz’ edersin
Medhiyeyi dosdoğnı ve apaçık nitelikte tutarsın
Kulağı rahatsız eden sözlerden titizlikle kaçarsın
Bu sözler lafzen mevzun olsalar bile
Şayet onu şiirle hicvedecek olursan
Bu husustaki şiirinde, hicivde kabasaha dil kullananların tuttukları yolları ayıpla
Hicivde (maksadı) tasrih etmeyi deva say
Tariz ve kinayeli sözleri ue gömülü bir hastalık addet
Şiirinde göz yaşı dökeceğin zaman
Günün birinde sabahın erken saatlarında ayrılan (dost)lara, ve hevdecler içinde
sefer yapan hanımlara
Üzerine bir hüzün çöker (o vakit) zaptetmelisin
Gözlerde masun kalmış olan göz yaşlarını
Şayet (bir dostuna) sitem edeceksen
Vaadi tehdidle ve yumuşaklığı serılikle karıştırmalısın
Böylece sitem ettiğin şahsı bırakmış olursun
Endişe ile itminan ve izzetle zillet arasında
En sıhhatli şiir inci gibi dizilenidir ve
Ayan beyan olmak şartıyla
Bu şiir okunduğunda halk benzerini söyleme sevdasına düşer
Mislini söylemeye kasdettiklerinde (şiir vadisinde) muktedir olanları bile aciz bırakır.
(Zira sehl-i mümtenidir)

Naşi Abbas (Ali b. Abdullah b. Vasıf)
İbn-i Haldun – Mukaddime / Dergah Yayınları
Çeviren: Süleyman Uludağsiirde-aglamak

 
 

Etiketler: ,

Ağlattı beni nehrin sahilinde feryat eden güvercin

Ağlattı beni nehrin sahilinde feryat eden güvercin, (kumru)
Sabaha karşı, bahçedeki dala konmuş iken.
Seher, eliyle gecenin mürekkebini silerken
Papatyalar, dişlerinden şebnemler dökülürken,
Erkenden gülistana geldim, dağılmış oradaki şebnemler.
Kızların gerdanında saçılan inci taneleri gibi.
(Nehirdeki) su dolapları oluk oluk göz yaşı akıtmada.
Meyve ağaçlarının dallarını eğen ejderler gibi.
Dallar, hacağı saran halhal gibi kıvrım kıvrım olmada,
Bütün bunlar gülistanı bir bilezik gibi kuşatmada.
Şebnemlerin elleri tomurcukların yakasını yırtmada,
Saba rüzgarı, çiçeklerin misk kokularını taşımada,
(Semadaki) tildişi parlaklık, bulutlara misk süm1ekte,
Nesim (-i nevbahar) eteklerini çiçeklere atarak kokularını yaymakta.
Bir güvercin gördüm, yapraklar arasındaki dalda,
Islanmış tüyleri şebnem taneleriyle,
Gurbetteki dertli bir sevdalı gibi fıgan etmede,
Rida içinde yeni bir elbiseyle üstünü büriimede
Lakin kırmızı gagası ve renkli hacağıyla
İncileri dizip boynuna takmada.
Dertli bir sevdalı gibi dalların arasına konup,
Bir kanadını yastık yapıp diğeriyle üstünü kaplamada.
Kalbindeki sevdadan şikayet edip durmada,
Gagasını göğsüne çekip feryadı basmakta.
Dedim ki ey güvercin gözüme uykuyu haram ettin.
Niçin durmadan gözünden kanlı yaş akmada?
Dedi ki, göz yaşlarım kuruyana dek ağladım,
Şimdi hayat boyu gözyaşı olmadan feryad edip duracağım.
Uçup giden ve dönme ümidi kalmayan bir yavrumun yüzünden,
Ağlayıp hüzünlenmeye ülfet ettim ta Nuh çağından.
İşte budur vefa, böyledir sadakat,
Bak gözlerime, nasıl olmuş al-kan!
Sizden biriniz (bir derde) mübtela olup tamam olunca bir yıl,
Der ki, bitab kaldım şu ağlamaktan ve inlemekten.
Dedim ki, ey güvercin, eğer sen (benim gibi) dalmış olsaydın hasislik (ve derd) deryasına
Oluk oluk göz yaşı döküp ağlar ve ağıt söylerdin bana,
Olsaydı eğer senin kalbinde, benim kalbimde olan (ateş),
Sabr edemezdi kül olurdu şu altındaki dallar.
Bugüne dek nice yıllar katlanmışıındır hicrana.
Hatta (çok inceldiğimden) bulamaz olmuştur gözler yol, tam manasıyla beni görmeye.
Giydirdiği için bedenime arıklık ve hastalık elbisesini (aşk derdi),
Gizlemiştir arıklığım, seyircilerin gözünden beni.
Gelse ölüm, hemen can verirdİm (gönüllü olarak) olduğum yerde,
Ey dostlar! Kim ölürse bu şartlar içinde ermiştir rahata.
Güvercin dedi ki bana, şayet inlemekte ise çayırlardaki çaylar,
Yavrumun üzerine korktuğumdandır ki (ölümden sonra) iade olunmuştur kalbe can!
Değişmiştir rengim, göz yaşlarıınla, işte şu beyaz
Kalacaktır ta kıyamete dek boynurnda bir ahid kemendi olarak.
Gagamın ucuna gelince (kırmızılığı) dillere destan.
(Vücudumdan çıkan) alevin ucu gibidir, bedenim ise kül olup gitmiştir.
Güvercinlerin her sınıfı benim için ağlamada ve ağıt yakmada,
Gönlü daralan ve hicrana düşen acaba yas tutmaz da ne yapar.
Ey dünyanın zevk u safası! selam sana, Allah’a ısmarladık,
Sende bir rahat ve huzur bulamadıktan sonra!

İbn Umeyrallahaismarladik

 
 

Etiketler: ,

Şiir sanatı ve onu öğrenmenin yolu

LlV. Şiir sanatı ve onu öğrenmenin yolu

Bu fen Arap kelâmıyla ilgili fenlerdendir. Onlar arasında bu fenne şiir (poetry) ismi verilmiştir. Öbür lisanlarda da bulunmakla beraber biz burada münhasıran Araplara has olan şiirden bahsedeceğiz. Eğer diğer lisanları konuşanlar da maksatlarını şiir vasıtasıyla ifade etme imkanını bulmakta iseler, bunun sebebi her lisanın belagat itibariyle kendisine has bir takım ahkâma ve kaidelere sahip oluşundandır. (55)

Arap lisanında şiir garip bir tarz ve aziz bir meslektir. Çünkü Arap şiiri kıta kı­ta ayrılmış bir kelam olup bu kıtalar, vezin cihetinden birbirine müsavi ve her kıtanın sonunda yer alan harf itibariyle müttehiddir. Bu kıtalardan her bir kıtaya beyt, ahengi temin eden beytin son harfine de rev i ve kafiye, sonuna kadar devam eden sözün tamamına da kaside ve kelime ismi verilmiştir. Şiirin her beyti kendisinde mevcut terkipler itibariyle başlı başına bir (mana) ifade eder. Her beyt, kendisinden evvelki ve sonraki ifadelerden müstakil başlı başına bir kelam (ve cümle) gibidir. Tek başına ele alındığında konusu olan methiye veya teşbih (tagazzül) veyahut mersiye hususunda tam bir mana ifade eder. Bu yüzden şair bahiskonusu beyti müstakil bir ifade ile ortaya koymaya çabalar. Sonra aynı şekilde diğer bir beytte diğer bir sözü yeni baştan ele alır. Bir fenden diğer bir fene, bir maksattan öbür maksada geçmek için istitrat yapar, münasebet arar. Bunun için birinci maksadı ve ondaki manaları ikinci maksada münasip düşürecek şekilde ayarlar, (girizgah yapar) ve ifadeyi de tenaftirden uzak tutar. Mesela teşbihten methiyeye, sahra ve (bir hatıra ve iz olarak sevgiliden kalan) enkaz tavsifınden kervan veya at veya (rüya alemindeki) hayalât tavsifıne, öğme konusu olan zatın vasfından kavminin ve askerlerinin vasfına, mersiyedeki ah-vahtan ve taziyetten ölünün güzel hatıralarına … vs. geçiş (İstitrat) yapar. Şair tümüyle kasidenin bir tek vezin içinde hemahenk olmasına riayet eder. Bir vezinden ona yakın başka bir vezne geçiş konusunda insan tabiatının tesahül göstermesinden sakınır. (Kasidenin vezin itibariyle bütünlüğünü gözetir). Çünkü vezinler arasındaki yakınlık sebebiyle bu husus bir çok kimsenin dikkatinden kaçmıştır.

Sözü edilen bu vezinlere has bir takım şartlar ve hükümler vardır. Bunlar ilm-i aruzun konusunu teşkil ederler. Tabiata muvafık olan her vezni Araplar bu fende kullanmış değillerdir. Onlar tarafından kullanılan vezinler sadece bir takım hususi vezinlerden ibaret olup bu sanatın (aruzun) ehli olanlar ona buhur (bahirler) ismini vermektedirler. Bunlar onbeş bahir olarak tesbit edilmiştir. Yani bunların dışında kalan tabii vezinlerde Araplara ait herhangi bir nazım bulunamamıştır.

Bilinmelidir ki Araplarda ifade şekilleri arasında şiir fenninin şerefli bir yeri vardır. Bundan dolayı Araplar, şiiri ilimlerinin ve tarihlerinin divam (archive) hata ve sevaplarının şahidi, kendilerine ait ilim ve hikmetlerin bir çoğunda müracaat ettikleri bir esas (ve kaynak) haline getirmişlerdir. (Kendilerinde mevcut) sair melekelerin tümünde olduğu gibi onlardaki şiir melekesi de muhkem idi. (Arapçaya has) bütün lisani melekeler ancak Araplara ait sözlerde idrnan yapmak ve maharet kazanmakla elde edilir. Bu hususa devam edile edile nihayet (şairlere has) o melekenin bir benzeri hasıl olur.

Muhtelif ifade şekilleri arasında şiirin elde edilmesi, ona has melekeyi sanatla (ve teknik olarak) kazanmak isteyen müteahhirin (edip ve şairleri) için zor bir şeydir. Çünkü şiirdeki her beyt, maksadı itibariyle tam bir cümle olup (sair cümlelerden) ayrı olmaya elverişli bulunduğundan müstakildir. İşte bundan dolayı sözü edilen (şiire has) o melekede bir nevi telattufa ve inceliğe ihtiyaç vardır. Böyle olmalıdır ki (şair) şiir niteliğindeki sözü, Arap şiir tarzına ait olmak üzere bilinegelmekte olan şiire mahsus kalıplara döküp bizatihi müstakil (bir beyt) olarak ibraz edebilsin, sonra aynı şekilde öbür beyti de ortaya koysun, sonra diğer beyte geçsin, şiire mahsus maksada kafi gelen fenleri ikmal etsin, kasidedeki farklı fenler muvacehesinde, yekdiğeriyle olan irtibatları açısından beyider arasında bir ahenk vücuda getirsin.

Şiir zor bir (ifade) tarzıdır ve garip bir fendir. Onun için şiire has üsluplardaki maharet ve şiir kalıblarına dökülen sözlerde mevcut olan bilenmiş fikirler karîhaların (ve zekanın mükemmellik derecesi için) mihenk olmuştur. Şiirde Arapça ifade melekesi mutlak olarak yeterli değildir. Daha doğrusu hususiyeti gereği şiirde Araplara has ve bilhassa onlar tarafından bu hususta kullanılan üsluplara riayet mevzuunda (bir çeşit ruhi ve fikri) inceliğe ve temrine ihtiyaç vardır.

Şimdi biz bu sanatın ehli olanlara göre üslup (method) lafzınm manasını ve kullanmakta oldukları bu kelime ile kasdettikleri şeyi burada bahis konusu edelim:

Bilinmelidir ki bu sanatla uğraşanlara göre üslup (lisani ve edebi) terkiplerin dokunmasında kullanılan bir tezgah veya bunların dökümünde kullanılan bir kalıptır. Gerek irabın vazifesi olan esas manayı ifade itibariyle, gerek belagat ve beyanın vazifesi olan terkiplerin özelliklerine istinaden mânânın kemalini ifade itibariyle ve gerekse aruzun vazifesi olup Araplar tarafından şiirde kullanılan vezin itibariyle üslup kelama raci olan (ve ifade ile ilgisi bulunan) bir şey değildir. Binaenaleyh bu üç ilim, bahse konu olan şu şiir sanatının haricindedir. Şiir üslubu ancak umumi bir şekilde hasseten terkibe intibak etmesi itibariyle muntazam terkiplerle ilgili zihni surete raci olur. Zihin, bu sureti bizzat terkiplerden ve onların müşahhas şekillerinden tecrit ederek onu muhayyilede bir kalıp veya tezgah haline getirir. Sonra irab ve beyan itibariyle Araplarca sahih addedilen terkipleri ayıklayarak bunları onun içine, kurşunu kalıba dökercesine döker. Tıpkı bir mühendisin kalıbı ve bir dokumacının tezgahı kullanması gibi kullanır. Nihayet maksada bol bol kafi gelen terkipierin husule gelmesiyle kalıp genişler ve kendisinde mevcut olan Arap lisanına has meleke itibariyle sahih bir suret üzere vaki olur.

Şüphe yok ki kelâmdan her bir fennin kendisine mahsus bir takım üslupları vardır ve bu üsluplar o fende muhtelif tarzlarda mevcut olur. Mesela şiirde (sevgiliden geriye kalan izlere, hatıralara, harabelere, viranelere ve) enkaza soru sormak (şiirdeki muhtelif üsluplardan bir tanesi olup bu da) enkaza hitap suretiyle olur:

Ey Meyye’nin yükseklerde ve kayalıklardaki yurdu! (Nabia Zübyani)

Bazan yoldaşlardan, durup soruştunnalar yapmalarını istirham etme suretiyle olur:

(Ey yolcular); Durunuz, sakinleri tarafından ansızın terk edilen şu diyara soralım ki:

Bazan yoldaşlardan, enkaz ve kalıntılar üzere ağlamaları rica edilir:

Durunuz! sevgiliyi ve onun yurdunu yad ederek feryad ve figan edelim! (İrnriu’l-Kays)

Veya gayr-ı muayyen bir muhataptan cevap almak için sual sorulur:

Sana haber vermeleri için şu harabelere neden sual sormadın?

Bazan gayr-i muayyen bir muhataba enkazı seHimlanmasını enıretmekle olur:

Azi’in civarındaki diyarı selamla!

Veya hambelerin sulanması, (üzerine yağmur yağması ve böylece marnur hale gelmesi) için ona dua etmekle olur:

Harabelerini, gürleyen ve coşan bulutlar sulasın!
Üzerlerini bolluk ve bereket kaplasın

Veya şimşekler vasıtasıyla harabelerin sulanması için dua edilir;

Ey şimşek Ebrek’teki hanenin üzerinde zuhur et,
Tıpkı türküler terennüm edile edile sevk edilen develer gibi bulutları o cihete doğru sevk et.

Veya felaket zamanında âh-vah ederek ağlama hali davet edilir:

Böyle musibet büyük ve iş feci görülmeli
Onun için yaş akıtmayan göz mazur sayılmamalı.

Veya hadise büyütülür:

Şu teneşir üzerinde taşınan şahsı gördün mü?
Meclisin ışığı nasıl sönüp gitti, gördün mü?

Veya böyle bir şahsı kaybetti, diye alemin musibete duçar olduğunu tescil ile olur:

Ey otlaklar, koruyucunuz ve savunucunuz yok artık!
Kahpe ölüm o kahramanı ve kerem sahibini pençesi altına aldı.

Veya müteveffanın ölümü üzerine ah-vah edip üzülmeyen maddelerin bu halini inkarla olur: Hariciyenin şu beyti gibi:

Ey Habur ağacı, halin ne böyle, yeşillenip duruyorsun?
Galiba İbn Tarif (ın vefatın)a üzülmüyorsun!

Veya baskısından kurtulduğu için mütevveffanın hasımını tebrik etmek suretiyle olur:

Ey Rabia b. Nizar aşireti, artık mızraklarınızı bırakınız.
Zira kahpe ölüm o yaman hasmınızı yere serdi.

(Şiire has) i fadelerin diğer fen ve tariklerinde buna benzeyen bir çok misaller vardır.

Şiirde terkipler cümle halinde veya cümle olmayaraktan bir nizama girer. Cümleler inşa-haber, isim-fiil, olabilir. Yekdiğerine tabi olabilir veya olmayabilir. Mefsûle-mevsûle olabilir. Arapça ibarelerdeki terkiplerde ve herbir kelimenin diğeri karşı­sındaki yeri konusunda olduğu gibi (şiirdeki cümleler ve terkipler de kendiliklerinden tabii yerlerini alırlar). Bunu sana tarif edecek olan şey de Arap şiirlerinde idmanla kazanmış olduğun muayyen terkiplerden mücerret zihindeki külli kalıptır. (Zihinde teşekkül eden bu mücerret ve külll) kalıp (dıştaki) muayyen ve müşahhas terkipIerin tümüne intibak eder. Hiç şüphe yok ki sözü telif (ve terkip eden edip ve şair) aynen mimara (mühendise) ve dokumacıya benzer. (Dışta olan bütün terkipler için) intibak vazifesini yapan zihnî suret ise dökümde kullanılan kalıp veya üzerinde kumaş dokunan tezgah gibidir. Şayet dökümde kahbın ve dokumada tezgahın dışına taşılırsa mamul maddeler bozuk çıkar.

Bu hususta belagat kaidelerini bilmek kafidir, diyemezsiniz. Çünkü biz diyoruz ki, belegat kaideleri ancak ilmi ve kıyasi bir takım kaidelerden ibaret olup terkipierin hususi şekilleri üzere kullanılmasının cevazını kıyasla ifade eder. İrabla alakalı kaidelerin kıyasi oluşu gibi bunlar da ilmi, sahih ve muttarid (umumi) bir kıyastan ibarettir. Halbuki tesbit etmiş olduğumuz sözkonusu (şiire has) üslupların kıyasla hiçbir ilgileri yoktur. Bunlar ancak ve ancak dilde câri olan Arap şiirindeki terkiplerin tetebbu (meşk) edilrnesinden nefste hasıl olan bir heyet (form)dir. Dilde kullanı­la kullanılan bu terkiplerin suretleri sapsağlam bir hale gelir. (Şair) o sayede terkiplerin mislini meydana getirme ve şiirde geçen her çeşit terkipte onu takip etme hususiyetini kazanır. Nitekim daha evvel bu husustan umumi olarak bahsetmiştik, (Bölüm 6, fasıl 50).

İrab (nahiv) ve bayanla ilgili kaideler, şiirin taliminde hiçbir fayda temin etmez. Ayrıca Arap sözüne ve ilmi kaidelere kıyas itibariyle sahih olan şeyi Araplar (şiirde) kullanmış değillerdir. Bu konuda onlar tarafından ancak malum tarzlar kullanılmış olup Arapların (şiir nevinden olan) kelâmını hıfz edenler bunlara vakıf olur ve bunların sureti (kendiliğinden) sözkonusu kıyasî kaidelerin şümulüne dahil olur. Arap şiirinden şu tarz üzere ve kendisi için kalıplar mesabesinde olan bu üsluplarla bahsetmek, Arapların (bu hususta) kullandıkları terkiplerden bahsetmek demek olup, yoksa
kıyasın gerektirdiği terkiplerden bahsetmek demek olmaz.

Bahsedilen sebepten dolayıdır ki, sözü edilen kalıpların zihinde vücuda gelmelerini temin eden ancak Araplara has şiirleri ve ifadeleri hıfz etmektir, demiş bulunuyoruz. Bahsedilen kalıplar manzum sözlerde bulunduğu gibi mensur sözlerde de bulunur. Çünkü Araplar kendi ifadelerini her iki fende de kullanmışlar ve her iki nevide de kelâmlarını mufassal bir şekilde ortaya koymuşlardır. Şiirde sözü, mevzun kıtalar ve mukayyed katiyeler halinde ifade ederek her kıta (ve beyt)daki ketamın müstakil olmasını nazar-ı dikkate almışlardır. Mensur ifadelerde ise umumiyetle (cümleler arasında) bir muvazenenin ve müşabehetin bulunmasını nazar-ı dikkate almakta, bazan ifadeyi seci’lerle kayd altına alırken bazan da serbest bırakmaktadırlar. Bunlardan herbirine ait olmak üzere Arap lisanında mevcut olan kalıplar malum bulunmaktadır.

Bunların içinde Araplar tarafından kullanılan kalıp, sözü telif eden (şair ve edib)in telifini ve terkibini üzerine bina etmiş olduğu kalıptır. Bunu da ancak Araplara has (fasih) ifadeleri ezber ede ede nihayet muayyen ve müşahhas kalıplardan tecrid yoluyla, zihninde külli ve mutlak bir kalıp hasıl olan şahıs bilebilir. Bu şahıs bu kalıba, tıpkı mühendisin kendine has kalıba ve dokumacının tezgaha tabi oldukları gibi tabi olur. (Söz hendesesi ve ses mimarisi böyle vücuda gelir). Bunun için kelâmı telif
ve terkip etme fenni nahiv, beyan ve aruz gibi fenlerin (ve bu fenlerle uğraşanların) bakış açısından ayrı ve müstakil bir fen olmuştur. Evet bunda da bahis konusu ilimlere has kaidelere riayet olunması şarttır. Çünkü bu onlarsız tamamiyet bulmaz.

Bütün bu sıfatlar belli bir ifadede hasıl olunca üslup adı verilen kalıplar bir nokta-ı nazardan latif olma hususiyetini kazanmış olur. Gerek nazım gerekse nesir, Arap kelamını hıfz etmekten başka hiçbir şey bu neticeyi husule getiremez.

Üslubun mânası ve mahiyeti bu şekilde tesbit edildikten sonra şiirle ilgili had veya resm nevinden bir tarif zikredelim ki, bu konudaki garazın güçlüğüne rağmen, onun hakikatini bize anlatsın. Zira biz görebildiğimiz kadarıyla öncekilerden herhangi birine ait böyle bir tarife rastlayamadık. Aruzcuların şiiri “mevzun ve mukaffa bir kelamdır” diye tarif etmeleri sadedimizi teşkil eden şiirin ne had (hakiki) ne de resm tisini) tarifıdir. Aruzcuların sanatı, şiiri sakin ve müteharrik harflerin adedi birbirine uygun olarak beyitlerin peşpeşe gelmeleri ve şiirin beyiderindeki aruzun darbına mümaseleti itibariyle ele almaktan ibarettir. Bu nokta-ı nazar da sadece veznden bahsetmek demek olup lafızlar ve bunların delaletleriyle alakası yoktur. Onun için aruzcuların bahis konusu sözlerinin kendilerine göre şiirin haddi (ve tarifi) olması uygun olabilir. Burada bizim şiirden bahsetmemiz, onda mevcut olan irab, belagat, vezn ve hususi kalıplar itibariyledir. Şu halde onlar tarafından ileri sürülen tarifın şiire uygun düşmeyeceği bizce aşikardır. imdi bu haysiyetten bize şiirin hakikatini verecek (ve mahiyetini tanıtacak) bir tarife behemehal ihtiyaç vardır.

(Şiiri tarif sadedinde) biz diyoruz ki: Şiir istiare ve evsaf (tavsif) üzerine bina kı­lınan, vezin ve revi itibariyle birbirine muvafık cüzlere (beyitlere) ayrılan, garazı ve maksadı bakımından herbir cüzü makabii (öncesi)nden ve miibadi (sonrası)nden müstakil bulunan ve kendisine mahsus Arap üsluplan üzere cari olan beliğ bir kelamdır.

imdi “beliğ kelâm” diye kayd koymamız, tarifın cinsi, “istiare ve evsafüzere bina kılınan” kaydı bu özellikleri taşımayan şeylerden şiiri ayırd eden bir fasıldır. Çünkü istiare ve evsaftan hali olan kelâm umumiyede şiir değildir. “Vezin ve revî itibariyle yekdiğerine uygun cüzler” diye kayıdlamamız, hiçbir kimseye göre şiir olmayan mensur kelâmdan şiiri ayırdeden diğer bir fasıldır. ”Her bir cüz’ü garazı ve maksadı bakımından makablinden ve mâbadinden müstakil bulunan” diye koyduğumuz kayd, hakikati (ve şiirin mahiyetini) beyan içindir. Çünkü şiirin beyitleri ancak ve ancak bu mahiyette olur ve (şiire has) bu hususiyeti hiçbir şey ondan ayıramaz. “Kendisine has Arap üslupları üzere câri olan” şeklindeki kaydımız Arapların maruf şiir üslupları üzere cari olmayan şiir türlerini (hakiki şiirden) ayırd etmek için başka bir fasıldır. Çünkü bu biçimdeki şiir (hakiki) şiir olamaz. Olsa olsa manzum kelâm olabilir. Zira şiire has bir takım üsluplar vardır ki bunlar mensur kelamda bulunmaz. Aynı şekilde mensur kelama ait üsluplar da şiir de bulunmaz. Şu halde manzum olduğu halde (şiire has) bahis konusu üsluplar üzere olmayan kelam şiir sayılamaz. Bu itibarla kendileriyle görüştüğümüz ve şu edebiyat sanatında üstadımız olan zevatın birçokları; Mütenebbi ve Maarri’ye ait nazımların şiirle hiçbir ilgileri yoktur. Çünkü bu iki zat Arapların (lisan ve şiirlerine has olan) üsluplanın takip etmemişlerdir, görüşünde idiler.

Tarifteki “Arap üslupları üzere câri” kaydı Arap olmayan milletlere ait şiirleri tarifın dışında bırakan diğer bir fasıldır. Böylece Arapların da Arap olmayanların da şiirleri vardır, diyenlerin görüşleri de dikkate alınarak öbür milletlerin şiirleri tarifın dışında tutulmuş olur. Fakat “Arapların dışındaki milletlerin şiirleri yoktur” kanaatında olanlara göre (ki bu fıkirde olan bir çok kimseler vardır) bu kayda ihtiyaç yoktur. Bunlar o kaydın yerine, “husus i üsluplar üzere cari” kaydını koymakta (esasen öbür milletierin şiirleri olmayacağına göre Arap kelimesini zikretmeye ihtiyaç duymamakta) dırlar.

Şiirin hakikati hakkındaki sözlerimiz burada bitmiştir. Şimdi “şiiri vücuda getirmenin keyfıyeti”ne avdet edelim. Biz diyoruz ki: Bilinmelidir ki, şiiri vücuda getirmenin (amel-i şiir, production ofpoetry) ve ona has sanatı muhkem bir hale getirmenin bir takım şartlan vardır.

Bu şartların ilki şiir cinsinden olan yani Arap şiiri cinsinden olan şeyleri hıfz etmektedir. O derecede ki, neticede nefste bir meleke vücuda gelsin (ve şair şiirini) o tezgah üzere dokusun. Hıfz edilen (metinler) hakiki, tertemiz ve üslupça türlü türlü (şiirlerden) seçilir. Seçilmek suretiyle ezberlenmiş olan metinlerin maksada kafi gelen asgari miktarı İbn Ebu Rebia, Küseyyir, Zu Rumme, Cerir, Ebu Nüvas, Habib (Ebu Temmam), Buhturi, Radi ve Ebu Firas gibi büyük İslam edebiyatçılarından bir şairin şiiri olup azamisi Kitabu’l-egani’nin şiiridir. Zira bu kitapta hem İslam dönemindeki şairlerin şiirleri derlenmiş, hem de cahiliye dönemi şiirlerinden yapılan seçmeler toplanmıştır.

İmdi kimin ezberi (ve şiir sahasında mahfuzatı) yoksa, onun nazmı kusurlu ve fenadır. Mahfuzatın çok oluşundan ziyade şiire revnaklık ve halavet veren bir şey yoktur. Mahfuzatı az olanın veya hiç olmayanın şiiri olamaz. Öyle birinin söyledikleri düşük seviyedeki bir nazımdan başka bir şey değildir.

Ezber ile dolup tezgahta (şiir) dokumak için karihayi biledikten sonra (bir kimse) kendini nazma verirse, nazımla çok çok meşgul olması sayesinde onda (şiir ve nazım) melekesi sağlamlaşıp kökleşir.

Nice kere, bu mahfuzata ait zahir ve harfler biçimindeki resimlerin (zihinden) silinmesi için onların unutulması, şiirin şartlarındandır, denilmiştir. Çünkü (silinme­miş ınakış ve) resimler onların aynen kullanılmasına ınani olur. (Çünkü mezkur resimler ve izler şairin zihninde var olmaya devam ederse, şiir söyleyeceği vakit onları aynen kullanacağından kendiliğinden asli bir şey söyleyemez. Zira mahfuzat ve kalıntılar yeni şeyler düşünmeye mani olur.) Lakin nefs bu mahfuzatı (hazm edip) kendi keyfiyeti ve hali vaziyetine getirdikten sonra bunları unutursa (şiire has mahfuzattaki) üslup zihne nakşedilir. Adeta bir tezgah haline gelen üslup, bu tezgah üzerinde mahfuzatın emsali olan diğer kelimeleri zaruri olarak dokumaya koyulur. Şair mutlaka halvete (solitude), suların aktığı ve çiçeklerin (süslediği) hoş manzaralı bir yere muhtaçtır. Keza neşe kaynağı olan haz vasıtalarıyla karihayi (ve şairlik istidadını) uyarmak ve tahrik etmek suretiyle onu coşturmak için mesmu’a, (güzel nağmelere ve hoş sadaya) ihtiyaç vardır.

Bütün bunlara ilaveten şairin rahat (huzurlu, neşeli) ve zinde olması da şarttır. Çünkü bu hal onu daha fazla derli toplu ve karihasını daha faal vaziyete getirir. Bu suretle kariha ezberindeki örneklerin emsalini ortaya koyar.(56)

Demişlerdir ki, bahsedilen husus için en iyi zaman uykudan henüz kalkılmış olup midenin boş ve fikrin zinde olduğu sabahın erken saatları ve hamam (bir nüshada; keyf) havasıdır. Nice kerelerde de aşk ve sermest olmak da bunun saiklerindendir, demişlerdir, Bunu Kitabu’1-umde isimli eserinde İbn Reşik zikretmiştir. Bu kitap münhasıran bu sanata tahsis edilmiş olup ona gereği gibi hakkını vermiştir. Ne daha evvel ne de daha sonra bu konuda onun gibi bir eser yazılmamıştır.

Keza yine demişlerdir ki, şayet bütün bunlardan sonra şiir yazmak şaire zor gelirse bu işi başka bir zamana bırakmalı ve kendini bu işe zorlamamalıdır.

Şair ilk önce nazmın dökümünü ve dokumayı ele aldığında, beyti kafiye üzerine bina kılıp sonra da nihayetine kadar kelâmı bunun üzerine bina kılmalıdır. Çünkü başlangıçta beyti kafi ye üzerine bina kılmayı ihmal edecek olursa, artık sonradan kafiyeyi yerine yerleştirmek kendisine güç gelir. Ekseriya da yakışıksız ve hoşa gitmeyen bir kafiye ortaya çıkar. Hatırı, şaire bir beyit ilham eder ama bu beyit civarındaki mısralara münasip düşmezse, şair bu beyti onun için en uygun düşen bir yere tehir ve terk etmelidir. Çünkü her beyit bizatihi müstakildir. Geriye sadece münasebet kalmaktadır. Bu münasebeti de şair dilediğince seçebilir (ve hatırında tuttuğu beyti ilerde münasebet düşünce yerine yerleştirir).

Şair kasidesini bitirdikten sonra onu tekrar ele alıp yeni baştan düzenlemeli, süzgeçten geçirmeli ve iyi bir seviyeye ulaşmaması halinde emeğini esirgeyip manzumeyi olduğu gibi terk etmemelidir. Çünkü insan kendi şiirine meftundur. Zira fikrinin ürünü ve karihasının icadıdır. (Eserine aldanıp kusurlarını dikkattan kaçırabilir. Onun için yeniden gözden geçinnesi zaruri olur). Kelfun olarak şairin şiirde en fasih terkipleri ve dil zaruretlerinden arınmış bulunan (düzgün ifadeleri) kullanmalıdır. Bu çeşit kelâmı ise terk etmelidir. Zira bu gibi şeylerin kullanılması lisan melekesi bakımından bir kusur sayıldığından sözü belagat seviyesinin altına düşürür. O yüzden lisan üstatları (Araplaşmış kimselerin ihdas ettikleri kelimeler demek olan) müvelled ve (şiir ve vezin zarureti sebebiyle kelimenin irabını veya bünyesini tahrif etmek milnasına gelen) dil zamretlerini yasaklamışlardır. Çünkü şair için söz söyleme sahası o kadar geniştir ki, o (kazanmış olduğu) meleke sayesinde bu gibi şeyleri bir yana bı­rakıp en üstün bir ifade tarzını bulabilir.

Şair, içinde ta’kid (muğlaklık) bulunan terkiplerden de gücü yettiğince kaçınarak sadece lafzından evvel manaları akla geliveren terkiplere yönelmelidir. Keza şair bir çok manayı bir tek beyitte toplamaktan da uzak durmalıdır. Çünkü bu gibi ifadelerde de anlamayı zorlaştıran bir muğlaklık vardır. Şiirde, tercihe şayan olan manaya denk olan veya bol bol manaya kafi gelen lafızdır. Zira mâna çok olursa haşv olur. Bu durum zihni, mânalara dalma işiyle meşgul edeceğinden zevkin tam manasıyla belagatı kavramasına engel olur. Bir şiir lafızlarından evvel manaları zihne geliverirse ancak bu durumda kolay sayılır. Bundan dolayı üstatlarımız -Allah kendilerine rahmet etsin- doğu Endülüs’ün şairi Ebu Bekir (bir nüshada, Ebu Ishak) b. Haface’nin şiirini bir tek beyitte bir sürümana yığılmıştır diye ayıplar ve tenkit ederlerdi; tıpkı Mütenebbi ve Maarri’yi, şiirlerinin örgüsü, Arap üslupları üzerine örülmemiştir, diye ayıpladıkları gibi. Nitekim zikredilmişti. O yüzden bu iki şairin şiirleri, şiir seviyesinin altında kalan manzum söz sayılmıştır. Bunun böyle olduğuna hükmeden (lisanî ve edebî) zevktir.

Şairin, avamî ve bayağı lafızlardan da sakınması icab eder. Aynı şekilde kullanıla kullanıla mübtezel (alelade) hale gelen sokak lakırdılarından (argolardan) da daima uzak durulmalıdır. Çünkü bu şekilde tedavül eden ve kullanılan lafızlar kelamı belagat seviyesinin altına düşürür. Keza mübtezel manalardan da sakınır. Çünkü herkes tarafından bilinen bu nevi manalar da kelamın belagat seviyesinde olmasına engel teşkil eder. Zira bu vaziyet, kelamı mübtezel (hackneyed, bayağı) bir hale getirir. Onu bir şey ifade etmez (mânâsız) bir dereceye yaklaştırır. Mesela “ateş sıcaktır” ve “sema üzerimizdedir” cümleleri böyle (mübtezel, alelade cümleler)dir. Bir kelâm bir şey ifade etmez duruma yakın olduğu nisbette belagat mertebesinden uzak kalır. Çünkü anlamsızlık ve belagat (bir ifadedeki) iki uç noktadır. Bundan dolayıdır ki umumiyet itibariyle “nübüvvet” ve “ilahiyat” mevzularındaki (naat, münacaat, ilahi ve tevhid gibi) şiirler o kadar çok iyi değildir. Ve bu mevzuda ancak büyük şairler maharet gösterebilirler. O da (bu çeşit şiirlerin) az bir kısmında ve bir sürü müşkilatla. Çünkü bu çeşit şiirlerin manaları cumhur arasında tedavül etmekte (ve harcıâlem bir hale gelmekte), bu yüzden netice olarak mübtezel bir hale dönüşmektedir(57).

Bütün bunlardan sonra şayet bir şahıs için şiir söylemek mümkün değilse, bu şahıs (hiç yılmadan ve bıkmadan sürekli olarak) şiir konusunda temrinler ve tekrarlar yapmalıdır. Çünkü kariha (talent) meme gibidir. Sağıldıkça süt verir. Terk ve ihmal edilince de (azalır ve) kurur.

Hülasa bu sanat ve öğrenilmesi keyfiyeti İbn Reşik‘in Kitabu’l-umde‘sinde mükemmel bir şekilde anlatılmıştır. Biz bu sanattan gücümüz yettiği nisbette hatırımızda kalanları bahiskonusu ettik. Bu hususları tam olarak öğrenmek isteyenler bahiskonusu esere müracaat etmelidirler. Çünkü buna dair istedikleri her malumat orada vardır. (Bizim burada anlattıklarımız ondan) kafi miktarda bir nebzedir. Yardımcı olan Allah’tır.

Şu şiir sanatı hususunda dayeti gerekli şeylere dair bu meslekte olanlar bir takım manzumeler vücuda getirmişlerdir. Buna dair söylenenlerin en güzeli, İbn Reşik’e ait olduğunu zannettiğim (bu şiir aslında Naşi Abbas diye bilinen Ali b. Abdullah b. Vasıf’ındır aşağıdaki) manzumesidir:

Allah şiir sanatına lanet etsin, zira bu sahada
Ne de çok çeşit çeşit kara cahillerle karşılaşıyoruz.
Bunlar garib şiir nevini (ve muğlak tabirleri)
Dinleyiciye aşikar ve kolay gelene tercih etmektedirler.
Saçma şeyleri sahih bir mana olarak gönnedeler,
Berbat sözleri de değerli bir şey saymaktalar,
Doğru olan şiir nevini bilmemekıeler ve
Kara cahil olduklarından bunu bilmediklerini de bilmemekıeler
Bizim dışımızdakiler böylelerini kınamaktadıdar ama
Doğrusu biz onları (şair saymadığımızdan) mazur görmekteyiz.
Şiir ancak nazım ve ahenk itibariyle münasip düşen şey (ve ibare)dir,
Her ne kadar sıfatları itibariyle türlü türlü olsa da
Şiirin her cüzü diğerleriyle mütenasip olarak aynı şekilde ortaya çıkar.
Göğüs ve sırt kısımları (sadr-ı manzume ve metn-i manzume bir dilberin endamı
gibi) muntazam bir biçimde meydana gelir.
Şiirdeki her mana o tarzda vücuda gelir ki
Şayet o tarzda düşmeseydi öyle olması temenni edilirdi
Şiir beyan ve belagatın öyle bir mertebesinde olmalıdır ki
Kendisini (tıpkı bir gelin gibi) temaşa edenlere, güzelliği bizzat beyan edeyazmalı
Şiirin kelimeleri tıpkı yüzlere benzemeli
Manalar ise bu (güzel) yüzlere yerleştirilen (ahu) gözler mesabesinde olmalı
Şiir, arzulara göre meram makamında kaim olmalı (dileklerin dili olmalı)
inşad edenler onun güzelliğiyle süslenmeli, (veya tecelli etmeli)
Hür ve asil bir kişiyi şiirle meth ettiğinde
İtnab üslubuna yönelirsin
Manzumenin nesib kısmını kolay ve anlaşılır olarak vaz’ edersin
Medhiyeyi dosdoğnı ve apaçık nitelikte tutarsın
Kulağı rahatsız eden sözlerden titizlikle kaçarsın
Bu sözler lafzen mevzun olsalar bile
Şayet onu şiirle hicvedecek olursan
Bu husustaki şiirinde, hicivde kabasaha dil kullananların tuttukları yolları ayıpla
Hicivde (maksadı) tasrih etmeyi deva say
Tariz ve kinayeli sözleri ue gömülü bir hastalık addet
Şiirinde göz yaşı dökeceğin zaman
Günün birinde sabahın erken saatlarında ayrılan (dost)lara, ve hevdecler içinde
sefer yapan hanımlara
Üzerine bir hüzün çöker (o vakit) zaptetmelisin
Gözlerde ınasun kalmış olan göz yaşlarını
Şayet (bir dostuna) sitem edeceksen
Vaadi tehdidle ve yumuşaklığı serılikle karıştırrııalısın
Böylece sitem ettiğin şahsı bırakmış olursun
Endişe ile itminan ve izzetle zillet arasında
En sıhhatli şiir inci gibi dizilenidir ve
Ayan beyan olmak şartıyla
Bu şiir okunduğunda halk benzerini söyleme sevdasına düşer
Mislini söylemeye kasdettiklerinde (şiir vadisinde) muktedir olanları bile aciz bırakır.
(Zira sehl-i mümtenidir.)

Aynı konuda Naşi (Ebu Abbas Abdullah b. Muhammed, öl. 293/ 906) aşağıdaki manzumeyi söylemiştir:

Şiir o şeydir ki onun göğsünde olan inhiratları düzene sokarsın
Metninin esasını bir tertibe bağlarsın
Çatlaklarını itnabla tamir edersin
Kör olan gözünü icâz (mili) ile açarsın
(Şiirin zihne) yakın olanı ile uzak olanını birleştirirsin bir araya getirirsin
(Bir su gibi) biriken kısmı ile akan kısmını birleştirirsin
Asil ve kerem sahibi birini meth u sena edip
Hakkı olan teşekkür borcunu ödemek istediğin zaman
Ona sözün en nefisini ve metinini armağan ve
En önemlisini ve değerlisini tahsis edersin
Bu ınanzume parçalarındaki nizarn itibariyle akıcı olur.
Kısımlarındaki uyum cihetinden kolay bulunur
Şayet bir yer ve sakinleri için ağlayacaksan
Mahzuna göz yaşı döktüreceksin
Eğer bir töhmetten kinaye yoluyla bahsetmek istiyorsan
Sözün zahiri ile batmını birbirine muhalif hale getir
Bu sözü dinleyen bir şahıs sübı1t ile şüphe
Zan ile yakin arasında bocalasın dursun
Bir dostuna bir hatasından dolayı sitem ettiğin zaman
Ona olan hitapta şiddetle mülayemeti bir arada bulundur
Onu tatlılıkla ünsiyet eder,
Hüzün ve elemden kurtulup emniyete kavuşmuş bir halde bırak
Gönlünü kaptırdığın bir dilbere laf attığın zaman
Fettan gamzeleriyle seni vurduğundan ötürü
Onu hoş ve nükteli sözlerle kendine bendet
Sözlerdeki saklı rumuz ve gizli esrar onu tutuştur
Senden sadır olan bir hata için özür dilediğinde
Ne açık ne kapalı belki ikisi arası şüpheli bir ifade ile halini arzet
O vakit kabahatin, ınanzumene itibar eden kimsenin nezdinde dönüşecektir.
Ona serzeniş etme haline ve
Yemin ettirecektir (yaptığın şey hata değil, diye).

(bk. Bursa yazınası, vr., 226 b).

Dipnotlar:

55 Şiirin sadece Araplara mahsus olduğuna, öbür milletlerde bu fennin bulunmadığına inananlar vardır. Mademki her dilin kendine has bir takım belagat kaideleri vardır o halde şiirleri de bulunur diyen İbn Haldun bu fenni Araplara inhisar ettirmemekte, ancak Arap şiirinin üstünlüğünü kabul etmektedir. Arap ve Acem aruzlarının birbirinden farklı oluşu da bu iki lisanın farklı hususiyedere sahip olmalanndandır.

56 Görülüyor ki İbn Haldun, Nedim gibi bir şair için bir Lale devri tasarlamaktadır. Halbuki çileden,
dertten, ızdıraptan, sıkıntıdan ve bulırandan kaynaklanan bir şiir ve edebiyat da vardır. En güzel edebi
eserlerin önemli bir bölümü, gerek fert gerekse cemiyet olarak sıkıntıların çekildiği döneme aittir.
Zevk ve safaya meyyal olan İbn Haldun mersiye ve hiciv gibi şiir türlerini görmek istememiştir.

57 İbn Haldun’a göre rabhaniyat ve nübüvvih konusunda söylenen şiirler ve ilahiler müptezeldir, yani
aleladedir. Zira bunların manaları herkes tarafından bilinen ve harcıalem olan fikirlerdir. Bu konularda ancak birinci sınıf şairler, o da pek az konuda, ve çok fazla çaba harcayarak hazakat ve maharet gösterebilirler. İbn Haldun bu meseleye bundan bir sonraki bahiste tekrar dönecektir. Şimdilik biz burada şunu söyleyelim: Gerçekten de İslam aleminde Allah, peygamber ve dini konular üzerine söylenen şiirlerde umumiyetle herkesçe bilinen duygular ve düşünceler tekrarlanmış durmuştur. Bu yüzden bu vadideki mahsullerin ve eserlerin fazla edebi ehemmiyeti ve şiir değeri yoktur. Kıssalar, pendnameler, zühdiyat, menkıbenâmeler … hep böyledir. Bunlar zorlanarak yazılmış kuru ve ya van metinler olup sırf iman kuvvetiyle, kudsiyetlerine inanılarak okunmuş, kısa bir süre sonra unututup gitmiş­tir. Ancak aynı konularda Mevlana ve Yunus gibi büyük şairler, gerçekten de edebi ehemmiyeti ve şiir değeri yüksek olan bedii ürünler vermişlerdir. İran edebiyatında bunun pek çok örneği vardır. Demek ki bir konunun herkes tarafından bilinmesi, o konuda edebi ve bedii eserlerin verilemeyeceği manasma gelmez. Fuzull’nin Su kasidesi bunun en bariz örneğidir. Kaldı ki, bizzat İbn Haldun’un da bundan sonraki bölümde ifade edeceği gibi, şiirde aslolan miina değil, söyleyiş ve deyiştir. Bir şair herkesçe bilinen bir konuda herkesçe malum olan düşünceleri ve duygulan herkesi hayran bırakan bir söyleyiş ve deyiş güzelliği ve ifade mükemmelliğiyle dile getirip dehasını ortaya koyabilir ve bütün mesele de budur. Konunun malum, lafızların mütedavil ve fikirleri n mükerrer olması şiirde o kadar fazla önemli değildir. Yunus’ta hiçbir fikir ve konu yeni değildir. Yunus’ta bulunup da daha evvel defalarca tekrarlanmamış hiçbir şey yoktur. Mevlana için de durum aynıdır. Şu halde bunların büyük şair oluşları herkesçe bilinegelmekte olan şeyleri onlara inanarak, onları tadarak, duyarak, yeni baştan ama herkesten daha samimi bir şekilde yaşayarak herkesi hayrette bırakan bir deyiş ve söyleyiş güzelliğiyle bedii bir tarzda ifade etme kudretini ve kabiliyetini göstemiş olmalarıdır.

Aslında şiirin ve edebiyatın hiçbir konusu yeni değildir. Tabiat, insan aşk ve Allah her milletten olan
şairlerin ve ediplerin ortak konularıdır. Şair ve ediplerin yarıştıkları saha ilim ve fikir meydanı de-
ğil deyiş ve söyleyiş sahasıdır, duyma ve duyurabilme alanıdır. Bu bakımdan konu, kelime ve fikirlerin malum, mükerrer ve mütedavil olması tabiat, insan ve aşk üzerine söylenen şiirler için kusur
olmadığı gibi Allah ve din konusu üzerine söylenen şiirler için de kusur değildir. Yeter ki şiiri şiir
yapan unsurlar bulunsun. Ancak şu da bir gerçektir ki umumiyetle kelam, fıkıh, hadis ve tefsir gibi
zahir ilimler, şair ve edipleri bir takım dini kayıtların ve hükümlerin altına aldığından bu durum bu
sahada at oynatnıak isteyen şair ve ediplerin hareket serbestliklerini ve hür olarak düşünme ve duyma imkanlarını mecburi olarak kısıtlar, ifade haklarına dar sınırlamalar getirir. Günah ve mahzur
teşkil eden şeyleri düşünme ve ifade etme endişesi, edebi kabiliyetlerini rahat ve tam olarak ortaya
koymalarına engel olur. Bu yüzden İbn Haldun’un çok haklı olarak belirttiği gibi edebiyat diye ortaya
kuru ve yavan bir söz yığıııı çıkar ve bu hiç bir kimsenin de işine yaramaz. Ancak zahiri hükümlerden harici kayıtlardan ve kitabi tesirlerden azad olarak dilediği gibi mutlak bir serbesti içinde coşan ve taşan mutasavvıf şairler gerçekten şiirin en güzel örneklerini ortaya koyabilme gücünü göstermişlerdir. Yalnız sonraki tasavvuf şiiri de geniş ölçüde zahiri hükümterin ve kitabi bilgilerin tesir sahasına girdiğinden edebi değerini yitirerek fukaha şiiri gibi mübtezel bir hal almıştır.

İbn-i Haldun
Mukaddime / Dergah Yayınları
Çeviren: Süleyman Uludağibn-i-haldun-mukaddime-de-siir-sanati

 

Etiketler: ,