RSS

Etiket arşivi: Ivan Turgenyev

Ivan Turgenyev’den altı çizili satırlar

Ateşin pervaneyi çektiği gibi çekiyordu beni… Sevilmediğimi bilmek, hele bunu kendi kendime açıklamak pek acı geliyordu, yine de o yakıcı ateşin çevresinde dönmeye devam ediyordum.

.

Bir romantik olsaydım ‘yollarımızın ayrıldığını hissediyorum’ derdim ama değilim, o yüzden sana birbirimizden bıktığımızı söylüyorum.



Düşünen bir insan için ıssız yer diye bir şeyin olmadığı kanısındayım. En azından elimden geldiğince yosun tutmamaya, çağın gerisinde kalmamaya çabalıyorum.

.

Zaman bazen kuş gibi uçar bazen de solucan gibi sürünerek geçer; ama insan en çok zamanın ağır mı yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendini iyi hisseder.

.

Geçmişi hatırlamanın lüzumu yok. Geleceğe gelince; onun için de kafa patlamaya değmez.

.

Her şey bir yana, babam yaşam arzusuyla dolu bir insandı. Belki de çok fazla yaşayamayacağını hissedip anın tadını çıkarmaya çalışıyordu.

.

Kişilik, sayın bayım, en önemlisi budur işte: İnsanın kişiliği bir kaya gibi sağlam olmalıdır, çünkü her şey onun üzerine bina ediliyor.

.

Kimin sevdiğini, kimin sevmediğini çocuklar anlar.

.

Çev­remdeki bütün insanlara tahammül edemez oldum. Ancak yalnız başıma kaldığım zaman
ra­hatlıyordum.

.

Allah aşkına, kalbindeki her şey yüzünden okunurken yalan söylemenin yararı ne?

.

Ben planlarla beynimi patlatırken kader yapacağını yapmıştı bile!

.

– Ne olur?
– Hastalanırsınız; olacağı bu.
– Vah, vah!.. Belki de ölürüm?… Ah keşke!

.

Hadi bana bir şiir oku.

.

Eskiden gençlerin okuması gerekirdi; adları cahile çıksın istemezlerdi, ister istemez çalışırlardı. Oysa şimdi dünyadaki her şey saçmadır demeleri yeterli, bir anda başarıya ulaşıyorlar.

.

Hiçbir şey çok geç gelen bir mutluluktan daha kötü olamaz, daha çok acıtamaz. Sana vereceği bir tat kalmadığı gibi, seni en değerli hakkından, kaderine küfretme ve lanet okuma zevkinden de mahrum eder.

.

Bir şair psikolog olmalı ama gizli de olmalı: Olguların köklerini bilmeli ve hissetmeli, ama yalnızca olguların kendilerini çiçek açmış ya da solup giderken sunmalıdır.

.

Ayrılırken hissettiğim duyguyu tarif edemem. Bir daha asla tekrarlanmasını istemezdim ama hiç yaşamasaydım kendimi talihsiz sayardım.

.

Oğlum, kadınların sevgisinden kork! Bu mutluluktan, bu zehirden kork!

.

Yüzü gergin ve üzgündü. Düşünceleri yalnız eski anılarla uğraşan bir insanın yüzü böyle olamazdı.

.

Bazarov:
— Baban iyi bir adam ama, geri kafalı, dedi, ununu eleyip eleğini asmış.
Nikolay Petroviç kulak kabarttı. Arkadi hiç cevap vermedi.
‘Geri kafalı adam’ iki dakika kadar kımıldamadan durdu, sonra ağır ağır evine yollandı. Bazarov sözlerine devam etti:
— Dikkat ediyorum, üçüncü gündür Puşkin’i okuyor. Bunun hiçbir işe yaramadığını rica ederim kendisine anlat. Artık çocuk değil, bu saçmaları atmak zamanı geldi. Bu devirde romantik olmanın anlamı mı var?.. Ona faydalı bir şey ver de okusun!..

.

