RSS

Etiket arşivi: İbrahim Halil Baran

aşk allah’ın ipidir kalbe iner… ona sımsıkı sarılın…

aşk allah’ın ipidir kalbe iner… ona sımsıkı sarılın…

(leyla kalbindeki ipi kesti.
gözlerimi saklayan saçlarını kesti.
kalbini söküp alevlerin önünü kesti.
kirpiklerine kurduğum salıncağın tutunduğu gözlerini kesti.
ve leyla bir çocukluğun rüyalarına baktı.
ve leyla ikiye böldüğüm göğüs kafesime baktı.
ve ben düşerken soğuk elleriyle beni tutan ellerine baktı.

beni bıraktı
ve
leyla
kestiği
ipler
arasında
sonsuzbirormanabaktı.
ve ibrahim dedi.
-boğ beni o iple-
ve ey rahim dedi.
bu çöl senin kalbin dedi.
kesti göğsünün bağlarını, bana bir ölüye bakar gibi baktı.
bana bir ölüye bakar gibi baktı.)

İbrahim Halil Baranibrahim_halil_baran_siirleri

 
 

Etiketler:

uzak çok uzaklara bakmakla nişanlı

kar başlıyor yeniden,
çölde kum, kumda bir at, hafızada leyla.
çatısı yok evlerin.
nar bahçelerinde kuğuyu bekliyorum.
fısıldasam sesimi duyacak.
(hasat zamanı. buğdaylar yandı yanacak. oraklarımda ölü kuşlar)
güneşe bak diyor leyla, orada karanlık yok, yanmak var.
soluğumu öpen karınca
yataklara devriliyor
öpsem uyanacak leyla
aylardan muharrem, yevmiyeler yarım
kederler tam
salıncağın ipi kopuyor
saatimin kadranı
su motorları, helezonlar, buğday sapları
karışıyor kanıma,
bakışımdaki allah yorgun, allah aşık, aşk allah
kusarak geçiyor önümde bütün bir köy
yontuyorum kendimi, benzemek için leylaya
öperek topuğunu çekiçlerin
girdiğim perişan iklim
yeşil perdeler, mor mürekkepler dikiyor
yerden sürünen kaftan
leyla ölüyor
ay orada ah orada, orada gözlerinde duruyor bir tavşan.

sofralar kuruldu, koçlar üzerine ahdettim
ışıklara asılarak
ve
leyla uzaklara bakmaktan perişan
kalbimin öte yarısı
ceviz yaprakları arasında bir rüzgar
ocakta bekleyen azize, yanmaya hazır
uzak çok uzaklara bakmakla nişanlı.

İbrahim Halil Baranuzaklara_bakmakla_nisanli

 
 

Etiketler:

Lê ezingên min? (Peki ya benim odunlarım?)

Gundîler İçin İftar Vakti

Kürdistan’da meşhur bir hikâye vardır, duyanınız çoktur ama yine de anlatayım.

Çetin bir kış vakti, Stêwrê’nin (Mardin-Savur) dağlık köylerinden bir Gundî (köylü), binbir zahmetle topladığı odunları satmak için şehre doğru yola çıkar. Kar ve çamurla kaplı yolda birkaç yüz metre sonra köyün öğretmenine denk gelir. Diyarbekirli bir bajarî (şehirli) olan öğretmen de, takım elbisesini giymiş, şehre gitmektedir. Öğretmen Kürtçe’yi, bizimki de Türkçe’yi pek bilmemektedir.

Selam, kelamdan sonra öğretmen bizimkine şehre niçin gideceğini sorar. Bizimki de eşeğinin sırtındaki odunları göstererek, odunları satmak için gideceğini ve şehirden bazı ihtiyaçlarını alarak döneceğini söyler. Bu sırada paçaları yeterince çamura batmış olan öğretmen, köylüye, odunları kaç liraya satacağını sorar. Köylü de müşteri bulursa eğer odunlarının en fazla on lira edeceğini söyler. Öğretmen o halde der, ben sana on lira vereyim, odunlarını bana sat ve odunlar yerine beni eşeğine bindir der. Köylü nasıl yani diye sorar. Öğretmen başlar anlatmaya. Bak der, şehre gideceksin. Odunların için müşteri bulup bulmayacağın belli değil der. Sonra odunların için alıcı bulsan bile bunları on liraya satıp satmayacağın belli değil diye ekler. Ben burada sana on lira vereceğim, odunları yolun kenarına bırakacağız ve onlar yerine beni şehre götüreceksin, ihtiyaçlarını alıp döneceksin, böylece hem senin hem de benim işim görülecek der.

Bizimki başta pek ikna olmasa da neticede öğretmeni kıramaz ve on lirayı alır cebine koyar. Odunları eşeğin sırtından devirir ve öğretmeni bindirir. Biraz gittikten sonra geri dönüp o kadar zor şartlar altında topladığı odunlara bakar. Yolun kenarında durmaktadırlar. Elini cebine atar, on lirası da cebinde durmaktadır. Eşeğin sırtında büyük bir keyifle oturan öğretmene dönüp “lê ezingên min?” (peki ya benim odunlarım?) diye sorar. Öğretmen tekrar izah eder; bak der, o odunları bana on lira karşılığında sattın, ben de onları yolun kenarına bıraktım, odun yerine beni şehre götüreceksin der ve yola devam et diye çıkışır. Köylü biraz da içinde kaldığı emrivaki durumdan nasıl sıyrılacağını bilemeden devam eder ama üç beş dakika sonra tekrar eşeği durdurup “lê êzingên min?” diye sorar. Öğretmen izah eder ama o, emeğinin yolun kenarına atılmasına razı olmadığı için parasını almış olsa da itiraza devam eder. Derdini de Türkçe anlatamadığı, öğretmen de Kürtçesini pek anlayamayacağı için tek bir soruda ısrar eder: lê êzingên min?

Neticede köylü, öğretmeni eşekten indirir, parasını geri verir ve odunlarını tekrar eşeğine yükleyerek onları satmak için şehre götürür. Öğretmen, yol boyunca köylünün aslında davranışının mantıksız olduğunu ve odunlar yerine kendisini şehre götürmesinin onun işini ne kadar kolaylaştırdığını anlatmaya çalışsa da, neticede köylüye hakaret de etse ve yakasından tutup darp da etse nafile. Aldığı hiçbir cevabın kendisini tatmin etmediği köylü tekrar tekrar ve usanmadan aynı soruyu sorar: Lê êzingên min?

İşte bu soru, Marx’ın kişinin emeğine yabancılaşma teorisini ve meta fetişizmini tersinden bir örnekle kavramak için yeterli olduğu kadar; kentliler ve köylüler, medeniler ve bedeviler, bajarîler ve Gundîler, dahası işgalci egemenler ve yerliler arasında belki de binlerce yıldır süren bir çekişmeyi de anlamaya yetecek niteliktedir. Nitekim olup biten aynı olsa da bu hikâyeyi Kürdistan’da iki şekliyle dinlemek mümkündür. Bir tarafta köylünün aklını ve davranışını küçümseyen ve bununla alay eden şehirlilerin, diğer tarafta ise şehirlinin kofluğunu ve emek karşısındaki nobranlığını vurgulayan köylülerin anlatımı. Bu çelişkiyi Edward Said’in “oryantalizm”ini baz alarak da okuyabilirsiniz, Margalit ve Buruma’nın “oksidentalizm”ine dayanarak da. Neticede olan, egemen olduğu için şehirli aklın, haklı dahi olsa köylünün davranışını ötekileştirmesi, anlamsız kılmasıdır. Oysa buna itiraz edilmelidir. Kendisini egemenin diliyle ifade etmeyen ve başkası tarafından da ifade edilmeyen köylü, alacağı karar yanlış dahi olsa kendi emeği üzerinde söz hakkına sahip olduğu için ahlaken, aklen ve hukuken doğru olandadır; ama bunu şehirliye -dolayısıyla Edward Said’in kullandığı anlamıyla- oryantaliste anlatmak / kavratmak büyük bir sorundur. Burada sorulması gereken şey şu olmalıdır: şehirliyi, köylünün haklılığına ikna etmek zorunluluğumuz var mıdır? Çünkü bu soru aynı zamanda merkeze kimin, neyin konulacağıyla da ilgilidir.

Hatırlatmakta yarar olacaktır. Medine, Arapça’da şehir demektir ve bundan türetilen “medeniyet” (şehirlilik) sözcüğü “uygarlık”a karşılık gelir. Medenî ise “şehirli” yani uygar demektir. Arap toplumunda bu kavramın zıttı olarak karşımıza çıkan “bedevi” ise bizdeki “köylü”ye denk gelir ve aslında “çöl göçeri” demekse de zaman içinde “kaba saba, görgüsüz ve cahil kimse” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Tıpkı bugün Türkiye’de Türkler ve artık ne yazık ki Kürtler arasında da bir hakaret olarak kullanılan “Gundî” gibi. Bütün bir İslam tarihinin kendi içindeki çalkantısı bir medeni-bedevi kavgası olarak da okunabilir. Kuran çevirilerinde dahi bu çarpıtmanın izleriyle karşılaşırız. Örneğin Kuran’da aslında tek bir ayette “bedevi” sözcüğü geçer ama meal ve tefsirlerin neredeyse tümünde Arapların olumsuz özelliklerinden bahsediliyorsa “Arap/lar” sözcüğünün yerine medenilere toz kondurmamak için “Bedevi/ler” sözcüğü bilinçli olarak getirilmiştir. (Meraklısı için Tevbe Suresi’nin 90, 97, 98, 99, 101, 120. ayetleri, Fetih Suresi’nin 11 ve 16. ayetleri ile Hucurat Suresi 14. ayet). Bu kirli bilinç, Saidê Kurdî’yi Said-i Nursi yapanlarda da neşet etmiştir ve neticede Risalei Nur’un tahrifinde Kürtlerin olumlu özelliklerinden bahsedilen yerlerde bu sözcüğün yerine Türk veya Müslüman, olumsuz özelliklerinden bahsedildiği yerlerde ise ya sözcüğe dokunulmamış ya da Kürt yerine Bedeviler denmiştir.

Hülasa;
Gundîlerin büyük bir siyasal ve fiili emeğinden, saygı duyulacak mücadelesinden sonra Kürtler de bugün böyle bir çekişmenin tam ortasındadırlar. Bir tarafta Kürtlerin emeğinin üstüne binerek Türkiye ve diğer işgalci devletler ile entegrasyonu bir çözüm olarak sunanlar, diğer tarafta ise emeğinin karşılığını daha zor da olsa bağımsız bir şekilde kazanmak isteyenler. Bir tarafta kestiğimiz odunları ve verdiğimiz canları devirip “bedelini ödedik” diyerek eşeğimize ve ülkemize binmek isteyenler var. Diğer tarafta ise emeğini her halükarda menziline ulaştırmak ve muvazaalı satış yerine hakikaten bir alışveriş yapmak, odun verip eşya almak, verdiği emeğe karşılık bağımsızlık almak isteyenler var. Kürtlerin doğal haklarından bile bahsedenlerin bugün “ilkel milliyetçi” diye yaftalanmaları ve bu yolla hakarete uğramaları tam da bu kavgadan kaynaklıdır. Uzlaşmanın daha kolay ama diretmenin daha zor ve onurluca olduğu bu kavgada, Gundîlerin karşısındakiler gerçekte kent soylu değillerdir. Bu yüzden medenî soyluluğun ve hilekârlığın yerine koydukları eksik modernlikleri ve yapay duyarlılıkları mide bulandırıcıdır. Eskiden işgalcilerimiz ve şehirlileri ile sürdürdüğümüz kavga, artık Gundîler ile yarı-kentli züppeler arasında cereyan etmektedir ve ayrışma da ancak bu yüzdendir. Gundîlerdeki samimiyet, itiraz ve bu ikna olmayış temelde bir tavrı ve hakikati temsil etmektedir ve kurtarıcı olacaktır.

Medenilere galebe çalmak ikna iledir ama Gundîlerde ikna sanıldığı gibi cebr ile değildir. Kavga sürecek ama biz Gundîleri tek bir soru aydınlatmaya yetecektir: lê êzingên me? (peki ya odunlarımız?)

İbrahim Halil Baran
 
Yorum yapın

Yazan: 09 Ağustos 2014 in Şiir Gibi

 

Etiketler:

Su Ölümleri

ağzımda dinmez yaralarla
bir türbeden geçirdiler akşamüstü
ellerimi tuttular sol göğsüme
zemzem içirip mürekkep sürdüler dilime

geçmedi evhâmım!

sanırdım içimdeki vandal kıracak billur kalbimi
tifo çarşılarında yahut çay bardaklarında
kırmızı gömleklerini yırtacaklar çatıların
kollarını damarlarıma gerdikçe yüzüklerimde toplanan ter
sanırdım içimde dilenen büyücü çalacak kalbimi

geçmedim yine de sâkin su bahçelerinden
taş bebekler soluyan
yollardan topladım iri ceylân gözlerini
sevgili sandım
duvarıma asıldıkça, bir halıda donan fincan güzelini

kabuk bağlıyordu evimizden küçük kadın ayakları
ile akan nehir ve durduk yerde çekildi sularımız
hatırlıyorum bir ikindi toplanıp aile mezarlığında
susuyorduk ki
bakır bir tasta iplerle oynayan ruhum
dökülen ceviz yapraklarından anladı değiştiğini mevsimin
kırdım çerçilerin, attarların yüzleriyle çalışan saatimi
kurudu kuyu, babamın gözyaşları doldurmaya yetmedi

ama o gençlik çağımda ben
ne bileydim susuzluktan öldüğünü sakâların
akşamüstleri kuru incirler içinde

İbrahim Halil Baran

 
Yorum yapın

Yazan: 01 Mayıs 2013 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Dotmam

(Aşkın hikâyesi değildir ama aşka dair bir hikâyedir)

I.
isim konulmamış tedirginliklerdeyim,
Fırat’tan, Dicle’den
ve en son Nil’den ıslanmadan geçiyorum…
suskunum ve hep durgun…
gözlerim yuvalarından düşmüş gibi
tebessümlerim,
hep sürgünlerdeydi zaten…

II.
sığmıyorum işte bu kente,
ruhuma dar geliyor bu meydanlar, bu şehir…
ölümün güzelleştirilmiş adındayım,
aşktayım kaç üç yüz altmış beş gündür…
kırık bir surat taşıyorum usanmadan,
pamuk ırgatlarından çaldığım
çocuk ellerimde,
karanlık harflerle seni beklemekteyim…

III.
bu karanlığa,
senden çaldığım bir iki damla ronahi ile,
çöplüklerde
bulduğum bir parça ekmek ile
bir şeyler katmaktayım
ve
sen…
…….yoksun…

IV.
ax lê de were dotmam…

geceye bulaşmıştır saçlarım
her ak düşende
gün doğdu sanıyorlar
ve sen gelmedikçe hep aldanacaklar…

V.
içime bir şair düştü gözlerinden,
mısralara sığınıyorum her gece,
kötürüm bir kadınla sevişir gibi
kambur tutuyorum ruhumu,
bir tutam tüy koparıp yüzümden
mürekkebime düşürüyorum…
her aktıkça vebalı kalemim,
her deşildikçe verem sayfalar
yutkunuyorum acılarımı
ki dotmam,
gelinciklerin sırt çevirdiği bu adam,
her gün mezar taşlarına
senin için ölülerden emanet şiirler biriktiriyor…

VI.
üşüyorum,
erirken bütün buzullar
ve
yanarken yüreğim,
göremediğim için ellerini;
üşüyorum…

VII.
geceler boğazladı beni,
kaldırımlara düştü
acıyla kefenlediğin bu kemik yığını
paslı bakışlar,
yürüyen ayaklar ve elbiseler kesti yolumu.
cebimde
sana yazılmış aşk yemincikleri buldular
çarmıha gerdiler İsa misali,
nefretinden tohumlar ektiler bedenime,
avuçlarımdan bir damla kan akınca
bu şiir defterleri düştü yere…

VIII.
bitip tükenme vakti miydi bu çocuk için,
terlemeden ağarmış bıyıklar,
şakaklara düşen kuyruklu yıldızlar
ne sunacak bu ateşe?
sessiz telefonlarda ömür tüketmek mi
düşmeliydi payıma…
parmak izlerime
adını yazmak mı olmalıydı ilk gençliğim…
döktüğüm dişlerimi
kitapçılara satmak,
kirpiklerimi buket yapıp yoluna serpmek,
çamurlara bulaşmak mı olmalıydı yaşayacaklarım…

IX.
herhangi bir kelimede tükeneceğim işte,
dayanamam bu acıya…
daha söyleyemem hiçbir şey.
dizlerimin çözüldüğünü,
bir sokakta dilendiğimi,
en büyük sadakanın
iki satır şiir olduğunu,
kötürüm kadından
kambur ruhumun artakaldığını anlatamam
acıya düşmeni,
bir şair olmanı isteyemem…
ama yeter ki sesin düşsün geceme,
ellerin dokunsun duvarlarıma
-ki ben dokunurum izlerine-
yeter ki yudumla
bu tek dudak dokunuşlu çay bardağından…
yeter ki anla…

XI.
son saniyelerimi oynuyorum bu aşkın,
sen gelmezsen,
kuruyacak avuçlarımda bütün günebakanlar,
kuruyacak geceye ektiğim dut ağaçlarım…
sen gelmezsen,
sürü sürü
ılgar atlar getirecek sana ölüm haberimi…
mirasım bir kitap,
bedenim birkaç şiir olacak.
gelincikler morgundan alacaklar cesedimi…

XII.
gelmedin işte…,
saklan şimdi dört katlı harabene
atlar geliyor
ılgar atlar getiriyor sana ölüm haberimi…
….

“bu şiir,
gecenin mürekkebiyle
herhangi bir zamanda herhangi bir denize yazıldı…
ay göründü ve deniz kabardı,
yıllar sonra mürekkep
yazılanlardan utanmadan
sadece dağıldı…
kül rengi sayfalara düştüm sonra,
gece onları yaktığımda,
uçurum diplerinde ayyaşlar
parçalanmış cesedimin gözleri önünde
taşları öpüyordu,
sevgili uykudaydı ve ben çıldırmıştım zaten…
sonra,
diriltince beni acılarım
mum alevlerine yazdım her şeyi
ve bir gün
son kelebek olup yandım o ateşte…
‘dotmam’ adını verdiğim sevgili
gelmedi hiçbir zaman.
şairler ondan rivayetler söylediyse de
onu gören, elini tutan,
gözlerinin rengini bilen olmadı asla…
yasını tuttuğum siyahlarım,
kambur gecelerin hatırına;
sığındığım gelincikler
kör olmamı fırsat bilerek sordu bir gün:
‘dotmam var mıydı?’ diye…
kaçak çay içtiğim,
lekeli mektupları okuduğum bir gün
ben de sordum bu soruyu…
‘var mıydı(m), yok muydu(m) bilemiyorum’…
acıdan başka hiçbir şey hatırlamıyorum çünkü…
var ise(m) biliyor(um)dur kendisini,
yok ise(m), onun yokluğu,
ihanetidir kalbime sapladığım hançerin
çünkü abartılı ölümler yaşıyorum şimdi
ve
mısralar tanıktır elbet
ne kendimdeyim ne de kendimdenim…
öyle ki
bu şiir en son
kaybolmasın diye bir kitaba yazıldı…”

İbrahim Halil Baran

 
Yorum yapın

Yazan: 17 Aralık 2012 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler: