RSS

Etiket arşivi: Annemarie Schimmel

FRIEDRICH RUCKERT Şair ve Müsteşrik

FRIEDRICH RUCKERT

Şair ve Müsteşrik

Friedrich Rückert, 16 Mayıs 1788’de Almanya’nın Schweinfurt şehrinde doğmuştur. Bu yıllar, Doğu ile Batı arasındaki münasebetlerin bir dönüm noktası sayılabilir. İslâm âlemi ile olan maddi ve manevî çatışma ve çarpışmalar, bir yandan harb ve diğer yandan da, polemik gayeler için ve gayrı kâfi vasıtalarla da olsa, İslâm dini ve arapça ile meşguliyet şeklinde aşağı yukarı 1000 yıldan beri devam edip gidiyordu. Bununla beraber Avrupa’da Doğu dünyasına karşı hakiki ve hattâ kısmen de objektif bir alâka ancak Aydınlanma Devrinden itibaren başlamıştır. 17 nci asırdan beri Doğu’yu ziyaret eden tüccar ve misyonerler yeni ve değerli bilgilerle geri dönmüşler ve âlimler Doğu kültürlerini, dünya tarihinin tasavvur edilemiyecek kadar genişliyen ufukları içine alırken sadece avrupal ve hıristiyanlığa ait bir görüş tarzı takip etmekten vazgeçmişlerdi. Bir yandan edebiyatta Doğu kisvesi seve seve kullanılırken, diğer yandan Hamann gibi bir mütefekkir, şiirin insanlığın anadili olduğuna dair coşkun fikirleri ile Herder’e, insanlığın felsefesini yapmak ve bütün milletlerin halk şarkılarımı bir araya toplamak hususunda ilham kaynağı oluyordu. Herder’in ideal düşüncelerini benimsiyen romantik cereyan, insanlığın beşiği, tekmil efsane, şiir ve dinlerin kaynağı olarak Doğu’yu görmüş, manevi bir (Maşrik)’da hasretinin hedefini bulmuştur. 1808’de Almanya’da Sanskrit dilini ilk defa olarak ilmi bir şekilde inceliyen Schlegel kardeşlerin bu gayretleri de romantik duygulardan ileri gelmiştir.

Aşağı yukarı aynı yıllarda Arapça incelemeler de İlâhiyat ve İbranicenin sadece bir yardımcısı olmaktan kurtulmuşlardır. “Arap edebiyatının fedaisi” diye anılan ve 1774’de ölen dahi J. J. Reiske ile Avrupa’da Arapçanın ve hattâ bütün şarkiyat ilimlerinin babası sayılan ve 1801’de Paris’de ilk defa olarak ilmi bir Arap grameri yayımlayan Sylvestre de Sacy müstakil bir arap filolojisinin temellerini daha o zamanlar atmış bulunuyorlardı. Yine bu yıllarda, daha ziyade siyasi hizmetlerde kullanılan pratik bir dil öğretimine önem veren Viyana’daki Tercümanlık Akademisinin eski talebelerinden Joseph von Hammer-Purgstall eline geçen bütün Arapça, Farsça ve Türkçe metinleri Almanca’ya çevirmekte ve aynı zamanda İslâm milletlerinin siyasi ve edebi tarihlerini yazmak için yorulmak bilmez bir gayret sarf etmekte idi”. Hammer’in tercümelerine her ne kadar ne dil ve ne de edebiyat bakımından şaheser unvanı vermek kabil değilse de, bu âlimin Doğu tarihçiliğinde ve bilhassa Alman edebiyatında oynamış olduğu rolü küçümsemek de doğru olmaz. Zira, kaba da olsa, onun Hafız tercümeleri Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’ndaki ölmez şiirler için birer ilham kaynağı olmuşlardır. Nasıl ki Goethe bu ahenksiz mısraları içinde Hafız’ın ruhundaki parlaklık ve güzelliği sezebilmişse, Friedrich Rückert de Mevlânâ Celaleddin Rumi’yi yine Hammer’in “İranın hitabet tarihi” isimli eseri sayesinde tanımış ve onun ateşi ile coşmuştur. O zamana kadar ayrı ayrı mecralar takip eden dil ve şiir cereyanları bu Alman âliminin eserinde büyük bir başarı ile birleşmişlerdir.

Genç ilim adamı Rückert daha 1811 yılında Jena Üniversitesinde savunduğu doktora tezinde, Doğu dillerinin Yunanca’dan üstün olduklarını, Almanca’nın, bütün dillerin özelliklerini benimsemek şartiyle ideal bir dil haline gelebileceğini iddia etmiş ve bu iddiasını hayatı boyunca saymaz eserlerinde desteklemiye çalışmıştır. Burada bile, Rückert’in “dilden sadece dil olarak” zevk aldığı belli oluyor. “Dünyanın en eski dillerinin kök yapısına” nüfuz edebilmek kabiliyeti şairi en uzak dillerin en zor şiirlerini bile erişilmez bir şekilde tercüme edebilecek bir duruma yükseltmiştir. Benfey’in “Bugün dil hâlâ mevcut olmasaydı, onun teşekkülünde Rückert’in hiç şüphesiz büyük hizmetleri dokunurdu” demesi çok yerinde bir sözdür”.

Jena’da geçen kısa doçentlik devresinden sonra ateşli şiirleri ile Alman İstiklâl harblerine katılmış, aşk şiirleri yazmış ve konularını Doğu illerinden alan henüz yayımlanmamış piyes denemeleri yapmıştır. Fakat hayatının en mühim anlarından biri, 1818 yılında Viyana’ya gidip Hammer-Purgstail’den Farsça öğrenmesi olmuştur. Bir yazısında: “Kendimi tamamiyle şarkiyat tahsiline vermiştim” diyor”. Bu şekilde başlıyan Doğu ilimleri alanındaki araştırmaları her yıl biraz daha genişlemiştir; meşhur bir beyitinde okuduğu kitapları şöyle sıralıyor: “Yunanca, Almanca, Latince, Islavca, Roman dilleri, Sanskrit ile beraber Farsça, Türkçe ve bir de Arapça kitaplar.”

Halbuki hakikatle karşılaştıracak olursak bu uzun listede de birçok noksanlar olduğu görülür; bizler buraya hiç çekinmeden İbranice, Kürtçe, Ermenice, Posto, Gliney Hindistan lehçeleri, Malayaca, Kiptica, Suryânice, Fin dili ve saireyi de ilave edebiliriz”. Bir dil öğrenirken gösterdiği çabukluğa şaşmamak elden gelmez; kendisini sadece 6 hafta belli bir dile verdiği takdirde o dili, tercümeler yapabilecek kadar iyi öğreniyordu. Şu hikâye meşhurdur: Temmuz ayında kendisine Tamil dilini öğrenmek isteyen bir misyoner gelmiş; Rückert bu talebeye bu dili kendisinin de henüz bilmediğini, Ekim ayında geldiği takdirde öğretebileceğini söylemiş ve gerçekten söz verdiği zamanda, İncil’in ve misyoner Ziegenbalg’in bazı notlarının yardımiyle kendisine mükemmelen ders verebilmiştir. Bu işi nasıl yaptığını bir manzumesinde zarif bir şekilde anlatıyor:

Okumaya başladım, Allah adın anarak, 

Yabancı bir dilden bir kitap ele alarak; 

Harfleri tanıyordum, yazı Tamil yazısı, 

Fakat sesler manasız, yabancıydı yapısı, 

Biliyordum, gözlerim hep o adı arardı, 

Bu karışık harflerin içinde mutlak vardı; 

Yani Allah’ın adı! Onu bulduğum zaman, 

Aydınlığa kavuştum, kurtulup karanlıktan; 

Bu adın yardımiyle yazıyı incelerken, 

Muammayı hem çözmüş, hem de bağlamıştım ben.

O böylece, “bütün milletlerin şiirlerinde uçuşan çiçek, kuş ve kelebekleri” yakalayıp bir araya toplamış ve Alman edebiyatını bunlarla zenginleştirmiştir. İlk önce, Farsça şiirler yazan iki meşhur şahsiyet, yani Mevlânâ ile Hafız, Rückert’in ilgisini çekmiş ve Hammer’in Mevlânâ’nın eserinden yaptığı tercümeleri Almanya’da ilk defa gazel şekline sokan kendisi olmuştur. Avusturyalı şarkiyatçının kuru ve hantal tercümeleri içinde Mevlânâ’nın kâinatı aydınlatan aşk nurunu duyup sezebilmesi âdeta bir harikadır. Çok kereler bu tercümelerin tek bir satırından yepyeni bir şiir çıkaran Rückert, Divanı Kebir’in orijinal nüshasını tanımamasına rağmen bu büyük mutasavvıfın ruhunu tam beş buçuk asır sonra bütün parlaklığı ile aksettiren bir ayna olmuştur. Mevlânâ’yı tanımak istiyen bir Alman’ın bu şiirleri okuması mutlak lâzımdır.

Burada Rückert ‘in şahsiyetindeki çok mühim bir noktaya temas etmiş oluyoruz: Orijinal hangi dilde ve hangi kültür seviyesinde olursa olsun, Rückert’in tercümelerinde aynı ruh tamamen aksetmektedir. Bu mütevazı şair ve şarkiyat âlimi dünya edebiyatında sanki nesri bir yana bırakıp yalnız şiiriyet ve ahengi aksettiren bir dağ gibidir.

Mevlânâ’nın gazelleri gibi, Hafız tercümeleri hakkında da aynı şeyleri söyliyebiliriz. Yalnız şu var ki, Rückert ‘in Hafız’la teması iki şekilde olmuştur: Birisinde şiirlerini aynen çevirmiş, diğerinde ise serbest olarak sadece ruhu aksettiren mısralar yazmıştır. Bu metodu başka şairlerin eserleri için de kullanmış ve mesela Firdevsi’nin Şahnâme’sinden Rüstem ve Sohrab hikâyesini önce oldukça serbest tercüme etmiş, sonra bütün eseri tam bir şekilde nazmen çevirmiştir. (Ancak bu eser ölümünden 30 yıl sonra yayımlanabilmiştir)”.

Goethe’ye ithaf edilen “Şark Gülleri” adlı serbest şiirlerde Hafız’ın ruhu sezilmektedir. Rückert, “Goethe’nin ruhu ile bendeki şekli birleştiren ve bunlara Hammer’in Hafız tercümelerindeki konkre malzemeyi katan bir kimse, Farsça bilmese de, Fars şiiri hakkında aşağı yukarı bir fikir elde edebilir” diyor”. Bu eserin birinci kısmında, Rückert’in en derin duygularını dile getiren gayet güzel bazı şiirler vardır; ikinci kısımdaki gazellerde ise yüksek bir sanat başarısı göze çarpar. Gül ile Bülbül hikâyesi gibi bu şiirler de sonsuz bir şekilde devam edip gitmektedir. Esasen Goethe de Hâfız hakkında şöyle dememiş miydi:

Senin şiirin de yıldızlı sema gibi döner; 

Başı ve sonu hep aynı kalır…

Doğu edebiyatının pek sevdiği “Hüsn-ü Aşk” motifini Rückert ölmez bir şekilde şöyle ifade ediyor: 

Ne yazıyor yüzlerce yaprağında 

Bir gülün?

Ne duyulur binlerce feryadında 

Bülbülün? 

Hepsinde o, ne varsa tek bir yaprak

Üstünde, 

Her şarkıda duyulan ilkindeki 

İlk nağme:

Hüsn hep kendi içinde döner, çizer 

Bir halka, 

Aşk kimseyi bulamaz sevmeye 

Ondan başka.

Onun için dönüyor yüz yaprağı

Bir gülün, 

Ve onun etrafında bin feryadı

Bülbülün.

“Şark Gülleri”, sonraki büyük eserler için bir giriş telâkki edilmiş ve çok geçmeden şairin nişanlısına ithaf ettiği sayısız şiirlerden mürekkep “Aşk Baharı” isimli eser Alman edebiyatında yer almıştır. Fakat büyük ve orijinal bir başarı olmamasına rağmen bir çok Alman okuyucusunun takdirini kazanan bu eserciğe nisbetle Rückert’in Hâfız’dan yaptığı ve ölümünden çok sonra yayımlanan gazel tercümeleri çok daha önemlidirler. Bunlar bugün dahi eşine rastlanmayan en doğru Hafız tercümeleridirler. Hafız’ın romantik olmayan ve daha ziyade Almanlar’ın Barok liriği ile İngilizlerin metafizik şiirini hatırlatan sanatını Rückert mükemmel bir şekilde aksettirmektedir. Rosenzweig Schwannau’un biraz avamî olan tercümesi ve hele Daumer ile mukallitlerinin üstünkörü ve aslından çok uzak olan serbest şiirleri Rückert’in pek tanınmayan tercümeleri yanında çok sönük kalmaktadırlar.

Rückert’in bütün ömrü boyunca Hafız’a karşı beslediği derin sevginin izlerini, şiir defterindeki sevgi dolu, candan satırlarda sezmemek kabil değildir. Büyük Şirazlı’nın şiirlerindeki aşkın dünyevî veya ilâhî mi olduğu sorusuna şair, dahiyâne bir kelime oyunu ile şöyle cevap veriyor:

Görünüşte maddiyat üstü şeyler söylerken,

Bahseder büyük Hâfız yalnız maddi şeylerden.

Yahut o sade maddi şeylerden söz açınca,

Bahsettiği hep madde üstü müdür acaba?

Düşünceyle çözemez ondaki sırrı insan,

Zira onun maddesi, madde üstü her zaman,

Mevlâná ve Hâfız’dan sonra Firdevsî’nin kahramanlık efsaneleri, Sadî’nin didaktik bir karakter taşıyan Gülistan ve Bostan’ı ile yüksek bir sanat eseri olan divani”, Camî’nin hassas ve sanatkârâne şiirlerle dolup taşan divani”, Rückert’in, büyük bir kısmı ancak ölümünden sonra yayımlanan sayısız manzum tercümeleri için parlak birer ilham kaynağı olmuşlardır. Şair bu arada Fars halk edebiyatından bazı parçaları da şiir defterine not etmeyi ihmal etmemiştir”. Şair yalnız Farsça’dan değil, belki daha çok sayıda bütün Sami dil ve edebiyatından sayısız tercümeler yaratmıştır. 1824 yılında Rückert, doğup büyüdüğü Frank illerinde küçük bir üniversite şehri olan Erlangen’da Doğu Dilleri profesörlüğüne getirilmiş ve 1841’den 1848’e kadar Berlin üniversitesinde aynı vazifeyi yapmıştır. Fakat ders vermekten pek hoşlanmadığı için öğrencileri ile kuru gramer dersleri, yerine çeşitli dillerden edebî tercümeler yapmakta ve dili öğretmekten ziyade duyurmaya çalışmakta idi. Asıl gayesi her şeyden önce kendi özel çalışmaları için mümkün olduğu kadar çok vakit kazanmaktı.

Rückert’in bu arzusuna hak vermemek kabil değildir. Zira Erlangen’e geldiğinin daha ilk yıllarında Harîrî’nin Makamatı’nı aslındaki gibi seci’ ve kafiyeli ve kısmen de metin içine dağılmış mısralar şeklinde Almanca’ya çevirerek yayımlamıştır. Arapça okuyan bir kimse bu eserdeki üslubun ne kadar güç olduğunu, konu diyebileceğimiz bir şeyin bulunmadığını ve tekmil konunun sadece parlak kelime çelenklerinden, coşan şiir fiskiyelerinden ve nükte pırıltılarından ibaret olduğunu bilir. Mübalağaya kaçmadan diyebiliriz ki, bu eserin Almancası da aslı kadar kelime oyunları ile dolu, parıl parıl parlayan ve göz kamaştıran bir üslupla yazılmıştır. Hariri’nin eseri esasen daha 1667’de ölen Hollandalı şarkiyatcı Colius zamanından beri Avrupa’nın ilgisini çekmiş ve 18 inci asırda da Schultens ve Reiske birkaç makamı tercüme ederek yayımlamışlardı. Fakat asıl edisyon kritik 1822 yılında ilk olarak Shylvestre de Sacy tarafından yapılarak yayımlanmıştı. Bundan dolayı bu âlimin Rückert’in çalışmalarına karşı beslediği takdir duygusu bilhassa önemlidir: “Almanca bilen ve bu nevi Doğu eserlerinin muhteviyatı hakkında doğru bir fikir elde etmek isteyen bir kimse sizin sayenizde artık Arapça öğrenmek ihtiyacını duymayacak”.

Rückert’in kendisi Hariri tercümeleri hakkında aşağıdaki hükmü vermiştir ki, bu hüküm onun bütün edebi başarıları için muteber olsa gerektir: 

Aciz gibi hem şair, hem filolog olanlar, 

Benim gibi sadece tercüme yapmalıdır… 

Şiirdeki suçumu filolojiye yükler,

Dildeki noksanı da şairliğe verirsin.

Rückert aşağı yukarı aynı yıllarda ilk olarak Kuran’ın metni üzerinde çalışmalara başlamış ve birkaç sureyi aslındaki mehabeti yakından aksettirir bir şekilde Almanca’ya çevirmiştir”. Keza Eski Ahid’den ve Mezmur’lardan yaptığı bazı tercümeler de gerçekten mükemmeldirler.

Klasik Arap edebiyatından İmrulkays ile başlayan tercümeleri arasında bilhassa Hamasa tercümesi gerçekten dikkate değer”. Bedevîlerin tekmil hayat ve faaliyetini, düşünce ve gayelerini gösteren bu muazzam şiir külliyatı, tefsirleri ile beraber, Alman şairinin Araplar hakkındaki bilgilerini yıllar boyunca arttıran değerli bir kaynak olmuştur:

Araplar bazan yemek yemez, oruç tutarmış, 

Başka zamanlar ise bol bol ziyafet varmış, 

Çorak çöllerden geçer, sonra dinlenmek için, 

Yeşil vahalıklara varıp konaklarlarmış, 

Yüklerini taşıyan, iş gören develermiş, 

Bindikleri atlarsa sanki birer rüzgârmış, 

Bunların hepsini ben, tefsirlerle beraber 

Hamasa’dan öğrendim okuyup karış karış…

Bin kadar manzumeden meydana gelen Hamasa tercümesini baştanbaşa okuyan bir Alman, Rückert’in sözlerine hak verir ama bunu okumak kolay bir iş değildir. Nitekim Hammer’in, “şarklı gayreti ile Alman şiir perisinin birleşmesinden doğan dev çocuk” diye adlandırdığı bu eser ne yazık ki lâyık olduğu takdiri görememiştir. Zira gerek konunun yabancılığı ve gerekse Arapça aslına mümkün olduğu kadar yaklaşan vezin ve kafiye özellikleri yanında bir batılı için anlaşılması çok zor olan sayısız cinaslar bu eserin okunmasını güçleştirmektedirler.

Rückert, gerek bundan ve gerekse diğer doğu eserlerinden aldığı ilhamla iki manzum esercik daha yazmıştır ki, bunların okunması ve anlaşılması daha kolaydır. Bunlardan birincisi: Sicben Bücher morgenlaendischer Sagen und Gaschichten” ve diğeri ise: “Erbauliches und Beschauliches aus dem Morgenlande”dir. Okuyucu bu hikâyelerde Arap tarihinin bütün safhalarını yaşar; İslâm’dan önceki devirleri, Halifeler zamanını, Emevi ve Abbasi’lerin hâkimiyetini yakından görür. Şair ve filosofların sözleri, hakimane cümle ve misaller bu çok taraflı tasvirlere özel bir hava vermektedirler. Denilebilir ki, bu iki esercik, Doğu tarihini incelemek isteyenler için faydalı birer başlangıç teşkil etmektedirler.

Hamasa tercümesi, Rücker t’in Arapça’dan yaptığı tercümelerin en uzunudur. Bunun yanında daha küçük yüzlerce tercümesi vardır ki, bunlardan meselâ 1600 Arap Atasözünü ihtiva eden bir eser henüz basılmamıştır.

1846’da yayımlanan Hamasa tercümesi için Rückert daha 1828’de, yani bu alandaki çalışmalarının başlangıcında güzel bir önsöz yazmıştı; bu önsöz şu meşhur beyitlerle başlar:

Binbir dilde konuşan şiir, ârif olana 

Sadece tek bir dildir, sade tek bir lisandır.

Rückert’in kendisi de gerçekten böyle ârif bir kimseydi. Arabistan’ın yakıcı çöllerini, İran’ın bahar kokan bahçelerini Almanya’ya tanıttığı gibi, Hindistan’ın bâkir şiir ormanlarına da dalmaktan çekinmemiş ve her daldan devşirdiği en nefis çiçekleri ve en olgun yemişleri vatanına getirmekten geri kalmamıştır. Hind edebiyatı Almanya’da bir asra yakın bir zamandan beri çok canlı bir ilgi uyandırmıştı. Goethe ve Schiller’in Şakuntala dramına ithaf ettikleri coşkun methiyeleri hatırlamak; Wilhem von Humboldt’un Bhagavadgita’ya dünyadaki şiirlerin en güzeli ve ulusu gözüyle bakarak söylediği takdir dolu sözleri düşünmek kâfidir. Rückert de Şakuntal’yı Almancaya çevirmiş, büyük milli destan Mahabharata’daki en meşhur hikâyeleri kısmen serbest ve kısmen de aynen tercüme etmiştir. Aynı zamanda Herder tarafından da çok takdir edilen şair ve filosof Bhartrihari’nın aşk ve hikmet dolu misralarını” ve nihayet Hinduizm’in mukaddes kitapları olan Veda’lardaki karanlık ve esrar dolu ilâhileri ve efsun dualarını yakın bir anlayış ve ilgi ile Almanca’ya nakledebilmek, bunlardaki derin mânayı Alman şiirinde aksettirebilmek için yıllarca çalışmıştır”. Fakat Hind edebiyatından yaptığı bütün bu tercümeler arasında en hoş ve en cazibi, 12 nci asırda yazılmış lirik ve dramatik bir şiir olan Gitagovinda’dır. Bu eserde Hind teslisinin ikinci şahsi Vişnu’nun bir tecellisi olan Krisna’nın maceraları, çoban kıyafetinde yeryüzüne inişi ve çoban kızları ile sevişip oynaşması hikâye edilmektedir. İtiraf etmek lazımdır ki bu eser, tercüme sanatı alanında en yüksek başarılardan birini teşkil ediyor. Şiirdeki dinî ve mistik hava Rückert’in tercümesinde her ne kadar ikinci plânda kalırsa da, sanat görüşü, yani vezin, kafiye ve ahenk bakımından bundan daha mükemmel bir tercüme tasavvur edilemez. Beyitlerin değişen şekilleri, kulağı okşayan musikisi, imaj ve sembollerdeki pırıldayan ve ışıldayan renkler tamamen muhafaza edilmiştir.

Rückert’in Farsça ve Arapça alanında yaptığı incelemelerden serbest hikâyeler vücuda geldiği gibi, Hindçe çalışmaların mahsulü de “Brahmân’ın Hikmeti” isimli eser olmuştur. Fakat burada Hindli olan şey muhteviyattan ziyade isimdir. Şair, elindeki tekmil malzemeyi, felsefi problemleri ve hikmet dolu atasözlerini kullanarak insana, Allah ve kâinat karşısındaki en doğru davranışı öğretmektedir. Eserin Aleksandriner vezninde yazılmış olması kendisine barok didaktik şiirler geleneğinde yer vermektedir.

Fakat Hindistan’ın dahi Rückert için son durak olmadığını, Çin edebiyatının en eski şiir kitabı olan Şi-Kink’i tercüme ederek 1832’de yayımlanmış olmasından anlıyoruz. Fakat bu tercüme Çince aslından değil, Lâtince bir tercümesinden yapılmıştı. Alman okuyucusu bu kitabı gayet soğuk karşılamış ve bu yorulmak bilmez âlimin bu eseri ile, en uzak diyarlarda daima aynı insanî his ve ihtirasların mevcut olduğunu göstermek istediğini anlayamamıştı:

Şunu iyi öğrenin! Dünya edebiyatı,

Dünyanın anlaşması, dünyanın barışıdır.

Bu beyit Rückert’in hakiki hedef ve gayesini belirtiyor. Nitekim kendisi gerek şiirlerinde ve gerekse dillerin mukayesesine dair henüz yayımlanmamış incelemelerinde”, aslında bir olan ruhun çeşitli dillerde nasıl tecelli ettiğini ve dil bilgisinin aynı zamanda bütün ilimlerin, dini toleransın ve hatta siyasî barışın da temeli olduğunu ispat etmek istemiştir:

Dünyadaki anlaşmayı dil bilgisi sağlayacak, 

Onun için sen hiç durma dile hâkim olmaya bak!

Rückert için dil ve şiir aslında birdir. Nitekim maceralarını, his ve arzularını yalnız şiir şeklinde ifade edebiliyordu:

Terennüm etmediğimi yaşamış da değilim, 

Tercüme de, yine Rückert’e göre, “sözlerdeki göze görünmez periciklerin elbise değişmelerini duyabilmektir”. Şiir ise, kâinatın tecellisi demektir: Kâinatın en büyük zevki, şiirin billûrdan aynasında kendi aksini seyretmektir”… Şiir, bu billûr ayna vazifesini görebilmek için cilalanmalı, billûr gibi traş edilmelidir. Şairin vazifesi, her muhtevaya uygun ayrı bir dış şekil bulmaktır. Rückert, hangi şiir nevinin ve hangi muhtevanın kendi sanat ve istidadına uygun olduğunu çok iyi biliyordu. Onun alanı, Sone hariç, klasik ölçülerin ahenk ve tevazunla yükselen yapısı değil, halı gibi dokunan gazel nevi idi. Kafiye tekniği ve kelime zenginliği bakımından büyük bir maharete lüzum gösteren bu şiir nevini Alman edebiyatına tamamiyle mal eden Rückert olmuş ve önceleri Mevlânâ Celaleddin Rumi ve Şark Gülleri’indeki gazeller gibi klasik kaide ve şekillere tamamen uygun gazeller yazmıştır. Sonraları, Aşk Baharı ve Panteon gibi çeşitli eserlere serpiştirilmiş olan gazellerde ise zamanla gelişen ve bütün hayat çevrelerini içine alan daha yumuşak bir şekil göze çarpmaktadır. Bu gazellerde artık Şiraz’ın gülleri değil, bir Alman mezarlığında açan çiçekler terennüm edilmektedirler. Küçük yaş ta ölen iki çocuğu için yazdığı ağıtlar gösteriyor ki, bu şiir nevi şairin en içi, en hazin ve en sübjektif duygularını ifade edebilecek bir kudret kazanmıştır

Hangi kaba ayak bastı benim çiçek bahçeme,

Hangi gizli dehşet girdi benim tatlı nağmeme;

Ölüm birden ve habersiz çıktı hayat içinden,

Meyve nasıl çıkıyorsa yaprakların süsünden;

Ölüm hayatın tohumu, çiçekle meyve gibi,

Önce içinde gizliydi meydana çıktı şimdi;

Rückert’in gazellerindeki sanat başarısına Alman edebiyatında ikinci bir defa rastlamak zordur; Platen’in belki daha parlak ve sanatkârâne gibi görünen gazellerinde bile Rückert’teki sıcaklık bulunmaz.

En zor kafiyeleri ve vezin şekillerini seçmiş olması da, bu şair ve müşteşrikin yüksek kabiliyetine bir delildir; nitekim kendisine haklı olarak “canlı kafiye lûgatı” ismi verilmiştir. Bilhassa kelime oyunlarına meraklı idi”; bu bakımdan doğu şairlerini çok andırır. “İranlılar’da gramer, şiir ve hitabet sanatı” isimli Farsça bir eseri bütün özellik ve incelikleri ile Almanca’ya çeviren Rückert, kelime oyunlarına karşı gösterdiği derin ilgiyi, Arapça köklerin sonsuz irtibat ve iştikak imkânlarına işaret ederek, şöyle savunuyor:

Kelime oyununa çatanlar da var ama, 

Gelişmesi tam olan bir dile uygun gelir.

Dil ilkin sır dolu bir kelime oyunuymuş, 

O zamanlar bilmezmiş, şimdi bunu biliyor. 

Herkesin bilmeksizin yaptığını yapalım, 

Gelin, kelimelerle bizler de oynayalım!

Rückert’in tabiatının sun’ilikten hoşlandığını söyliyenler olmuştur. Gerçekten sayısız manzumelerinde ihtirasla coşan, kendinden geçen mısralara hiç rastlanmaz; çok kereler Doğuya has imaj ve sembollerle…

(Not: Metnin bundan sonraki bölümü google translate ile çevrilmiştir.)

Yapay olanın Rückert’in doğası olduğu söylendi. Gerçekten de, sayısız şiirinde tutkulu, kendinden geçmiş bir biçimde belirsiz dizeler yoktur; Aşk şiirlerinde bile, imgelerin bazen doğulu taşkınlığına karşın, sakin bir duygulanım, yas şiirlerinde ölçülü bir acı vardır. Rückert kendi ifadesine göre “sarhoşken asla tek bir kelime yazmadı”. Duygu ve şiir değil, düşünce ve şiir birbirine akar; düşündüğü şey hemen bir şiir olur.

“Dünya benim için şiir malzemesinden başka bir şey değil” diye itiraf ediyor. Ve amacı, yabancı ülkelerden gelen hikayelere yeni bir şeyler eklemek değil, dili bu şekilde zenginleştirmektir. Almanya’da veya diğer ülkelerde, tüm hayatı şiire bu şekilde girmiş başka bir şair muhtemelen yoktur; hiçbir olay onun için bir şiire dönüşmeyecek kadar küçük ve anlamsız değildi (Nisan ayında yağan bir kar ona 38 şiir yazma ilhamı verdi!)

Gündelik cümleler bile melodik kadansların gümüş şelalesinde zarifleşiyor!

Rückert için en büyük tehlike burada yatıyor: onun gibi şarkı söyleyen adam nefes aldı, paramparça oldu. “Alman şarkı otu” dil bahçesini tekrar tekrar kapladı (şiir üretiminin genellikle aşırı büyümüş bir bahçeyle veya bin bir dallı orman)”. Sonunda artık ne yazdığını, ne çevirdiğini bilmiyordu ve bir şiir yazmak yerine yeni bir şiir yazmayı tercih etti”. Zaman zaman gerçek cevherlerin de bulunduğu taşan şiir bolluğu böyle ortaya çıktı. Şakacı, virtüöz “aylaklık”, ara sıra derinden hissedilen, son derece sanatsal şiirin ortaya çıkmasının koşuludur. Rückert, eserlerinin etkisini zayıflattığı için bu parçalanmadan muzdaripti (kim birkaç değerli inci bulmak için binlerce şiir okurdu ve yine de bu özelliğini eleştirenlere şöyle cevap verdi: Göller yaratmaktan, denizleri hareketlendirmektense, yüzlerce damlada kendini yansıtmak ona daha yakışırdı.

Hayat bana bir halı gibi geliyor, 

Ve elim hep kayıyor;

Üstte veya altta

Sonunda, en küçük birçok şeyin 

sessizce birbirine bağlandığı her yerde,

Büyük, çok genel bir şey meydana geldi.

Rückert, duvar halısını andıran bu şiiriyle doğu şiirinin özünü yakalıyor. Bu nedenle şiirlerinde Alman ve Doğu motifleri ve sembolleri arasında keskin bir sınır çizilemez. Şiirsel eserinin ana fikrini oluşturan sevgiyi, faniliği, Tanrı’ya güveni, bilgeliği öğretmeyi, Doğu şiirinde daha da büyük ölçüde yeniden buldu.

Friedrich Rückert 31 Ocak 1866’da öldüğünde, meslektaşları bile onun doğu dillerinden yaptığı çeviriler hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu ve bugüne kadar Arapça ve Sanskritçe’den yapılan kapsamlı çeviriler hâlâ basılmamıştı. Şair ve bilim adamı haklı olarak şikayet etti:

Bana ilham veren müzik zihinlere nadiren dokundu, 

dillerde yaptığım şey bilim adamlarını neredeyse hiç etkilemedi.

Yine de şiirsel ve bilimsel çalışmaları çok az bilinen mütevazı Rückert, Goethe’nin dünya edebiyatı talebine en önemli hizmetleri sunmuş, Herder’in dünya şiiri hayallerini gerçekleştirmesine yardım etmiş ve en yüksek çeviri sanatını anlamıştır:

Tercüme sanatının en yükseği oraya gider, 

Doğru anlaşılmayan şeyi doğru tercüme etmek için!

Annemarie Schimmel

 

Etiketler: ,

Kurtarın Beni Tanrı’dan

Bir tanık anlatıyor:
Hallac’ın Bağdat pazarında şöyle bağırdığını duydum:

Ey Müslümanlar, yardım edin bana! O, ne ruhumla yakın bir
ilişki kurmama izin veriyor, ne de ruhumu alıyor ki, kurtulup
huzura kavuşayım. Bu benim katlanamayacağım bir cilve.

Sonra okudu:

Ulu Tanrım! Varlığımın bütünüyle
Sen’in aşkına sarıldım.
Sen perdeleri kaldırdın ta ki
Sen’i ruhumda sandım
Kalbimi Sen’den gayrı her şeyden çekip aldım
Her şey bana yabancı, hiçbir şey göremiyorum
Sen’in bana gösterdiklerinin dışında
Burada, hayat zindanında
Sen’den uzak, tutsağım
Çek al beni bu zindandan Tanrım,
Sana kavuşayım

İbrahim ibn Fatîk anlatıyor:

Bir gece Hallac’ın yanına gittim. Namaz kılıyordu; Bakara suresini okumaya başlamıştı. Sonra kaç rekât namaz kıldı bilmiyorum, beklerken uykuya dalmışım . Uyandığım da, Fussilet suresini (41. Sure) okuyordu. O zaman anladım ki, Kur’an’ı hatmetmek istiyor. Kur’an’ın bütününü bir rekâtta okudu. İkinci rekâtta daha fazlasını. Namazını bitirdikten sonra bana döndü ve gülümseyerek dedi ki: “O’nun rızasını kazanmak için mi namaz kıldığımı zannediyorsun? O’nun rızasını ibadetleriyle kazanacağını sanan kimse O’nun hoşnutluğu için bir fiyat biçmiş olur.

Sonra gülerek devam etti:

Sâlik kemalat duygusuna erişince
Kendinden geçer, artık düşünmez vahdeti
Şahadet eder Hakikate; aşkın ona öğrettiği
Namaz, âşıklar için bir küfürdür sadece *

* Hallac’ın sık sık zikredilen bu beyti, bilhassa katı dindar çevrelerce sürekli tenkit edilmiştir. Beytin farklı varyantları vardır. Burada Hallaç, cezbe hâlindeyken namazın insanı bu hâlden çekip alarak, dindarların şeriat çerçevesindeki dünyasına geri getirmekte olduğunu; diğer bir deyişle, Tanrı’dan kopmak, ayrılmak mânâsına geldiğini anlatmak isliyor.

Öğrencilerinden biri anlatıyor:

Bağdat pazarında bir Yahudi ile tartışıyordum . Nasıl oldu bilmiyorum. Bir an farkında olmadan Yahudi’ye, “Seni köpek!” dedim . O anda Hallaç yanımızdan geçiyordu. Kızgın bakışlarla bana bakarak, “Köpeğine sahip ol, havlamasın.” dedi ve hızla bizden uzaklaştı. Kavga bitince Hallac’ın yanına gittim. İçeri girdim. Beni görünce yüzünü öte tarafa çevirdi. Beni bağışlamasını rica ettim. Bunun üzerine yeniden sakinleşti ve şöyle konuştu;

“Sevgili oğlum. Bütün dinler, ulu Tanrı’nın dinleridir. Tanrı, her bir dini ile ayn bir insan topluluğunu meşgul etmektedir. İnsanlar inandıkları dinleri kendileri seçmediler; bilakis Rahman ve Rahim olan Tanrı, insanların inandıkları dinler için seçmiştir. Eğer bir kimse başka bir kimseyi inandığı dinin doğru olmadığı iddiasıyla kınarsa, bu hareketiyle o insanın kendi iradesiyle bir tercih yapmış olduğu yolunda bir hüküm vermiş olur. Bu da aslında. Kadercilerin tarzıdır ve Zerdüştler böyle bir dinî topluluktur (yani bunlar düalisttir).

Bilesin ki, Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinler, sadece çeşitli sanlar ve farklı isimlerdir; fakat hepsinde maksat aynıdır, farklı değildir.

Ben dinlerin ne olduğu konusunu çok düşündüm. Neticede gördüm ki, dinler, bir kökün çeşitli dallarıdır. Bir insandan, onu alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından koparan bir din seçmesini talep etme. O zaten varlığın sebebini ve yüce gayelerin mânâsını kendisinin en iyi anladığı şekilde arayacaktır! Zahirde inanç ve inançsızlık arasında sadece bir isim farkı vardır. Hakikatte ise, bunların ikisi arasında hiçbir fark yoktur.”

Kendine kalbimi mekân seçtin
O, Sen’in sırlarınla dolu şimdi
Evine hoşgeldin, umarım
Komşu olmak hoşuna gider
Şimdi orada Sen’den başka
Bir sır yok benim bildiğim
Kendi gözlerinle bak,
Davetsiz bir misafir var mı orada?
Sen’in benden ayrıldığın gece,
İster uzun olsun, ister kısa
Sevgili yoldaşlarım kalır burada.
Hatıralar ve umut
Eğer hoşuna gidiyorsa felaketim
Ben de memnunum hâlimden
Ah beni öldüren! Sen benim için
Ne istersen ben de onu isterim
Sabırlı olmak istiyordum – lâkin
Kalp uzak yaşayamaz kalpten
Sen’in ruhun benim ruhuma karıştı –
Bir yaklaştı, sonra süzülüp uzaklaştı.
Ben Sen’im, aynen Sen’in Ben
Olduğun gibi; hedefim ve gayem.
Hallaç efsanesi aşağıdaki hikâyeden ortaya çıkmıştır:
 
Hallaç çarmıha gerildiği zaman, Hızır yanından geçer. Hallaç, Hızır’a şöyle seslenir: “Tanrı dostlarının mükâfatı budur!”
Hızır cevap verir: “Biz onu (sırrı) sakladık ve sâlim kaldık. Sen onu ifşa ettin ve ölüyorsun. Ah Hallaç, bu sabah nasılsın?”
Hallaç, “Öyle bir hâldeyim ki, benden bir kıvılcım uçup gitse, bununla cehennem bekçisini ateşiyle birlikte yakabilir.” dedi.
Kalbimde bazı heves ve arzular vardı.
Bir oldular Sen’den sonra, bakışım seçkin
Sen benim sultanım olalı varlıkların sultanıyım ben.
Vaktiyle kıskandıklarım, şimdi beni kıskanıyor
İşte bu yüzden dostum da düşmanım da beni kınıyor
Zira kimse bilemez ne büyük bir çile çektiğimi
İnsanları kendi dünyalarına ve inançlarına bırakıyorum
Ben Sen’in aşkın içindeyim – Sen dünyanın ve inancın özüsün
Bir dost anlatıyor:
 
Hallac’ı, Bağdat’ın el-Hatice semtinin pazarında gördüm. Ağlıyor ve halka yalvarıyordu: “Ey insanlar, beni Tanrı’dan kurtarın! Ey insanlar, beni Tanrı’dan kurtarın! Ey insanlar, beni Tanrı’dan kurtarın! Çünkü, O, beni benden aldı ve beni bana geri vermiyor ve gücüm bu hâli kaldırmaya yetmiyor ve ben ayrılıktan, O’nun huzurunda olmamaktan ve O’ndan mahrum kalmaktan korkuyorum . Vay o kim senin hâline ki, huzurda bulunduktan sonra kısmeti ayrılık olsun ve Bir olduktan sonra ayrı düşsün!”
Hallac’ın etrafına toplanan halk da ağlıyordu. Hallaç da. Bu hâl Attab Camii’nin  önüne kadar devam etti. Hallaç, caminin kapısının önüne gelince durdu ve konuşmaya başladı. Söylediklerinin bir kısmı anlaşılıyor, bir kısmının mahiyeti pek anlaşılmıyordu. Anlaşılabilenlerin bazıları şunlardır:
“Ey insanlar! Doğrusu O’nun yarattıklarıyla konuşması lütfundandır. O, onları terbiye etmek için, onlara görünmekte ve tekrar saklanmaktadır. O, kendini zaman zaman aşikâr kılmasa herkes inançsız olurdu ve O, kendini perdelemese, herkes yoldan çıkardı. Bunun için O, bu hâllerin hiçbirini devamlı kılmıyor. Benim hâlim ise, başkadır! O, hiçbir an kendini benden saklamıyor. Öyle ki, benim insanlığım O’nun Tanrılığında kaybolana kadar ve benim bedenim O’nun varlığının nurunda eriyip yok olana kadar, ben hiçbir an huzur bulamıyorum. Şimdi benim ne cevherim ne de izim, ne suretim ne de bilgim var!”
Sen’i düşündüğümde hasretin beni titretir
Sen’i unutursam, azap ve keder
Ben sadece incinmeyi arzulayan
Bir kalbe dönüştüm- beni titreten acıya koşan
Sen’i istiyorum, beni mükâfatlandırman için değil
Sen’i sadece beni cezalandırman için istiyorum.
Zira ben dilediğim her şeyi elde ettim
Azabıyla beni kendine hayran bırakan Sevgili dışında.
Hamdolsun insanlığını (nasut) aşikâr etti
Tanrısallığın (lahut) göz kamaştıran sırrını
O, mahlukaında aşikâr olmuştu
“Yiyen ve içenin” suretinde
Mahlukat O’nu gözleriyle görene kadar
Kirpik kirpiğe bir bakış misali.
Öğrencilerinden biri anlatıyor:
Hallac’m Bağdat Pazarı’nda şöyle dediğini duydum:
Haydi dostlarıma haber verin
Denize açılmıştım, parçalandı gemim.
Benim ölümüm çarmıhın dininde
Gitmem artık ne Mekke’ye ne Medine’ye
Sonra onun arkasından gittim. Evine girdi. “Allah-u Ekber!”diyerek namaza başladı. Önce Fatiha suresini, arkasından Şu’ara suresinden (26. Sure) Rum (30. Sure) suresine kadar okudu.
“Kendilerine ilim ve iman verilenler de derler ki…” (Rum suresi 30/36) Burada durdu ve tekrarladı. Sonra ağlamaya başladı. Selam verdikten sonra, sordum ; “Şeyhim, pazarda bir kâfir gibi konuştun. Şimdi burada bu şekilde namaza duruyorsun! Sen ne istiyorsun, maksadın nedir?” O, eliyle kendisini göstererek, “Bu lanetlenmişin katledilmesini istiyorum.” dedi.
“İnsanları böyle bir bâtıl işe teşvik etmek caiz midir?” diye sordum . O da, “Hayır; hattâ ben onları Hakikat’e teşvik ediyorum . Zira bana göre, (eliyle kendisini göstererek), bu şahsın katli şeriata göre vaciptir ve onlar bu işten dolayı mükâfatlandırılacaklardır; çünkü gayretleri dinleri içindir.” diye cevap verdi.
 
İbrahim ibn Fatik anlatıyor:
Hallac’ı çarmıhın önüne getirdiklerinde, bir çarmıha baktı, bir çivilere baktı ve sonra gözlerinden yaşlar gelinceye kadar gülmeye başladı. Sonra etrafta toplanan kalabalığa döndü. Kalabalığın içinde duran Şibli’ye şöyle dedi: “Ebubekir, seccaden yanında mı?” Şibli: “Elbette, Şeyhim ” dedi. Hallaç, rica etti: “Öyleyse onu benim için yere ser.” Hallaç, Şibli’nin yere serdiği seccade üzerinde iki rekât namaz kıldı. Ben yakınındaydım. İlk rekâtta Fatiha suresini, arkasından Bakara suresinin 155. ayetini okudu: “Çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve ürünlerden eksiklik ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabırlılara.”
İkinci rekâtta ise, yine önce Fatiha suresini, arkasından Âl-i İmran suresinin 185. ayetini okudu: “Her nefis ölümü tadacaktır…” Ve selam verdikten sonra bir dua etti, çoğunu hatırım da tutamadım; hatırladıklarımın bir kısmı şunlardır:
“Ey Tanrım, and olsun ki, Sen her yönden tecelli edensin ve her yönden münezzehsin. Sen’in benim hakkımı korumaya söz vermenin karşısında, benim Sen’in hakkını korumaya söz vermem… Aslında benim Sen’in hakkını korumaya söz vermemle, Sen’in benim hakkımı korumaya söz vermen birbiriyle çelişiyor. Zira Sen’in hakkını korumak için benim vereceğim söz benim insan tabiatımdan, halbuki benim hakkım için Sen’in vereceğin söz Sen’in ilâhı tabiatından kaynaklanmaktadır. Ve nasıl benim insanlığım Sen’in Tanrısallığına karışmadan yükseliyorsa, Sen’in Tanrısallığın da benim insanlığıma hiç dokunmadan onu ezip geçiyor.
Sen’in ezeliyetinin karşısında benim faniliğim… Faniliğim, Sen’in ezeliyet örtünün altında. Bunun için Sana sonsuz şükürler olsun ki başkalarından gizlerken. Cemalinin tecellilerini bana cömertçe bahşettin ve başkalarına yasakladığın en derin sırlarını görmeme izin verdin. Bu kulların Sen’in dinine olan bağlılıklarından dolayı beni öldürmek için toplandılar. Böylece Sana daha yakın olmak istiyorlar. Onları affet! Çünkü, bana gösterdiklerini onlara göstermiş olsaydın, onlar bu işe niyetlenmezlerdi. Ve eğer Sen, onlardan gizli tuttuklarını benden gizli tutmuş olsaydın, benim de başıma böyle bir musibet gelmezdi. Sen yaptığın her şey için övgüye layıksın; Sen, arzuladığın her şey için övgüye layıksın.”
Sonra sustu ve bir süre içinden duaya devam etti…
Sonra söyle konuştu:
“Ah dostlarım öldürün beni!
Çünkü benim hayatım sadece ölümdedir.
Evet, sadece hayatta bana ölüm vardır,
Ve ölmektedir hayatım benim!
And olsun, en büyük rahmet,
Nefsi söndürürek süzülmek göğe,
En kötüsü ise
Yapışıp kalmak bu bedene.
Bıkkınlık içindedir ruh.
Hâlâ bu harabede yaşamaktan:
Öldürün beni, evet ve yakın beni.
Uzuvları sefilce titreyen bedenimi!
Sonra geçip gidin yanından
Cansız mezarların
Benim Dostumun sırrını
Bâtınımın mirasından alın
Görmüyor musunuz, en yüksek makamlara
Ulaşmak gayretindeki yaşlılardan biriyken
Şimdi bir çocuk gibiyim.
Sadece ana memesine düşkün.
istirahat ediyorum tuzlu toprakta,
Ve karanlık mezarda yatarak!
Hayret, benim annem
Hayat vermiş kendi babasına.
Ve benim küçük kızlarım
Kardeşlerim gibi etrafımda
Bunun sebebi
Ne aldatma, ne de devir değişimi.
Toplayın bir araya bütün parçalarımı
Işıklı bez parçaları arasından.
Havadan ve ateşten,
Yanıbaşınızdaki canlı pınardan!
Ekin onları ihtimamla,
Tozlu ve dümdüz toprağa.
Ve sulayın onu, ah dostlarım:
Bırakın dönsün süzülerek kadehler!
Bırakın doldursun hizmetkârlar.
Fışkırsın çeşmelerden sular!
Bakın, yedi gün sonra burada
Yükselecek asil bir funda!
Cellat Ebül-Hasan tam bu esnada Hallac’a yaklaşarak ona öyle bir tokat attı ki, burnu kanadı ve kan damla damla ak sakalından aşağıya akmaya başladı. Bundan çok etkilenen Şibli, feryat ederek hırkasını yırttı. Ebül-Hüseyin el-Vâsıti ve daha bir çok sufi bayıldılar ve halk az daha ayaklanıyordu. Fakat askerler yapacaklarını yaptılar…
Şibli anlatıyor:
 
Hallac’ın yanına yaklaştım. Elleri ve ayakları kesilmiş, gövdesi bir direğe bağlanmıştı. “Tasavvuf nedir?” diye sordum .
Dedi ki: “Burada gördüğün, onun en alt makamıdır.” “Öyleyse en yüksek makam hangisidir?” diye sorunca, şu cevabı verdi:
“Senin için oraya yol yoktur. Fakat onu yarın göreceksin. Benim gördüğüm gayb âlemindedir ve bu yüzden senden saklıdır.”
Ve akşam namazı vakti geldiğinde, halifeden, boynunun vurulması için izin çıktı. Bunun üzerine bekçi “Artık bugün akşam oldu. Bu işi yarına bırakalım !” dedi.
Sabah olunca, bağlı bulunduğu direkten onu çözdüler ve boynunu vurmak üzere, ön tarafa getirdiler. Hallaç o anda yüksek sesle şöyle söyledi: “Vecde kapılanın nasibi, Bir’in onu Bir’liğe geri götürmesidir.”
Sonra Kur’an-ı Kerim’in Şûra suresinin (42) 18. ayetini okudu: “O na (Kıyamete) inanmayan imansızlar onun çabuk gelmesini isterler, inananlar ise gerçek olduğunu bilirler de ondan korkar ve sakınırlar. İyi bil ki kıyam et hakkında tartışanlar, uzak (derin) bir sapıklık içindedirler.”
Bunların Hallac’m duyulan son sözleri olduğu söyleniyor. Sonra boynu vuruldu; bedeni bir hasıra sarılarak, üzerine katran yağı döküldü ve yakıldı. Külleri bir minarenin üzerine çıkarılıp rüzgâr alıp götürsün diye bırakıldı.
Şibli, Hallaç öldürüldükten sonra onu rüyasında gördü: “Tanrı sana ne yaptı böyle?” diye sordu. Hallaç dedi ki: “O beni hem aşağıladı, hem şereflendirdi!” Şibli sordu: “Hangi mertebede seni aşağıladı?” Hallaç cevap verdi: “Kudretine nihayet olmayan padişahlar padişahının yüce huzurunda doğrulara has mecliste!.” (Sure 54/55) Şibli, tekrar sordu: “Sana bunca eziyet çektiren halka ne yaptı?” Hallaç, “Hem bana iyi davrananları hem bana düşman olanları affetti. Zira bana iyi davrananlar beni tanıyorlardı ve Allah rızası için bana iyi davranıyorlardı. Bana düşman olanlarsa beni tanımıyorlardı ve Allah rızası için düşman oldular. İşte bu yüzden iki tarafı da fazilet sahibi olarak kabul edip onları affetti.” dedi.
Hallac-ı Mansur
Annemarie Schimmel
Hallac
“Kurtarın Beni Tanrı’dan”
Çeviri: G. Ahmetcan Asena
Pan Yayıncılıkyagmurda ıslanan sairler
 

Etiketler: , ,