Daha birkaç dakika önce merdiven başından yiğitçe mendil sallayan Vasili İvanoviç de kendini bir sandalyeye bıraktı. Başı göğsüne düştü. Titrek bir sesle kendi kendine söylenmeye başladı. ‘Attı bizi, attı… Evet bizi attı… Burada bizim yanımızda sıkıldı…’ İhtiyar doktor, her seferinde sağ elinin şehadet parmağını kaldırarak birkaç sefer tekrarladı: ‘Şimdi şu parmak gibi yalnız kaldık!’
İşte o zaman Arina Vlasyevna kocasına yaklaştı. Kendi ağarmış başını, kocasının başına dayayarak.
— Ne yapalım Vasili’ciğim, dedi, oğul demek kopmuş bir parça demektir. O tıpkı bir şahine benzer. Canı istedi geldi, canı istedi gitti. Oysa ki biz ikimiz, sen ve ben, bir ağaç kovuğunda yetişen iki mantar gibiyiz… Yanyana oturuyor, yerimizden kımıldamıyoruz. Senin için ömrüm boyunca değişmemiş olarak yalnız ben kalırım. Nasıl ki sen de benim için öyle kalırsın!

.

– Eh, Anna Sergeyevna, doğruyu söyleyelim, benim işim bitik. Ben çarkların arasına sıkışmış bir adamım. Görülüyor ki, geleceği düşünmek yersizmiş. Ölüm eski bir şey ama, herkes için yenidir. Şimdiye kadar korkmadım… Daha sonra kendimi kaybedeceğim ve her şey tamam… (Zayıf bir hareketle elini salladı). Bilmem ki size ne söyleyeyim… Sizi sevdiğimi mi?.. Bunun önce de bir mânâsı yoktu, şimdi ise hepten yok… Aşk bir kalıptır. Benim kendi kalıbımsa, dağılıp gidiyor. İyisi mi size şunu söyleyeyim: Öylesine canlı, ve şimdi karşımda öylesine güzelsiniz ki…

.

Bu mezarın etrafında demir bir parmaklık vardır. İki ucuna, iki körpe çam dikilmiştir. Bu mezarda Yevgeni Bazarov gömülüdür. Yakınlardaki bir köyden, dermansız iki ihtiyar, bir karı ve bir koca sık sık bu mezarı ziyarete gelirler… Bu iki ihtiyar, birbirlerine dayanarak, ağırlaşmış adımlarla yürürler. Demir parmaklığa yaklaşarak, yere kapanır, sonra diz çökerler… Uzun uzun, acı acı ağlarlar. Altında oğullarının yatmakta olduğu dilsiz taşa, uzun uzun, dikkatle bakarlar. Birbirlerine kısa birkaç söz söylerler, taşın üstündeki tozları silerler. Çamların dallarını düzeltir, yeniden dua ederler… Kendilerini oğullarına, onun anılarına daha yakın duydukları bu yerden bir türlü ayrılamazlar.

.

Çocuklar bunun için var – ebeveynleri sıkılmasın diye.

.

“Sizinle konuşmak hoş bir şey… Tıpkı bir uçurumun kenarında dolaşmak gibi bir şey. İnsan evvela korkuyor; fakat sonra cesaretleniyor.”

.

Şiir tanrıların dilidir. Şiirleri kendim severim. Ama şiir sadece şiirde değildir; her yere dağılmıştır, etrafımızdadır. Şu ağaçlara bak, o gökyüzü her tarafta güzellik ve yaşam nefesi var ve yaşam ve güzelliğin olduğu yerde şiir de var.

.

Bir insan her şeyden vazgeçebilir.

.

Her insan pamuk ipliğine bağlı; her an altından bir uçurum açılabilir.

.

İhtiyaç her şeyi öğretir, birçok şeylerden de vazgeçirir.

.

Bencil insan, tek başına kalmış meyvesiz bir ağaç gibi kurur gider.

.

Sövüp saymak için bile olsa, insanın başkalarına ihtiyacı vardır.

.

Hiçbir şey çok geç gelen bir mutluluk kadar kötü ve incitici olamaz!

.

Bazı yaralar vardır ki, kapanmış olsalar bile dokununca sızlarlar.

.

İlk aşk, devrimden farksızdır; hiç değişiklik olmadan sürüp giden hayat bir anda darmadağın oluverir.

.

İnsanın başına nasıl bir felaket gelirse gelsin o, ya aynı gün ya da en çok ertesi gün karnını tıka basa doyuracaktır.

.

İradesi zayıf insanlar bir şeye kendiliklerinden son veremezler, bunun onun dışında oluşmasını beklerler.

.

Ölüm, ağıyla balığı yakalayan ve onu bir an için suya bırakan balıkçıya benzer. Balık yüzmektedir ama, ağa düşmüştür bir kere; balıkçı dilediği zaman çeker onu.

.

Biz anlayamıyoruz birbirimizi; ya da en azından, ben sizi anlamak şerefine eremedim.

.

Asıl önemlisi, insanın kişiliği kaya gibi sağlam olmalıdır çünkü her şey onun üzerine inşa edilir.


.

Geçmişin sisli dalgalarından sıyrılarak gözünün önünde canlanan ve kendisinin adım attığı o büyülü dünya şöyle bir sallanıp kaybolmuştu.

.

Ah gençlik! Gençlik! Pervasızca, umursamadan gidiyorsun kendi yolunda – dünyanın bütün hazineleri seninmiş gibi; keder bile seni umutlandırıyor, acı bile alnına çok güzel oturuyor. Özgüvenli ve küstahsın ve ‘sadece ben canlıyım, bakın!’ diyorsun. Kendi günlerin hızla uçup, hiçbir iz bırakmadan yok olur ve içindeki her şey güneşin altında eriyip giderken bile mum gibi… kar gibi… ve belki de senin sihrinin bütün sırrı istediğin her şeyi yapabilme gücünde değil, yapamayacağın hiçbir şey olmadığını düşünme gücünde saklı.

.

Şimdi hem ihtiyar, hem de hastayım, ve her şeyden fazla, günden güne yaklaşmakta olan ölümü düşünüyorum. Geçmişi arada bir düşünüyorum, ruh gözümle gerilere baktığım pek seyrek oluyor. Ancak bazen kışın, alev alev yanan ocağın karşısında, kımıldanmaksızın otururken, sonra, yazın, iki yanı ağaçlı, gölgeli yolda, sakin adımlarla gezinirken geçmiş yılları, olayları, kişileri hatırlarım.

.

Daha birkaç dakika evvel eşikte durup yiğitçe mendil sallayan Vasiliy İvanoviç bir sandalyeye çöktü ve başını göğsüne eğdi. “Bizi bırakıp gitti, gitti,” diye kekelemeye başladı, “bizi bırakıp gitti; bizim yanımızda sıkıldı. Şimdi bir parmak kadar yalnızım, yalnız!” diye birkaç kez tekrarladı ve her defasında da işaretparmağını ayırarak elini ileri uzatıyordu. O zaman Arina Vlasyevna ona yaklaştı ve ağarmış başını, onun ağarmış başına dayayıp “Ne yapalım Vasya! Evlat, kesilmiş bir dilimdir. O kartal gibidir: Uçup geldi, gitmek istedi, uçup gitti; seninle ben ise bir ağaç kovuğundaki mantarlar gibiyiz, yan yana oturuyoruz ve yerimizden kımıldayamıyoruz. Senin için sadece ben hiç değişmeden kalacağım, sen de benim için öyle kalacaksın,” dedi.
Vasiliy İvanoviç ellerini yüzünden çekti ve karısına, hayat arkadaşına öyle sıkı sarıldı ki, gençliğinde bile ona böyle sarılmazdı: Derdini bir o avuturdu onun.



“İhtiyar,” diye konuşmaya başladı Bazarov kısık ve ağır bir sesle, “benim işim kötü. Mikrop kapmışım ve sen birkaç gün sonra beni gömeceksin.”
Vasiliy İvanoviç sendeledi, sanki biri bacaklarına bir darbe indirmişti.
“Yevgeniy!” diye mırıldandı. “Ne diyorsun sen!.. Tanrı seni korusun! Sen üşüttün…”



Geçmiş olsun! Ama mesele bu değil. Bu kadar çabuk öleceğimi beklemiyordum; bu, doğrusunu söylemek gerekirse çok kötü bir rastlantı. Annemle ikiniz dini bütünlüğünüzden faydalanmalısınız; işte size bunu sınamak için bir fırsat.”



“Siz, benim durumumdaki insanların öbür dünyayı boylamadıklarını gördünüz mü?” diye sordu Bazarov ve aniden divanın yanında duran ağır masanın ayağını yakalayıp sarstı ve yerinden oynattı. “Kuvvetse kuvvet,” dedi, “kuvvetim hâlâ yerinde ama öleceğim!.. Yaşlı biri hiç değilse hayata olan alışkanlığını kaybetmiştir, ya ben… Hadi gel de ölümü inkâr etmeye çalış. O seni inkâr eder ve tamam! Kim ağlıyor orada?” diye ekledi biraz bekleyerek. “Annem mi? Zavallıcık! O harika pancar çorbasını şimdi kime yedirecek? Ah sen, Vasiliy İvanoviç, sen de ağlıyorsun galiba? Ne yapalım, eğer Hıristiyanlık yardım etmiyorsa filozof ol, stoacı ol! Zaten filozof olmakla övünmez miydin?”



“Beni unutacaksınız,” diye Bazarov tekrar konuşmaya başladı, “ölüler dirilerin arkadaşı olamaz. Babam size, işte bakın Rusya nasıl birini kaybediyor falan diyecek… Saçma sapan şeyler; ihtiyarın inancını sarsmayın. Çocuklar gibi neyle avunursa avunsun… bilirsiniz ya. Anneme de şefkatli davranın…”

Ivan Turgenyev

 

Etiketler:

Bıldırcın

Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on yaşında kadar vardım.

Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya’nın güneyinde bir çiftlikte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere kadar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda ne bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatakları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yataklarının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görünüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önündeki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izleri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı.

Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadığı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boynuna asar, ihtiyar köpeği Trezor’u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar avcılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflarda bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela güzün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, hele keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının derisi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı.
Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine girerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor’un dişleri arasında kanlar içinde çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma basmadan önce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vereceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti.

Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onlara gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine taşıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yüksekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların arasına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzakta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi.
Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söylerdi. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldığını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor’a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor’a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: “Arrier!.. Arrier!..” Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğrudan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayaklan arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor’un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı… Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım… Hem öyle gücüme gitti ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu bulurdu…

İşte bir gün, tam Petrov günü arefesinde babamla ava gitmiştik. O zaman genç keklikler henüz küçük olduğu için babam onları vurmak istemiyordu. Küçük meşe kümelerine doğru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar bulunurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yonca, çıngırak çiçekleri, mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla gittiğim zaman kucak dolusu çiçek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım.
Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, “Pil!..” diye bağırdı, Trezor’un tam burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu. Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor var kuvvetiyle onun arkasından… Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle yapmazdı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden korkarak ateş etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!.. Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı gelmek üzere avucu-na koydu. Yaklaştım, “Ne o” dedim, “yaralı mıydı?” Babam, “Hayır!” diye cevap verdi. “Yaralı değildi; ama herhalde buralarda, yakın bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini sanması için böyle yaptı.” “ peki ama, niçinböyle yapıyor?” diye sordum. “Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel uçacaktı, Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapma- cık yaptı, Trezor da onu yakaladı.” Ben yine, “Demek ki yaralı değildi?” diye sordum. “Hayır… ama yaşamaz… Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır.”

Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki bana bakıyor ve düşünüyordu: “Niçin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!.. Haksızlık bu!.. Haksızlık!..”
“Babacığım,” dedim, “belki de ölmez.” Sonra bıldırcının kafacığını okşamak istedim. Ama babam, “Hayır!.. İşte bak, şimdi onun ayacıkları gerilecek, bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır.” Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın gözleri kapanır kapanmaz ağlamaya başladım. Babam, “Niye ağlıyorsun?” diye sordu ve güldü. “Ona acıyorum” dedim. “O, görevini yapıyordu, oysa onu öldürdü. Bu haksızlık!..” Babam, “Kurnazlık etmeye kalkıştı” diye cevap verdi. “Ama Trezor, ondan daha kurnaz çıktı.” “Zalim Trezor!..”-diye düşündüm… Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi. Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse, Trezor da onu yakalamamalıydı!..

Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama ben onu babamdan istedim, itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama kuşcağız kımıldamadı. Babam, “Boş, azizim,” dedi, “onu diriltemezsin. Bak, başcağızı nasıl sallanıyor.” Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama ben elimi çeker çekmez yine düştü, Babam, “ona hâlâ acıyor musun?” diye sordu. Ben de ona, “Ya küçükleri kim besleyecek?” diye sordum. Babam dikkatle yüzüme baktı, “Üzülme,” dedi, “erkek bıldırcın, babalan onları besler. Dur bakayım…” diye ilave etti. “Galiba Trezor yine ferma yapıyor… Burada yuva olmasın? Evet, işte yuva…”

Gerçekten de, otların arasında, Trezor’un burnundan iki adım ötede birbirine sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş, boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes alıp veriyorlardı… Artık tüylenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy yoktu;| yalnız incecik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, “Baba!.. Baba!..” diye bağırdım. “Trezor’u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da öldürür!..”
Babam, Trezor’u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım, kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkararak bıldırcını üstüne yatırdım. “Bakın,” demek istiyordum, “yetim yavrucaklar, işte anneniz!.. Sizin uğrunuza kendini feda etti!..” Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, “Bu bıldırcını bana hediye edebilir misin?” diye sordum. “Buyur. Ama onu ne yapmak istiyorsun?” “Gömmek istiyorum!..” “Gömmek mi!..” “Evet… Yuvasının yanına gömmek istiyorum. Çakını bana ver; ona bir mezar kazacağım.” Babam şaştı, “Çocukları mezarını ziyaret etsin diye mi?” “Hayır,” dedim, “öyle istiyorum. Burada yuvasının yanında yatmak hoşuna gider!..” Babam bir şey söylemeden çakısını çıkarıp verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öptüm, çukura koydum ve üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı çakı ile iki dal kestim, kabuklarını soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla oradan uzaklaştık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum… İstavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu.
Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine konmuş, ama kendisi de tıpkı istavroz gibi bembeyaz. Başında altından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları uğruna fedakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!…
Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sararmakla beraber, hâlâ yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da buldum. Ama yuva boştu, yavrular sırra kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, “Hayır!.. Babam iyi kalpli!..” diye düşündüm.
Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duyduğum tutku kayboldu, artık babamın bana tüfek hediye edeceği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce ben de atış yapmaya başladım. Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha oldu. Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvalan bulduk. Ana keklik fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gidecek oldum; ama arkadaşım, “Burada oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur… Şimdi hepsi buraya gelir.” dedi. Arkadaşım yavru keklikler gibi ötmesini pekiyi beceriyordu. Oturduk, arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi, sonra başkası, baktık, sonra ana keklik ötmeye başladı, hem de öyle şefkatle ve yakın bir yerde ötüyordu ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine karışmış otların arasından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendime öyle bir zalim göründüm ki… Ayağa kalktım ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu, yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, “Deli!..” dedi… “Bütün avı berbat ettin…”

Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye başladı.

Ivan Turgenyev

 
Yorum yapın

Yazan: 11 Kasım 2012 in Hikaye, Şiirdir Baba

 

Etiketler: