RSS

Etiket arşivi: Sezai Karakoç

Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri

İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden
Şehrin çocuklara mahsus kaydıraklardan olduğu
Fi tarihinde kutsal sözleri kale almadıkları için
Harap bırakılmışlar tabiatüstü güçlerle

Bir kere elime aldım mı çocukluğumu
Üstüne kerametler yazılı derilerde
Geleceği bildiren derilerde
Başlar yeni bir mantığın bağbozumu

Paganini bakışıyla ölümü inkar eden
Anneleri şaşırtan çocukları büyüleyen
Sevimli kahinlikleriyle fakirleri sevindiren
Ve siz ey çingene kadınları

O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma
Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk
Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark
Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri

Sezai Karakoçkiraz-siiri

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Haziran 2017 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Endülüs’e Ağıt (Feryadnâme)

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu
Niçin bunca gurur maldan, mülkten, adtan sandan insanoğlu.

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.
Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu

Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür:
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar iIeri doğru işlemez oldu mu.

Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların.
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.

Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?
De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?

Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sâsaniler’in ebedî sanılan devleti ne oldu?

Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?

Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu

O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.

Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisra’yı. Kisra’yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.

Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın;
Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu

Zamanın fâciaları çeşit çeşit türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.

Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir
Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.

Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi.
Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan dağları yerinden oynadı,
Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.

Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.

Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hali nicedir?
Şâtibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba’ya ne oldu?

Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri.
Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?

Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar
Bu güzelim vatan köşeleri kül haline geldikten sonra yaşamak boşun boşu,
İnsan yaşamaya ne borçlu?

Yüce İslam, yârinden ayrılmış bir genç gibi.
Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.
İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan
Endülüs için, ulu İslam, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu

Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı
Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu…

Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek, ne demek uyku!

Ey göğsünü gererek “benim ülkem, saltanatım” diyen, kurumundan geçilmiyenler!
Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu?

Endülüsün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!

Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu
Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!

Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!

Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?

Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden
İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?

Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!

Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?

Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yarabbi ne kaderdir bu!

Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?

Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.

Sen de şahit olsaydın benim gibi onların
Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.

O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.
Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu.

Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki.
Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu

İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler.
Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın:
Eğer o yüreklerde İslâmdan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!

Ebu’l-Bekâ Sâlih b. Şerîf
Tercüme: Sezai Karakoçenduluse-agit

 
 

Etiketler: ,

Savaş Alanında

Bir insan ha aslan pençesinde paramparça olmuş
Ha olmuş şiirimin nişanı
Aynı kaderdir onu bekleyen
Annesi yakında ağlayacak ona
Öldürmeden önce başına dikildiğim anda
İyi bilir ölümün satın almak için bir karşılık ödemediğimi
Ve en ufak bir kaygım olmayacağını
Karşılık olarak tasarlanan cezadan

Korkunç kuzey rüzgârı üstünde koptuğunda
Ve köpükten kamçısıyla kıyıyı dövmek için
Dağ gibi dalgalarını topladığı an
Benden şiddetli olamaz deniz bile

Düşmanımın üzerine atıldığım zaman
Gazaptan bambaşka bir insan olduğum zaman
Dolu yüklü olarak ansızın çıkıp gelen
Bir bulut çabukluğu ve hızıyla

Kureyşe gelince peşlerini bırakmayacağım
İçinde bulundukları sonsuz kayıp halinden
Lât ve Uzza putlarına tapmadan dönünceye
Ebedi ve Tek Allah önünde secdeye kapanıncaya kadar

Hz. Hasan Bin Sabit

Çeviri: Sezai Karakoçatsiz

 
 

Etiketler: ,

Büyükanne

Üç yıl olmuş nerdeyse öleli büyükannem
Ne iyi kadındı. Gömülürken
Akraba, eş, dost, tanıdık, tanımadık
Ağlamış sızlamıştı ta yürekten

Yalnız ben dolaşıp durmuştum evde
Üzgün olacak yerde şaşkın. Ayıplamıştı biri beni
Tabutunun başında sessiz
Kupkuru gözlerle böyle bakılır mıydı?

Şamatalı yas, çabuk geçip gitti
Üç yıl boyunca tatlı-acı olaylar,
Başka heyecanlar, sarsıntılar, yıkışlar
Silip götürdü herkesin gönlünden o günün acısını.

Yalnız benim gözümde canlanır o an ve ağlarım sık sık
Üç yol boyunca artarak ve günden güne.
Bir ağacın gövdesine yazılmış bir ad gibi
Ruhuma işleyerek ilerler boyuna hatırası.

Gerard de Nerval
Çeviren: Sezai Karakoçbuyukannenin-olumu

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Aralık 2016 in Çeviri Şiirler, Şiir

 

Etiketler: ,

Köpük

Portakal büyüsüdür yalayan seni beni
Kentte başlarken gece horozun terk ettiği
Bir kadını havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki
Kırmızı bir karpuzun ortasından kesilen o köpekler ki
Deniz mi dedin ne denizi
Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim
Ben ırmakçıyım denizci değilim
Kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi
Bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi
Bir kere kente girdin
Bir kadını al onu yont yont anne olsun
Her kadın acıma anıtı bir anne olsun
Çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne
Sen bu şehrin sokaklarından geç sonsuz pencerelerle
Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun
Ve sonra yıpratılan ne
Mavi bir alıkonan

Bu köpekler neyi havlıyor hangi kadını
Bu horozlar neyi ürperiyor çocukları mı
Sabah ki marul ortası kırılan bir gemi direkte
Vakit çiçek bozuğu bir akşam terkisi
Bana ayrılan hangi Arap atının terkisi
Hangi çadır düşüncesi ve çöl
Bir mermerin rüzgârdaki savruluşu çöl
Kadın giyeceklerinin kıvranışı kızılda
Bir kırmızı biber salgını develer
Yeter suyun anıtlaşması çelik çelik biatı

Bir kere kente girdin
Felçli kadın karyolaya bağlı Haliç
Engenlik gençkızlık işletmesi karyola ki
Bekâr bir ölümün fener alayı şöleni
Azrailin boyuna bülûğa erdiği gerdeği girdiği
Eleni Eleni karyolada düşünen kadın
Yalnız ve som karyolada düşünen kadın
Her erkeği papaz sanıp günah günah olarak çıkartan
Her gece güneşi ısıran
Köpekler neyi havlıyor hangi gülü
Horozlar neyi ürperiyor savaşı mı
Bir yumurta ortasında gece yarısı
Sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin
Ölüm ki tabiatüstü hayatların
En yeni buluşu intihardır

Pipon yanıyorsa seni ölüm çeker
Gül yetiştirmiyorsan seni ölüm
Samanyolu jet iziyse seni ölüm
Rüya bir lâğımın anıları olur
Onarılmış bir soda gün doğar kırmızı
Ölüm bana günde iki kere göz kaş eder
Gün doğarken ve gün batarken bir fil hortumunu dolar bitkilere
Sonra bir karpuz ikiye bölünür bir hasta evinde
Yenilmemek üzre için ile birlikte
İşte bunun gibi sizi aziz eden yaşlanmak
Yaşlı bir hastada tortusu olur ölmenin
Ve siz ey bir karpuzu ikiye bölmenin
Ustalığına ermiş kutsal kişiler akşam sularında
Karpuzun eskittiği gözlerim
– Kim karpuzu onarır kim kaynak atar ona –
Konuşan sessiz bir tarihi yükselten karpuzun
Kırk derece
Ölümün tantanayla gelip otağını kurduğu-
-Başarırsa gelen askeri
Başaramazsa başka yere gönderir çeriyi
Kim bitirir bu sonsuz çeriyi bu her gün yeni çeriyi
Hep planlar kurar
Aklı fikri insandadır
En yeni buluşu intihardır –
Ölüm bir ay çekimi zamanı dönemi denizidir
Kalkar kalkar seni çeker
Gül kokusunu alıyorsan seni ölüm çeker
Ölümün terkisi birden genişler
Yollarda sincap kalıntıları görürsün
Kedilerin köpeklerin aç kaldığını düşün
Koyunların develerin sıraya girdiğini kesilmek için
İntihar dedikleri patronu da sınadık
Ağzını aradık iş yok onda
Kullanışsız ve antik bir şapka
Meksikalıların şapkasına benzer
Ölümden bir demet derlenen ölümlerle
Derlenen insan ölümleriyle kervankıran yıldızına bakmak

Çıkmak Samanyolu’na
Doğu ne batı ne
Suvare ve matine
Duvarda bir resim akıyor gençliğe
Çiçeklere çiçeklerdeki mirasa
Sarı Saltık Ahi Evren çalımlı bir kiraza
Çılgın öğlende
Nerden nereye ey köprü ey iskele
Yabancılar yalancılar hırsızlar
İki yatık iki dik karşılıklı iki tahta
Arasında bir insan
Tophane ölülerine ait tabutlar da figüran
Sonra ilâhilerin paraya çevrildiği an
Sonra küçük kızlar su satan

Gelin gelinlerin gecesini taşıyalım yatağımıza
Ki ölüm insanları kıra kıra varmadan yatağımıza
Bu yatak şimdilik kutlu yataktır
Ölüm ki aç bir köpektir arar bizi
Bir köpek havlayan en çok şafak aydınlığında

Akşam kente bir Meryem gibi girer
Bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi
Her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir
Kurban kesilirkenki karanlık
İbrahim’in bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
keskin ışık
İsmail ismail bir çocuk başından serçe geçen
Mavi bir gül nöbeti sertçe geçen
Omzundan arşlar dökülen

Artık dünyanın yarısı ay yarısı güneş
Karşılıksız borçlanan ve çiçek ödeyen güneş
Ufuklara çiçek ödeyen güneş
Artık herşey öbürüne ışık tutmakla ödevli
Otomobilin ışığı yol için söz gelimi
Birinci Dünya Harbi
İkinci Dünya Harbi
Artık her şey öbürüne ışık tutmakla görevli
Işık tutmakla var ışık tutmakla ayakta
Herkes kendini kurtarabilir ancak bu karanlıkta
Öbürüne ışık tutar sade
Öbürüyse ışık tutar sade
Birer birer yakılır bütün sağlık çarşafları
Yaşlılıksa taşınacak pusat değil
Her köşe köşebaşları deniz dibi dişli köpeklere yurt
Köpekler bu dişlere sahip değil bu dişler o köpeklere sahip yani
Diş geriye geriye doğru uzamış uzamış incelmiş yumuşamış tüylenmiş de bir köpek olmuş sanki
Yoksa kıyımda mı avlıyorsun sen ey şeytan
Geçtim akrep kokan duvar diplerinden
İncir düşmüş loş yollardan
Bir haber gibiyim Musa’dan

Sabahlan moditen akşamları equanil
Geliyor boyuna geliyor yalnızlığın gülmeleri
Denize kentler çizen kent iten kentler çekenardına kentler bağlı
Kent tüküren kent soluyan bir gemi
Züiküfül Dağı’nın bahçeleri
Yalnız orda açar özel bir peygamber çiçeği
Ağız yakan özel bir peygamber çiçeği
Sultan Şehmus ve Veysel Karani
İncir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken
Ve sen ey sıcak doğu gecelerinin bitmeyen göz ağrısı
Çocuklara mahsus çocuklara ait çocuklara dair göz ağrısı
Kırmızı mürekkebi andıran gözotu
Yalancı fakat acının yemişi kanlı göz bezleri
Türbe önlerinde sahicisinden daha gerçek
Daha fizikötesi sara taklitleri
Ve ağızlarda mecusi meşaleleri
Tembelliğin kehribarı Bitlis Saroyan
Ağızları yakan sigara ilk çağ kokan kav
Birinci Dünya Harbi namazı
Babamın namazı
İkinci Dünya Harbi namazı
Ölümsüzlük gençlik aşısı o ikindiler
Evi sokağı çarşıyı onaran yasin
Paslanan güneşi sığayan sûre
Atalara doğru yürüyen sûre
Eve ve ellere can veren sûre
Geceye zikzaklar çizdiren sûre
Güneşi batıran doğuran sûre
Hamile meryem’i doğurtan sûre
Evin taşlığına çiçekler serperek
Yağmuru çatıda döndüren sûre
Huzuru geceye ekleyen sûre
Gece gündüz bir bekçi gibi
Ebedî bir gözcü nöbetçi gibi
Evin yüreğinde bekleyen sûre

Vahşi bir kiraz yedik eski bir eskimo okulunda
Ve yeşil bir dondurma mezarlıkta
-Bir fosfor dondurması koyarak gel
Bir çocuk şapkasının içine –
Ve gül Nemrud’un yaktığı ateşte açan
Koncalanan açılan gelişen İbrahim’in elinde
Tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara
Urfa’da yıldızların yıldızdan ayın aydan
Günün günden fazla bir şey olduğu orada
Uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza
Kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta
İçilemeyen bir su bardakta
Aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarla

Her şey bir kere daha yanlış gibi

Şeker şeker diye soluyan şaha kalkmış
Bir tutamlık barutu kuşlara attık gibi
Bir kış gibi geçti eşeklerin aydedesi
Fıstıklarsa
-O gün kasabada bir yaz
Bağbozumu tadında
Sarhoşluğun yankısından
Şıra yosunundan çeşme ışığından
İğde sesinden bir kalabalık
Sızarak cami aralığından

Ayvalarsa
– O gün kasabada bir çarşı
Bir bayrak gibi açmıştı yası
Yas bir meşale yüzlerde
Güneşten yanmış bir harman

-O gün kasabada
Antik her şey baş kaldırmıştı
Her şey Asur’du
Rap rap rap
Duvarda bir satrap
Tavanda bir akrep
Rap rap rap
Güneşti önleyen çağın siyahını
Kafka’yı kemiren
Camus’yü tedirgin eden
Sartre’a zaman zaman yılgı veren
Heidegger’i düşündüren
Kierkegaard’ı bunaltıp
Heidegger’i düşündüren
Schopenhauer’deki öfke
Nietzsche’deki savaşçılık
Faulkner’i sarhoş eden
Van Gogh’u Van Gogh eden
Chagall’ı Chagall eden

Kirazlarsa
-O gün kasabada
Kuşluğun kuş’luk olduğu
Kuş-luğun çılgın ağaçların
Başına bir yurt olduğu
Kalp krizi
İnsanların derlenip
Bir araya gelip bir bütün
Bir tek insan olduğu
Dağ yolunu tuttukları
Durup durup Zülküfül’ün
Bahçelerini andıkları
Doruğunu andıkları
Herkesin birbirine
Güneşten bir demet
Bir kaç tüy
Bir güldeste
Bir firkete
Bir avuç çıplaklık
Ve portakal büyüsü
Ve özgürlük sundukları
Dağıttıkları
Payından pay
Ekmeğinden ekmek bağladıkları
Yas mı sevinç mi
Ölülük mü dirilik mi
Din mi barış mı
Savaş mı sevgi mi

– O gün
Başkasının düğününe giden
Kendi düğününe giden kızlar
Karacadağ pirinci ayıklamayan
Her çocuğa birden anne olmayan
Kızlar dönüp dönüp başlarını
Saklanıyorlardı

-O gün
Düğün düğün böceği ve düğün çorbası
Eşeklerin aydedesi ayın öcü alındı mı

-Depremden artakalmışlardı biz de
bir halkevi yapamamıştık da ondan
oraya gitmiştik siyah incir ağaçlarına
çıkardık ilk defa tadardık O hep Erzincan’ı
anlatırdı öğle olmadan öğle namazını kılan
öğle olduktan sonra öğle namazını yeniden kılan
büyük annesini bense oruç tutardım menengiç kah-
vesi içerdim akşamlan yolumu hep bir çocuk
beklerdi döğüşmek için
Ama ben onu dövmezdim o da beni dövemezdi
Sonra Afrika olan Ömer – çünkü biz Onu
Afrika yapmıştık oyunda -O Ömer tek başına bizi yenerdi
Yani kardeşi Avusturalya Ali’yi, kardeşim
Avrupa Ali’yi ve Asya beni
“Gider içerde güçlenir güçlenir gelirdik”
Ama Afrika Ömer O hep kış yaz tarlalanan
Dağlarda koyunlara çiçeklere ateş yakan
Böcek ezdiren bütün düğün böceklerini ezdiren
Ve hep düğün çorbası içen O Afrika Ömer
Hepimizi tek başına yenerdi
Barbar kıvırcık saçlarına
Narlar nardan taçlar takardı
Koparır koparır narları yerdik
Çubuklarımızı vişneyle tazelerdik
Yalnız nar ateşini ve vişne alevini severdik –
-Düğün düğün kızların koşup katıldığı
Düğün düğün son kızlardan bir kokteyl

-O gün kasabada bir düğün
Ölümün düğünü
Herkesin düğünü
Çocukların kağıttan
Çerden çöpten ve taştan
Kaldırım taşlarından düğünü
Deniz kabuklarından
Bir uygarlık taşıyan çemberleri
İçi boydan boya ta temele görünen evleri
Çatısız yapıları
Bir düğünü ateşleyen
Ona buna bulaştıran gözleri
Çocuklar geceye çan
Geceye karşı itfaiye erleri

-O gün kasabada
O gün kasaba
O gün kasap

Ben ölmedim yalnız kaldıysa da ayaklarım
Eridiyse de başım inceldiyse de üst yanım
Bir porsuk karnını geceyi deşip buraya çıktım
Daha dün kirecin rüyası bu kente indim
Gün doğmadan kiralık ev aradımŞehzadebaşı’nda
Geceye bir kartal gibi çarparaktan
İsa bu gelip konmuş elime Ayasofya’dan
Kirli sarı çıkıp bir giysiden
Vakte bakan zeytin yaprağı serabından
Şarabın arabından
Bir zenci sancısından
Bir düşün dişinden
Karlar eridikte yönelirdik kadınlarla
Kuzeye batıya dağa doğru
Yüzümüzü biçerdi yıllanmış soğuk
Su kıyısına dizilirdik yandan önden arkadan ışık
Kâbe yüzüklerindeki ışık
Çamaşır yıkardı kadınlar kızlar
Biz çocuklar suda kışın giden
Büyüklerden bize bulaşmış ölüm tüveyçlerini
Yıkardık ısınırdık
Kızlara vuran ışık yalnız o ışık artardı
Annelerde derinleşen kış çizgileri
Biz çocuklar buğulu

Çul ve su
Dağ suları dereler koyun çiçekleri
Yalnız erkekler çarşıda ve yosun tutmuş hastalar yataklara bağlı
Bir bahar boyu yıkar kasarlardı kadınlar kızlar çamaşırları
Çık arı sudan ey el değmemiş boya
Kasabaya inmemiş yani ölmemiş boya
Ey bâkire su kasar yapan Meryemlerinle
Işığa bakan ışıklı kızların gölgesini
Suya iten biz çocuk isalarınla
Seni andım ve ölmedim
O kadınlar çömelmiş olarak
O kızlar eğilmiş olarak
O çocuklar ayakta
Hepsi aynı yöne bakarken
Hepsi doğuda olan bir yağmur savaşma dönükken
Yalnız o ebedî kasarlar anımda
Şimşeklerin dere kıyısına iliştirdiği o kızlar
Suyun ayaklarından okşadığı o çocuklar
Her çamaşır atışında tek bir kelime
Söyleyen kıyı ağaçlarına o kadınlar
Yataklarında küflenen hastalar
Eriyen karlar içinde pazarlık yapan
O çarşı yemişi erkekler
Yalnız bu değişmeyen haki tablo aklımda

İsa bu saçaktan saçağa atlarken
Eteklerinden bahçelere kan dökülen
Saçından sakalından geceye bir çiğ düşen
İsa’dır bu benim yanımda oturmuş bir taşa
İki bin yıllık bir hece taşma
Taş nerde bitiyor nerde başlıyor isa
Sürekli bir alışveriş var aralarında

(1964)
Sezai Karakoçkopuk-siiri

 
 

Etiketler: