RSS

Ayrıldığımızda İkimiz

Mahzun, yarı kırık yüreklerimiz
Yıllarca uzak kalmak üzere
O gün, ayrıldığımızda ikimiz
Sessiz ve gözyaşları içinde;
Solduğunda, soğuduğunda yanağın
Öpücüklerin buz tuttuğunda
Çoktan çalmıştı saati acıların,
Kader ağını örmüştü orda.

Sabahın o serin, ürperten çiyi
Alnımda donuvermişti,
O çiyler belki bu hüzünlerimin
Gözyaşlarımın işaretiydi.
Ettiğin yeminler bir bir bozuldu
Gölge düştü güvenilirliğine;
Paylaştığım yalnızca acı oldu
Senin adını işittiğimde.

Adını andıkları zaman yanımda
Kara haberdir benim için,
Bir ürperti dolanır bedenimde
Niçin bu denli sevdim, niçin?
Senden söz edip duran insanlar
Tanıştığımızı bile bilmiyor
Yürek kırgın kalacak nice yıllar
Öyle derinden, anlatması zor.

Gizlice buluşmuştuk seninle…
Sessiz, hüzünlenirim şimdi
Çünkü ruhun aldattı ruhumu
Yüreğin unuttu yüreğimi.
Eğer bir gün, uzun yıllardan sonra
Karşılaşırsak ikimiz yine
Nasıl bakabilirim, nasıl sana?
Sessizce ve gözyaşları içinde

Lord Byron

Otuz sene olmuştur bu şiirin tam metnini arayalı. 6 Eylül 2019 sabah ezanı okunurken buldum.

Doksanlı yılların başı, dostum Muzaffer ve sevgilisi -birbirlerini sevmelerine rağmen- ayrılırlarken o an yanlarındaydım.

Uzun yıllardan sonra
Sana bir daha rastlarsam
Seni nasıl selamlamalıyım
Susarak mı, ağlayarak mı?

Lord Byron’un bu şiirini küçük bir kağıda yazıp kadına verdim. Okudu, hüzünle gülümseyip cebine koydu. Muzaffer yıllarca o kağıtta ne yazdığını öğrenmeye çalıştı, söylemedim.

Emil Cioran “Aşırı ölçüde tekrarlanan kelimeler bitkin düşer ve ölürler” derken bir mezar kazıcısı olan Zulkarnain Banday’da; “Bu iş kalbimi zayıflattı. Hepsini hatırlamaya çalışıyorum… mezarları örterken toprağın sesi… kesilmiş vücutlar ve yüzler… oğullarını asla bulamayan anneler. Hafızam benim yükümlülüğüm. Hafızam benim katkım. Yoruldum, çok yoruldum..”

Kırk yıldır şiir okuyor, 30 yıldır da altını çizdiklerimi bir kenara not ediyorum. Bu blogda not ettiğim e-defterimdi, o bile on yılı geçmiş. Kalbimi dinlendirmek için okumaya başladığım şiir artık yoruyor. Roman, hikâye, deneme, röportaj… Ne okursam okuyayım şiir gibi gördüğüm cümleleri seçer oldum. Yıllardır okuduklarımı not etmekten kendime ait kelimelerim yok oldu. Başkalarının cümlelerinin arkasına saklanarak hâlimi anlatmayı alışkanlık haline getirince karşımdakine meramımı anlatamaz oldum. İlk yazdığım şiirlerden biri Mevlana türbesinin girişinde görüp not aldığım Mesnevinin ilk 18 beyitiydi. Onun son mısrası ile bu mecraya veda ediyorum; “söz uzar kesmek gerektir vesselâm”. Sürç-i lisan ettikse affola!

Ahmet Koyutürk

1 Eylül 2023 / Şirinevler

 
1 Yorum

Yazan: 01 Eylül 2023 in Çeviri Şiirler, Şiir

 

Etiketler: , ,

Kimse

Aradıkları yabancıyı, kimse, içimde buldular
yüzleştirmek için şimdi beni de arıyorlar
kimi kimden çekip alacaklar, bilmiyorum
beni kimde bulacaklar bilmiyorum: Kimdeyim
ve bende kim var ki ikimiz sanıyorlar?
Bir kez görür gibi olduğum bir rüyanın
kapısında duruyordum, sırtımda pirinç torbası
içini açık unutmuş gecede, yabancıyı o
rüyaya aldılar, pirincim hafifledi, taşı
bana bıraktılar, pirinç de gitti yabancı da!
Taşı söze çevirmeye çalıştım ve katı
şöhretini hayatın birkaç sözle hafifletmeye:
—N’olur bana taş atma, öyle ağır ki
benim taşıdıklarım, atamam bile sana!
Pirinci taşla yüzleştirdiler rüyayı gözle
benden yabancıyı çaldılar ve ondan beni,
birbirimize benzettiler bizi: İki kimsesizliğe,
ve az geleceğini bile bile aramızdaki
uzaklığa, ikiye saydılar birimizi pirinç
gibi şımarık birimizi taş yerine fazlalık

Atın beni içimden kimse yok artık!

Haydar Ergülen
-40 Şiir ve Bir/nar-

 
Yorum yapın

Yazan: 31 Ağustos 2023 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Paris, Teksas ((1984) İki insanın birbirlerine karışacak derecede yakınlaşması ve geri dönüşü olmayacak derecede uzaklaşmasının hikayesi

Paris, Teksas: Yüzdeki Hikâye

Aralarındaki kopukluğu ve artık bir araya gelemeyeceklerini görsel olarak bildiren bir cam var aralarında. O kulüpte çalışan Jane vitrinde; bir fantezi mizanseninin içinde, bir kutuya kapatılmış gibi. Müşteri kabinindeki Travis’i göremiyor, sadece sesini duyabiliyor. Filmin başında bir dilsiz olarak tanıdığımız Travis hiç susmayacakmış gibi konuşuyor, konuşuyor… Başka bir çiftin hikâyesini anlatır gibi uzun uzun anlatıyor kendi hikâyelerini. Ondan çok daha genç olan Jane’in hayatını şiddetli bir kıskançlıkla nasıl mahvettiğini, nasıl alkolik olduğunu, Jane’i kendisinden kaçacak diye nasıl resmen zincire vurduğunu… Travis’in aynalarda ne gördüğünü, neden kendisinden kaçtığını iyice anlıyoruz artık. Şimdi anlattığı o karanlık geçmiş zaman boyunca zihnindeki hangi düşüncelere, ağzından çıkan hangi sözlere şekil vermiş dilden neden uzaklaşmak istediğini. Filmin başında, o az konuşmasıyla meşhur, o sessizlikle erkekleşen kovboyların mizanseninin içinde, çölde sessiz sedasız yürürken, erkekliğinden de uzaklaşmaya çalıştığını.

Değişimin Sınırları

Bu uzun sahne boyunca Travis ve Jane arasında akan duyguları, ağızlarından çıkan her bir sözle birlikte ilişkilerinin nasıl bir değişim geçirdiğini, ikisinin kadraj içindeki pozisyonlarından, değişen ışık denklemlerinden, kimin kimi hangi anda görüp göremediği üzerine kurulu sinematografik oyunlardan takip ediyoruz. Sonunda, ikisi de içini döküp birbirlerini anladıkları anda, aralarındaki camın yüzeyinde ikisi tek vücut oluyorlar; kelimenin gerçek anlamıyla. Ama bu bir mutlu son değil. Tekrar bir araya gelince mutlu olacaklarına inanmıyor Travis. Aradan geçen dört yılda değişmiş evet, ama o kadar değişmiş ki, değişiminin sınırlarını bilecek kadar, kendini bilecek kadar değişmiş.

Ayça Çiftçi

altyazi.net

DOĞRUSAL OLMAYAN YOLLARDAN GEÇEN FİLM: PARIS, TEXAS

Bir tarafta alkolik, güvensiz ve takıntılı bir erkeğin diğer tarafta oldukça güzel, gencecik, maceracı ve deneyimsiz bir kadının hikayesinin muhteşem diyaloglarına tanıklık ediliyor. Ölçüsüz sevginin ölçüsüz kıskançlıklara sebep olduğu ilişkide iki aşık, aşkın her daim yüksek ve tutkulu olabileceği yanılgısına düşüyor. Daha önce Travis’in anne-babasının ilişkisinden bahsetmesi seyirciye geçmiş travmaların, sevginin doğru tanımlanmadığı karakterlere etkisini gösteriyor. Tıpkı Shakespeare’in de söylediği gibi ‘şiddetle başlayan haz, şiddetle son buluyor.’ 

Aşkın ve kaybın bu melankolik hikayesi güçlü anlatımı ve Amerikan manzarasının renkli ışık oyunları içinde sunulmasıyla kendini anlamayı, affetmeyi ve yeniden harekete geçmeyi seyircilere aktararak kült filmler tarihindeki yerini alıyor. Bazen sevdiklerimizi belki de onları sevdiğimizden daha çok incitiriz ve bu can yakıcılığı kabullenmenin güçlülüğü karşısında sevgimizin sınırsızlığının ardına saklanırız. Her kültürde ve her coğrafyada yüceltilen aşk ölçüsüz olur mu yoksa kişiler sadece varoluşsal buhranlarını ve bütünlük arayışlarını anlık heyecanlarla aşk yanılsaması olarak mı görmektedirler? Belki bu sorunun cevabı hiçbir zaman netlik kazanamayacak ancak iki insanın birbirlerine karışacak derecede yakınlaşması ve geri dönüşü olmayacak derecede uzaklaşmasın eşsiz bir örneğini veriyor Paris, Texas. Ufukta birleşen tren rayları gibi, hayatlarının bir noktasında yeniden karşılaşan aşıklar, tıpkı gerçekte tren raylarının birleşmemesi gibi yeniden bir araya gelmiyorlar. 

Mina Kara

temsil.org

Paris, Texas (1984): Başlangıç ve Bitiş Noktasında…

Travis, Hunter ile kurduğu bağ sayesinde çoktan umudunu kestiği toplumun içinde tekrar yer bulmaya çabalar. Wenders çocuk metaforunu geleceğin inşası için tutunulacak bir dal olduğu kadar, geçmişin karanlığından gelen ve hataları simgeleyen kanlı canlı bir örnek olarak da kullanır. Travis ve Jane’in Hunter’ın varlığını kabul etme biçimlerinin farklı olmasının sebebi, toplum içinde kendilerini konumlandırdığı noktadan kaynaklanmaktadır. İkisi de yıkımdan kaynaklanan yas sürecini farklı yaşamaktadır. Travis toplumdan kaçarak, Jane ise toplumun içinde silikleşerek yaşamını sürdürür. Bunu biraz açalım: Çalıştığı seks kulübünde Jane ile müşteriler arasında, odayı tamamen kesen bir ayna bulunmaktadır. Sorgu odalarındaki gibi, müşteri Jane’i görebilmekte, talimatlar verebilmekte ancak Jane aynada kendi yansımasını görmektedir. Wenders göre Travis’in yalnızlığını ile Jane’in yalnızlığı arasında bir fark yoktur. Hatta oğluna az miktarda da olsa para gönderen, en azından duygusal bağı koruyan Jane’in, bu yas sürecinde, korkuları baki olsa bile, daha makul / cesur olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Travis duygusal hezeyanları arkasına sinmiştir. Yas’ın sonucu olan kabullenmeden uzaktır.

Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler. Travis Jane’in çalıştığı kulübe gider. Neden kaçtığını açıklamaya çalışır. Ancak Travis tüm bunları anlatırken dahi kaçmaktadır. Sandalyede arkası dönük oturmasının sebebi yüzleşmeden kaçınmasıdır. Oysaki Jane bulunduğu ortamdan onu göremez. Travis ve Jane duygularını dışa vurdukları bu yüzleşme bir terapi seansına dönüşmüştür. Bu terapi seansından anlarız ki yalnızlık ve acı ile harmanlanıp kendine yabancılaşmış Travis ile büyük bir öz yıkım yaşayıp bezmiş Jane’in aşk paydasında buluşabilmeleri artık oldukça zordur. Wenders, aşktan çok kabullenme ve yola devam etmek ile ilgilidir.

İnsanların nutkunun tutulduğu, kelimelerin anlamını yitirdiği anlar vardır. Bu tip durumlarda genelde ne yapacaklarını bilemezler, kilitlenip öylece bakakalırlar. Bu, tam olarak şaşırmaktan da değil, daha çok kendini ifade edememe duygusundan kaynaklanır. Travis’in Jane’i yıllar sonra ilk gördüğü anda konuşamamasının sebebi ile Jane’in Hunter’ı gördüğünde donup kalmasının sebebi, kendini ifade edememelerinden kaynaklanır. Ancak Hunter’ın Jane’e içtenliği sarılması, Travis ve Jane’in suretlerinin aynada birleşmesi gibi Wenders’ın yaptığı basit dokunuşlar; iç içe geçmiş, çözülmesi zor bir düğüme dönüşmüş yas sürecini normalleşmeye çevirme çabalarıdır. Peki, Travis neden gelecek vaat eden bu mutlu aile tablosunu bozar, en azından bir kez daha denemez? Bu izleyicinin beklentileriyle oynamak değildir. Hikayenin sonuçlandığı ana kadar Travis, patolojik olarak sorunlarını aşamadığı ve yüzleşmeyi tam gerçekleştiremediği için bir fedakârlık yapmak zorunda kalır. Her şeyin farkındadır. Gerçekliğin getirdiği sahici bir umutsuzluğa saplanmıştır. Travis için yas süreci devam etmektedir, ne kendisine ne de çevresine güvenmektedir. Kendisinin de ifade ettiği gibi: “Yüksekten değil, düşmekten korkmaktadır.”

Gökhan Gök

cinerutuel.com

Geçmişi Tüketmek: Paris, Texas

Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler ve filmin her dakikasında karakterlerin iç mücadelesine tanıklık ederiz. Wenders’ın basit bir anlatıcıdan çok daha fazlasını amaçladığı aşikardır. Amacı, imkânsız görünen bir uzlaşı ve yabancılaşıp yas sürecine dönüşmüş bir ilişkiyi yepyeni bir düzlemde ele almak ve sözlü ikrarların da yardımıyla geçmişi kapatmaktır. Filmde geçmişini kabullenenin yola devam etmesi gerektiğini savunulmuştur. Geçmişe dönmenin, geleceğe adım atmak kadar acı verici olduğunu farkına varan Wenders, izleyicinin dahi bu sonucu kolay kabul etmeyeceğini bilir…

Deniz Ulu

Der Himmel Über Berlin’den Paris-Texas’a: Kameranın Şairi Wim Wenders

Yol üçlemesinden sonra Wenders filmografisindeki bana göre en değerli iki parçadan biri olan Paris Texas (1984) yalnızlık, sevgi ve kendini arayış hakkında zamansız bir hikayedir. Film, yolunu kaybetmiş bir adamın kendi ayak izlerini takip ederek geçmişine dönüş öyküsünü anlatır. Ana kahraman Travis bir zamanlar evlidir ve küçük bir oğlu vardır. Sonra her şey ters gider, Travis karısı ve çocuğundan uzaklaşır ve akli dengesini yitirip kendini yollara vurur. Film, Travis’in ailesini tekrar bulmasını; kendisi, ayrılığı ve gecen zamanla yüzleşmesini konu alır. Akli dengesini kaybediyor dedik ama aslında Travis deli değil, kendisine yabancılaştığı için uzaklaşır. Yitirmenin yarattığı kederin içinde kaybolur, neşeli evliliğinin alkol bağımlılığı ve kıskançlık krizleri yüzünden son bulması onu umutsuzluğa ve kendi kendisini cezalandırdığı amaçsızlığa sürükler.

Travis ve annenin yüzleşmesi ayni zamanda sinema tarihinin en büyük monologlarından birine sahne olur ve dokunaklı bir mizansende gerçekleşir. Annenin bulunmasıyla dağılmış aile portresi bir araya gelmiştir ancak Travis daha önce “deliliğinden” dolayı uzaklaştığı ailesini bu defa fedakârlık yaparak terk edecektir. Buruk bir mutluluk duygusu hakimdir filmin finaline. Anne-oğul kavuşmasını uzaktan izleyen Travis, Arzunun Kanatları’ndaki (yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğimiz) koruyucu melek Damiel gibidir; sever, hisseder, önemser, empati kurar ama dokunamaz. O sansa sahip değildir. Travis’e çizilen karakter arketipinin kaderidir bu; kayıp ruhları kurtaran ve bazen onlara aşık olan ancak günün sonunda yalnızlığıyla baş başa kalan masalsı kahramandır bir yerde. Hissedebilir ama yaşamaya hakkı yoktur. Manevi duygular onun dünyasında somut yaşantılara dönüşemez. İşte bu yüzden Travis anne-oğul kavuşmasını sağladıktan sonra kendi yalnızlığında kaybolur. 

Mustafa Sayır

bagimsizsinema.com

Samimiyet Peşinde Yorgun Bir Amerikalı

Yine filmin artılarından biri burada inşa edilen aksak dünya hayatı vurgusunun içinin çok katmanlı bir işçilikle doldurulmuş olması. Örneğin “Dünya hayatı neden aldatıcı deneyimlerle doludur?” Film bu soruyu kendisi bir yandan kurup bir yandan cevaplarken aynı zamanda sorunun tam olarak cevaplanamayacağını da ifade ediyor. Travis’in bir anlamda sıfır noktasından medeniyetin sözde en zirvesine Los Angeles’a doğru çıktığı yolculukta karşılaştığı medeniyetin güzelliklerini bir ilaç gibi sunan reklam tabelaları, otoyollar, moteller…

Filmin daha sonraki bölümleri içinse aile hayatı, çocuk sahibi olmak, düzenli bir işinin olması… Şiirsel olarak tasarlanmış görsellik, renklerin kurulması ve ardından yoğun bir şiddetle arzuladığımız tüm bu güzelliklerin bizdeki yaralara merhem olmak yerine onları kaşıyan hatta o yaraların oluşmasına esas sebebiyet veren unsurlar olarak kurulmuş olmaları…

Biz bir güzelliğe doğru gittiğimizi sanırken ortaya öyle bir sonuç çıkarıyoruz ki! Bu sözde güzelliğe doğru yaptığımız tercihlerle ortaya öyle bir medeniyet çıkarıyoruz ki! Bu öyle bir yara ki kendini doğaya vurup sonsuza kadar dolaşabilsen bile iyileşecek gibi değil.

Filme göre Travis’in arayışı içi boş bir arayış daha doğrusu ulaşmayı hayal ettiği hedeflere yönelik hissettiği samimiyet, bir aldanma veya kendisini aldatması sonucu ortaya çıkmış çünkü orta yol aşılmış, ölçü kaybedilmiş, muvazene bozulmuş. Medeniyete ihtiyaç duyuyor ama ona ölçüsüzce saldırıyor, susuzluğunun üzerine buzları yutması gibi. Tabii ki bayılarak da bunun bedelini ödüyor. Aynı şey Travis’in yaşadığı ilişki için de geçerli. Kendinden oldukça genç bir kadınla evlenip onun isteklerine uyum sağlayamadığı için ailesini kaybetmek durumunda kalıyor.

Travis için gamsız denilemez aslında fakat öyle veya böyle çocuğunu bir şekilde yüz üstü bırakmış. Çocuk amcasına baba, yengesine de anne demek zorunda kalmış. Travis’in geri döndüğünde çözmesi gereken problemlerin başında dört senedir görmediği oğlu Hunter ile olan ilişkisi geliyor. Travis, Hunter’a yaklaşmaya çalışsa da onun gönlünü kazanamıyor.

Mustafa Furkan Özren 

guncesinema.com

Filmler birileri onları izleyince var olurlar.”

Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.

Kötü bir fıkranın ilk cümlesi gibi gelebilir kulağa ama gerçek: Bir İsrailli, bir Brezilyalı, bir İngiliz ve ne idüğü biraz belirsiz bir Türkiyeli (ben), Zürih’in en lüks otellerinden birinde oturmuş Wim Wenders için röportaj sıramızı bekliyorduk. Wenders, 14. Zürih Film Festivali’nin onur konuklarındandı. İsrailli ve Brezilyalı gazeteciler dünyadaki film festivallerinin gediklisi oldukları için Wenders ile neredeyse ahbaplardı – ya da en azından bana öyle anlattılar. Wenders bütün gazetecilere normalden uzun zaman ayırmak istediği ve kalabalık grup röportajları istemediği için bekleyişimiz daha süreceğe benziyordu. Haliyle kaynaşmak kaçınılmazdı. Brezilyalı beş senedir Los Angeles’da yaşıyormuş. İsrailli gazeteci ise bir dönem sık sık İstanbul’a geliyormuş çünkü Türkiyeli bir erkek arkadaşı varmış. Ancak ailesi çocuğun bir erkekle ilişkisi olduğunu öğrenince, çocuğu zorla amca kızıyla evlendirmiş ve o zamandan beri hiç haber almamış çocuktan. İsrailli hikâyeyi üstünden seneler geçmiş olmasının verdiği rahatsız bir rahatlıkla anlatsa da masaya koskoca bir burukluk çöktü hikâyesi bittiğinde. Sonra da o burukluğu bozmak için olsa gerek, gülerek “İstanbul çok değişmiş diyorlar, doğru mu?” dedi.

Öyle yanlış bir yerden girmişti ki konuya, Wenders aramıza katılsa bir şişe de rakımız olsa o masadan ne filmler çıkardı! Ancak ne rakı vardı ortalıkta ne de Wenders’la röportaj sıramın geldiğini belirten bir hareket. Her yabancıyla aynı konuları konuşmanın verdiği sıkkınlıkla “Eh değişti, her yer değişiyor, Brezilya’daki seçimler ne oldu?” diyerek ben de pası Brezilyalı’ya attım ama nafile bir çabaydı, ne yaparsam yapalım politikaya dalmıştık bile. Yeni gelinlerin altın gününde kaynanalarını çekiştirmelerinden hallice, devlet başkanlarımızı çekiştirirken nihayet kapı açıldı; “Heja, Wim seni bekliyor,” dedi çok tatlı bir basın danışmanı.

Kalktığım masadaki ruh hali üstüme yapışmış olacak ki röportajımız da bu konularla başlayıp bu konularla bitti…

ÖNCE DETAYLAR…

Siyah çerçeveli gözlüğünün camları o kadar kalın ki gözleri dev iki balık gözü gibi görünüyor 1945 doğumlu Wenders’ın. Bu da ona daha ulvi bir hava katıyor bence. Zaten ne yaparsa yapsın karizmatik olmaktan kaçamaz gibi. Yaşlı ve iri ellerindeki gümüş yüzükleri, eskimiş hatta eskilikten incelmiş gibi duran ceketinin temizliği ve kırışıksızlığı saçlarının muntazam taranmış duruşuyla çok uyumlu. Sorulara öyle hemen cevap vermiyor, iyice dinliyor ve düşünüyor. Hatta bu boşluklar yüzünden tedirgin olup biraz fazla laf kalabalığı yaptığımı söyleyebilirim. Şimdi bu röportajı çözerken bir kez daha düşünüyorum ama hâlâ karar veremiyorum: Sesinde ve kelimelere yaptığı vurgularda umutsuzluk mu var yoksa yaşını başını almış, artık kendini kanıtlamaya ihtiyacı olmayan bir yaratıcının huzuru mu? Belki de ikisi birden vardır.

Diğer gazetecilerle dünyanın durumunu konuşuyorduk. İsrail, Brezilya, Türkiye, İngiltere… Sizce neler oluyor hepimize böyle?

Ne mi oluyor? İnsanların geçmişe, tarihe dair hiçbir fikirleri yok. Herkes geçmişin çok iyi olduğunu anlatıyor. Ulusalcılığın da çok iyi bir şey olduğunu söylüyorlar. Her şeyden önce Brezilya, önce Amerika, önce İtalya, önce İsrail, önce Türkiye… Herkes aynı tezgâhta. Ama kimse geçmişte bu durumun yani ulusalcılığın insanlığı nerelere sürüklediğini anlatmıyor. İnsanların tarihe dair bir fikirlerinin olmaması gerçek bir felaket bence.

Az önce Brezilyalı gazeteci, Brezilya’daki Alman konsolosluğunun “Nazizm nedir” konulu bir video gösterimi yaptığını çünkü insanların Nazizmi solcu bir görüş sandığını anlattı. Sosyalizm diyerek ortaya çıkmış Nazizm ama orada kalmamış ki… Yani tam da dediğiniz gibi… Tarih bilgisinin yetersizliği…

Evet, bu çok acı. Sadece tarihi öğrenerek hataları görebilir ve bu hataları tekrarlamaktan kaçabilirsiniz. Ama insanlar aynı hataları tekrarlamaya yeminli gibiler.

Peki tüm bunların, dünyayı saran faşizmin uzun vadede sanatı, sinemayı, müziği nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Kriz zamanlarının genelde sanatsal anlamda güzel meyveleri olur ama bu kez sanki korku ve depresyon hâkimiyeti çok fazla.

Karanlık dönemlerde sinemanın her zaman çok önemli bir işlevi olmuştur. Hatta belki de filmler bu yüzden yapılır; bizi içinde olduğumuz delikten çıkarmak için! Hepimiz o duyguyu biliriz; sinemadan, bir filmden çıkarsın ve dünyayı yeni bir çift gözle görmeye başlarsın. O nedenle dünyanın en feci felaketlerinin bir kısmından aşırı iyi filmler çıktı. Ama şu anda sinema bize yardım edemez. Yine de aslında Amerika’da oldukça başarılı politik filmler yapılıyor. Türkiye’yi bilmiyorum. Türkiye sinemasında yakın zamanda neler olduğunu pek bilmiyorum. İşinizin daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Türkiye’deki sinemacıların seslerini daha çok duyurması gerekli. Gerçi bunları yazabilir misin, onu bile bilmiyorum…

Eski filmlerinizi onardınız, dijitalleştirdiniz. Bunu yaparken “keşke farklı yapsaydım” dediğiniz oldu mu?

Hepimiz her zaman geçmiş işlerimizin bazısı için bunu söylemiyor muyuz? Benim durumum biraz farklı çünkü o filmler artık bana ait değil. Bir vakıf kurdum biliyorsun. Vakıf temel olarak halka ait bir kurumdur. Yani filmlerim de halka ait. O nedenle onlar hakkında konuşmak benim vazifem değil artık. Bu da iyi hissettiriyor çünkü bu filmlerin hepsi insanlar için, halk için yapıldı. Belli bir yaşa geldim ve bunu şimdi net görebiliyorum: Filmler bir kişi onları yaptığı ve sahip olduğu için var olmazlar. Bir DVD’de ya da ekranda bulununca da var olmazlar. Filmler sadece birileri onları izleyince, kullanınca var olurlar.

KUTSAL İNEK: EKONOMİ

Son filminiz Pope çok tartışıldı. Hatta bazı sahnelerinin değişeceği söyleniyordu…

Hayır, asla! Tek sahnesine bile dokunmam. Mümkün olduğunca çok yerde gösterilmesini istiyorum çünkü bu film sadece Hristiyanlar ya da Katolikler için değil. Herkes için. Üstelik Papa’nın en yakın arkadaşı, Beunes Aires’de bir haham. Yani kim bu filmin sadece tek bir dinin mensuplarına göre olduğunu söyleyebilir ki?

Aslında filmden ziyade Papa’nın kendisi çok eleştirildiği için film de bu kadar tartışıldı sanırım…

Papa’nın sözleri cımbızlanarak yanlış yansıtıldı. Hem de fena şekilde. Kendi kilisesindeki sağcı ve mutaassıp kesim tarafından çok acımasızca eleştirildi. Ama Papa kilisede şeffaf bir politikanın olması için savaş veriyor. Tüketim toplumunun alışkanlıklarına ve liberalizme karşı duruyor. Bunlara karşı çok temel birtakım etik değerleri savunuyor. Fransız Devrimi sırasında bu değerler oldukça iyi bir şekilde belirtilmiş ve kurulmuşlardı. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik gibi temel değerler bunlar. Oldukça cesur bir şekilde savaş veriyor. Tabii ki bu savaşı Tanrı inancıyla veriyor; kardeşliği, birliği ve eşitliği savunuyor. Politikacılar birliği unutmuş durumdalar. Hangi dinden ya da ülkeden olurlarsa olsunlar birlik ve eşitlik karşıtı düşünceleri savunuyorlar. Bütün ülke liderlerine karşın sadece ve sadece Papa çıkıp birlik olmaktan bahsediyor. İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika’da, Fransa’da, Brezilya’da, Rusya’da aklına gelen her yerde “kutsal inek” ekonomik büyüme. Tüm politikacılar tüketimin ve ekonomik büyümenin artmasının faydalarını anlatıyor. Sadece Papa çıkıp açık açık “Büyümeyi değil; dünyada daha fazla insanın dünyanın zenginliklerinden faydalanmasını geliştirelim” diyor. Çünkü dünyanın zenginliklerinden faydalanamayan milyonlarca insan var. Bu kadar açık konuştuğu ve haklı olduğu için de çok fazla düşmanı var.

Bu konuda aslında oldukça sağlam açıklamaları var ama zaten bilinip göz ardı edilen şeyler değil mi hepsi?

Evet. Dünyanın gidişatından, küresel ısınma ve tüketim alışkanlıklarımızın zararlarından en çok fakir insanların etkilendiğini bilimsel olarak da kanıtladı. Her şeyden önce bu dünyayı kendi ellerimizle katlediyoruz bu bir ve ikincisi de bu katliamdan en çok en fakir olanlar zarar görüyor. Bunu bağıra bağıra söyleyen başka kimse de olmadı.

Belki de California’daki yangınlarda yaşandığı gibi zenginler de küresel ısınmanın ve diğer durumların sonuçlarından zarar görmeye başlayınca uyanacaktır insanlar.

Evet o yangınlarda bir kere de olsa zenginler de acı çekti ama sonunda hepimiz, her birimiz acı çekeceğiz. Bu gidişatın sonuçları hepimizi etkileyecek, payımıza düşeni alacağız, acıyı paylaşacağız. Oysa insanlar paylaşmayı unuttu.

Öte yandan günümüz gençleri geçmiş jenerasyonların hepsinden daha fazla bilinçli ve farkındalık sahibi. Ellerini taşın altına koyan, koymaya hazır bireyler. Bu size umut vermiyor mu?

İnanılmaz gençler görüyorum. Ekoloji için, eşitlik için savaşan bilinçli gençler hatta çocuklar var. Koca bir jenerasyonun kadınların hakları için mücadele ettiğini görüyorum. Gelmiş geçmiş en büyük hareketlerden biri bu. Yaşı daha büyük kadınlar tarafından da destekleniyor ama gençler öncü oldu. Tüm bu hareketler bana çok umut veriyor. Daha 10-12 yaşında olup gerçekten bilinçli olan çocuklara güveniyorum.

Bu çocuklar sizin yeni izleyicileriniz aslında. Onları diğer nesillerden farklı kılan bir başka şey de her konuda acımasızca yorum yapabilmeleri, ellerindeki telefonlarla film çekebilmeleri ve her konuda kritik yapma hakkını kendilerinde görmeleri… İzleyicideki bu değişim sizi ve sinemayı nasıl etkiliyor?

Sosyal medyanın en harika yönü bilgiye ulaşmayı kolaylaştırması. O kadar da harika olmayan yönü ise insanları izole etmesi, birbirinden uzaklaştırması. Çoğu insan artık birçok şeyi birebir tecrübe etmektense ekranda izlemeyi tercih ediyor… Ben yakınlıktan, insanlarla bir arada olmaktan yanayım.

Bu yüzden mi Twitter ya da Facebook kullanmıyorsunuz?

Neden kullanayım? Ben film yapıyorum. İnsanlara dokunmayı seviyorum. Yakınlığı seviyorum. Gözünün içine bakmayı tercih ediyorum. Filmler sinemada insanları bir araya getiriyor. Festivaller de bu yüzden güzel.

Wim Wenders

2018

Röportaj: Heja Bozyel

 
Yorum yapın

Yazan: 27 Ağustos 2023 in Şiir

 

Etiketler: ,

Duyulan Gülümseyişi Yaprakların

Duyulan gülümseyişi yaprakların,
Yalnızca bir esintisin sen.
Ben seni seyrediyorsam, sen de beni,
Kimdir ilk gülümseyecek olan?
Gülüyor şimdi ilk gülümseyen.

Gülüyor ve hemen bakıyor
Baktığı belli olmasın diye
Aralarından rüzgârın estiğini
Hissettiğiniz yere. Bir rüzgâr
Bütün bunlar, bir gizlenme.

Ama o bakış, o uzun uzun bakış
Bakmadığın yere, geri geldi;
Ve biz durmuş konuşuyoruz
Hiç konuşulmamış olanı.
Bu bir son mu yoksa bir başlangıç mı?

Fernando Pessoa

 
Yorum yapın

Yazan: 26 Ağustos 2023 in Çeviri Şiirler, Şiir

 

Etiketler: ,

Dervişin Teselli Koleksiyonu 2 Klasik Metinlerle İyileşme

Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.

Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… 

Batı’nın Tesellisi

Cor ne edito”-“Yüreğini yeme!” Biraz sert söylemek gerekirse içini dökecek arkadaşı olmayan kişi, kendi yüreğini kemiren bir yamyamdır.

Dostluk, sevinçleri iki katına çıkarırken kederleri yarıya indirir. Sevincini dostuyla paylaştığında daha mutlu olmayacak, kederini paylaştığında da acısı yarıya inmeyecek kimse yoktur. (Bacon)

***

Kaderinden kaçmak için yolunu değitiren / Çoğu zaman kaçtığı yerde karşılaşır kaderiyle.

Ne kadar büyük de olsa keder, / Zaman kuşunun kanatlarına binip gider. / Aynı kuş getirir yeniden / Sevinçli ve mutlu günleri 

İnsan teselliyi başta kendine vermeli. / Derdinizi sizden daha iyi kim anlar? 

Tehlikeden kaçamıyorsan onun karşısında cesaretle durmayı bilmelisin. 

Zorda kalanın kafası iyi işler. (La Fontaine)

***

Mutluluğun er geç geleceğine bütün kalbiyle inanırdı ki aslında bu, mutluluğun ta kendisiydi.

Bir dertten kurtulunca kendimize yeni bir dert aradığımız da olur. (Austen)

***

Aşırı keder güldürür, aşırı neşe ağlatır. (Blake)

***

Böyle sürekli mutsuzluktan söz açıp durman, korkarım ki bir gün seni gerçekten mutsuzluğa uğratacak.

..

Kederi erken tanıdım, sürgünle tanışarak… Iftiraların ve içi kin dolu cahillerin hedefi de oldum. Fakat yine de yüreğimi özgürlük ümidiyle ve sabırla güçlendirdim. Mutlu günleri beklerken dostlarımın mutlulukları tatlı bir teselli oldu bana… (Puşkin)

***

Şu işe bak, zindandan o kadar ürken ben, şimdi oradayım ve bir an bile kedere boğulduğumu hatırlamıyorum! Demek ki bir işin korkusu, kendisinden yüz kat betermiş. 

İki uç nokta -duygusallığın gereğinden azlığı veya fazlalığı-, insanı olaylara gerçekçi yaklaşma yeteneğinden yoksun bırakır. 

Ne suçluyor ne de onaylıyorum, yalnızca gözlemliyorum. (Stendhal)

***

Duygularımız ne kadar da değişken, büyük acılar çekerken bile yaşama sevgi ile nasıl da sarılıyoruz!

Mutluluk ya da felakete böyle incecik bağlarla bağlıyız. (Shelley)

***

Geçmişte ele geçen ve az çok bir haz yahut mutluluk vaat eden firsatları değerlendirememekten ötürü üzülüp pişman olmak, bir insan için ne büyük budalalıktır! Şimdi onlardan geriye elimizde ne kalacaktı? Bir hatıranın gölgesi sadece.

Münzevi halde geçirdiğimiz bir dönemin håletiruhiyemiz üzerinde böylesine olumlu etkilerinin olması büyük oranda, bu şekilde yaşamanın başka insanların gözünden uzak kalmaya, böylelikle onların olası yorumlarını dikkate almamaya dayanır. (Schopenhauer’)

***

Sadece dar görüşlü kişiler bir duygudan kurtulabilmek için senelerce bekler. Kendi kendine söz geçirebilen bir kişi nasıl kolayca bir zevk icat edebiliyorsa acılarını da aynı kolaylıkla dindirebilir. Duygularımın elinde oyuncak olmak istemiyorum. Duygularımı ben kullanmak istiyorum, onların tadını çıkarmak ve ayrıca onlara hükmetmek!

Bu dünyada iki trajedi vardır. Birisi insanın istediğini elde edememesi ve diğeri de onu elde etmesidir. Sonuncusu daha beterdir. (Wilde)

***

İşin doğrusu kalbimiz, bizim de acı çekmeye başladığımız noktaya gelinceye kadar başkalarının yaşadığı musibetleri umursamaz. Hemen her zaman bizi de etkilemeye başlayana kadar ötekilerin acılarına duyarsız kalırız.

Altın, bakır, kurşun, çelik fitratta insanlar vardır… Her in- sanın kendi limitleri vardır. Bu metallerin her birinden farkl makineler yapılabilir. Fakat zayıf olanlardan güçlü olanlarla eşit verim almayı bekleyemezsin. Demir madeni eğiterek altın hâline getirilemez. (Twain)

***

Hüzün verme özelliği, nesnelerin ve hadiselerin içinde bu lunmaz. O, bize ait düşüncelerin ürünüdür.

Biz ilerledikçe uzaklaşan bir hedefi umutsuzca takip etmenin hiçbir anlamı yoktur. 

Kederlerin pek çoğu ile sadece onları kabullenerek başa çıkılabilir. (Durkheim)

***

Anlamaya çalışmamak, tahlil etmemek… Kendini doğayı görür gibi görmek; duygularını bir manzarayı seyreder gibi seyretmek… Bilgelik denilen şey olsa olsa budur.

….

Dünya, onu sürekli düşünelim diye değil, ona bakalım ve onunla uyum içinde olalım diye yaratılmıştır.

Yoksullar da bende merhamet uyandırıyor zenginler de… Ama zenginler daha fazla. Çünkü onlar daha mutsuz. Yoksul biri, yoksulluktan kurtulursa mutluluğa ereceğini düşünebilir. Mutsuz bir zengin ise mutlu olmanın herhangi bir yolu kalmadığını düşünür.

Talih de insana benzer. Eğer bize yaptıklarından pek de etkilenmediğimizi gösterebilirsek işte bizi o zaman rahat bırakır. (Pessoa)

***

Kişi, zevk esnasında kendini, varlığını unutur, bir başkası olur, âdeta bir yabancı… Ve insan ancak acıyla içine döner, kendine gelir, kendi olur. (Unamuno)

***

Zorlukları fark ettiğimde korku ve kızgınlık, yerini adım adım merhamet ve hoşgörüye bıraktı ve sonraki bir iki yıl içinde merhamet ve hoşgörü de gitti ve yerine hepsinden daha büyük bir kurtuluş olan, “şeyleri kendi doğasında düşünme özgürlüğü geldi.

Boş ver, iyidir yaşamak, her şeye rağmen dayanılabilir yaşamaya… Pazartesiyi salı izler, sonra da çarşamba olur. Bilincin gelişir, kimliğin güçlenir; acılar, olgunlaşma içinde eritilir. Nasıl da hızlı akar ırmak, ocaktan aralığa doğru! 

Her şeye rağmen sıcaktı güneş. Her şeye rağmen üstesinden geliyordu insan. Hayat, bir şekilde, günleri birbiri ardına eklemenin bir yolunu buluyordu, her şeye rağmen. 

Mutluluk sessiz, sıradan şeylerdedir. Bir masa, bir sandalye, sayfaları arasına kağıt bıçağı sıkıştırılmış bir kitap. Ve gülden düşen taç yaprağı ve biz sessizce otururken titreyen ışık… (Woolf)

***

Aziz dostum, bi kez düştün mü kalkmak için vakit kaybetmeyeceksin. 

Kaderimize yazılmış pek çok hazin hatıra vardır ki bunlara sürekli kafa yormaya başlarsak yaşayanlar arasındaki işlerimizi sürdürebilmemiz için gereken gücü bulamayız.

Ölüler, dirilerden daha çok çiçek alır çünkü pişmanlık, minnettarlıktan daha güçlü bir duygudur. Zaman, geri döndürülemez. Suyu tutmaya çalışmak gibi bir şey. (Joyce)

***

Geçmişe dönüp baktığın zaman, sana yaşarken tahammül edilmezmiş gibi gelen dönemleri beğeniyorsun en çok. 

İnsan, felaketi serinkanlılıkla karşılamalı, onun üzerinde tefekkür etmeli ve ondan bir yarar çıkarmalı.

İnsan, artık peşinden koşmadığı ve istemediği dönemler elde eder bazı şeyleri. (Pavese)

***

İnsan, kendi mutluluğuna engel olmak yolunda oldukça becerikli bir varlıktır. (Gide)

***

Nerede olursan ol, kendi iç dünyanı sığınırsın.

Öyle bir zaman gelir ki acı, kendiliğinden duyulmaz olur.

İyi ya da kötü şeyler sona erdiklerinde geride bir boşluk bırakırlar. Sona eren kötü bir şeyse o boşluk kendiliğinden kapanır ama yok iyi bir şeyse boşluğu kapatmak için ondan daha esaslı bir şey bulman gerekir.

….

Her şey için bir bedel ödersin. Ben, sevdiğim şeylere kavuşabilmemin karşılığını ödemişimdir, onun için günlerin iyi geçer. Bazen istediğin şeylerin iç yüzünü öğrenerek baze tecrübe edinerek bazen işin sonucuna boş vererek bazen iş içine girerek ya da parayla ödersin bu bedeli. Hayatın tadını çıkarmak, ödediğin bedelin karşılığını çıkarabilmek ve çık dığını sezebilmektir. (Hemingway)

***

Ben, onsuz da yaparım… Ben, daha nice şeylerden yoksun oImayı öğrenmişim. (Faulkner)

***

İnsan kapana kısılmışsa ve kurtulma ihtimali yoksa kapanın içini dekore etmeye girişir. 

İnsanların çoğu ne istediğini bilmez, istediklerini nasıl elde edeceğini bilmez, istedikleri eline geçtiği zaman da bunun farkında olmaz. (Steinbeck)

***

İnsanların pek azı, sonuna varmadan yolun onları nereye görüreceğini görebilir. (Tolkien)

***

En çözülmez düğüm, kıvrılarak ilerleyen bir ipten başka bir şey değildir. Beceriksiz parmaklar kan içinde kalırken bunu gözler çözüverir. (Nabokov)

***

Bana inanmayacaklar ama bunun sinemada film seyretmekten farkı yok, orada da öykü önünden akıp geçer ve sen onu o şekilde kabul etmek zorunda kalırsın. Eğer beğenmiyorsan çıkıp gidersin ve bilmen gerekir ki kimse paranı iade etmeyecektir. 

Tıpkı Faust’un geçip giden zaman için yazdığı dilekçesinde olduğu gibi, eğer vakti geldiğinde masaya konan boş bir bardak misali bırakıp gidebilirsen her şeyin bir anlamı var demektir.

Denebilir ki mutluluk, insanın yalnızca kendisine aittir, tek kişiliktir. Oysa mutsuzluk, bir parça herkese aittir.

Eğer düşersen seni yeniden kaldırırım. / Eğer kaldıramazsam yanına uzanırım… (Cortázar)

***

Bazı sorunlar, üzerine bol bol konuştukça daha kötüye gidebilir, yerinde söylenmiş isabetli birkaç söz ise onları kolayca çözebilir. 

Geleceğin sorunlarını geleceğin kendisi çözecektir. 

Ağlama yeteneğimizin olması, bizim için nimettir; gözyaşları, bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız bazı durumlarda ölecek gibi oluruz. (Saramago)

***

Her ne olacaksa zaten olması gerekiyor demektir. Tıpkı takvimde önceden bildirilmiş şeyler gibi.

Yüreğin hafızasının kötü anıları sildiğini, iyi olanları büyüttüğünü, geçmişe katlanmayı bu hamle sayesinde başardığımızı bilmeyecek kadar gençti daha.

Bir insanın en büyük hatası, başkalarına haddinden fazla değer vermek değil, kendine hak ettiğinden daha düşük bir değer vermektir.

İnsanın yaşadığı değildir hayat, anlatmak üzere nevi, nasıl hatırladığıdır.

Düşünceler kimsenin malı değildir. Tıpkı melekler gibi yukarılarda bir yerlerde uçuşur dururlar. (Marguez)

***

İnsan bazı sorunları, çözümsüz olduklarını ortaya koyarak çözmek zorunda kalır. 

Oyuncu olmak için yaratılmadığımı anlayınca zeki bir seyirci olmaya karar verdim.

Kaybedenler, -kendini iyi yetiştirmiş kişiler gibi- kazananlara nispetle çok daha geniş bir bilgi ağına sahiptirler. Kazanmak için tek bir şey bilmen, her şeyi bilmekle zaman yitirmemen gerekir. Derin bilginin hazzı, kaybedenlere özgüdür. (Eco)

***

Eğer yeryüzünde hiç yara almamış birileri bulunsaydı onların mutluluğu da tatmadan yaşadıkları söylenebilirdi.

Geçmiş, mahkûmu olmadığımız bir şey. Geçmişe istediğimizi yapabiliriz. Yapamayacağımız, geçmişin şimdideki neticelerini değiştirmektir. (Berger)

***

Geçmişi sürekli kurcalamak doğru değildir. Farkında olmadan ona bunca zaman harcamış olmamız yeter de artar. (Kundera)

***

Kaçınılmaz kederler vardır, bu böyledir, onlara karşı elden bir sey gelmez. 

Sana düşmanlık eden birileri yok mu? Nasıl olmaz? Yoksa sen hiçbir zaman doğruyu söylemedin mi? Hiçbir zaman hakkı tercih etmedin mi?

Kelimelerin sessizlikten daha etkili olamadığı durumlarda en iyi yol, susmaktır. (Galeano)

***

Kimi zamanlar, sahibi olmadığımız bir yaşamın yasını tuttuğumuzu düşünüyorum. (Yalom)

***

Önüne geçilmesi mümkün olmayan bir şey ha bir gün evvel olmuş ha bir gün sonra, ne fark eder ki? (Hamsun)

***

Şimdi, şimdiki “ben”, geçmişteki “ben”i yargılıyor. Şimdiki “ben den sonra bir başka “ben” oluşacak ve benim dünkünü yargıladığım gibi o da bugünkünü yargılayacak. Peki, ya kim bana merhamet gösterecek, ben kendime merhamet göstermezken? (Papini)

***

Unutmaktan korkmayın.

Bir konu üzerinde konuşmaya başlarsanız takip etmeniz gereken yolu daha rahat görürsünüz. Siz konuşurken zihniniz çözüm için gerekli hazırlıkları yapar. Konuşmak, şu ya da bu şekilde pek çok şeyi çözüme kavuşturur. (Christie)

Mecit Ömür Öztürk 

Dervişin Teselli Koleksiyonu 2

hayy kitap

Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. Öncelikle kendime, sonra da başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım. Bir kısmı tozlu raflarda kalmış kadim kitaplardan, günümüz insanının sorunlarına bazı çözümler bulmaya gayret ettim.

Âlimlerden de filozoflardan da, yaralanmış insan zihnini ve kalbini onaran yaklaşımlar yakalamaya çalıştım. Kitabı okuyanların, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olmalarını amaçlamıştım. Bilgi veren kitaplar vardır, huzur veren kitaplar vardır. Bu, ikinci kategoride bir çalışmaydı.

İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyaları açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. Bugün ister edebi alanda, ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. İnsana ümit vermeye, onu ayakta tutmaya çalışan eserler üretmek zorundayız. İnsanın en azından kitap okumakla dindirilebileceği kederleri de vardır ve bunlar bence pek çoktur.

Teselli ve ümit odaklı kitap çalışmalarında gözden kaçırılmaması gereken şey, gerçekliktir. Maksat, düşünceler yoluyla insanı uyuşturmak değil, onu uyandırmak olmalıdır. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecektir. İnsanı gerçeklerden kısa bir süre uzaklaştıran ama ardından daha sert bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakan bir afyon gibi olmamalıdır bu eserler. Çekilen acıya bir başka pencereden bakabilmeyi içermelidir ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getirmeyi başarmalıdır. Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanıydı aslında. O kadar fazla açıdan bakınca da, insan teselli de olmuş oluyor muhakkak. Ama bununla birlikte bir onarımın da hedeflendiğini söylemek gerekir.

Acıların anlamını tahlil ederken, öncelikle insanın ve acıların yaratıcısına danışmak elbette en isabetli olanıdır. Oradan yaptığımız çıkarımların gerek doğulu gerek batılı düşünürlerce yapılan çıkarımlara tevafuk etmesi, onlarla benzer çizgide uyum içerisinde olması, insanın bu tahlillere daha da sıkı sarılmasıyla sonuçlanabiliyor. Maksadım bir yandan da keyifli bir okuma deneyimi sunabilmekti. Rilke’yle Harakani Hazretlerini aynı cümlenin içinde buluşturmak, edebi bakımdan yazarken bana, okurken de okurlarıma ayrı bir edebi bir tat sunmuştur diye ümit ediyorum.

Batı’yı ve Doğu’yu neden aynı zeminde buluşturmaya çalıştığıma gelince, Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.

Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Muhyiddin Arabi’nin sözü diye aktarsam, karşımdakiler Arabi uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Arabi’nin sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.

Acılar karşısında üç yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Birincisi onları yok etmeye çalışmak, ikincisi onları bir şey yapamadan seyretmek yani sabır ve tahammül etmeye çalışmak, üçüncüsü de onlardan faydalanmaya çalışmak… Sağlıklı olan yaklaşımın üçüncüsü olduğunu düşünüyorum. Istıraplara, acaba bundan nasıl faydalanabilirim, bunu altında ezildiğim bir yük değil de üzerine bastığım bir basamak olarak nasıl kullanabilirim diye derin tefekkür etmek gerekir. Başımıza gelen hadiseler, bizi sarsmak için değil, güçlendirmek ve geliştirmek için gelir. Ama bu onlara biraz da o gözle bakmakla ortaya çıkan bir gerçektir. Alıcı gözle bakmak… 

Koleksiyonda hoşunuza giden de olur, gitmeyen de… Kitabın içerisindeki doksan dokuz bölümden okurları çok etkileyen bazı bölümler olabileceği gibi bazı insanların halet-i ruhiyeleri gereği pek ilgisini çekmeyen bölümler de olabilir. Veya aynı teselli bugün etki göstermez ama yarın etkiler…

Mecit Ömür Öztürk röportajlarından

 
 

Etiketler: