RSS

Etiket arşivi: Cahit Koytak

Divanenin Duası

yaza yaza, kaza kaza,
içimde sonsuzun kapısını
açmadan ardına kadar,

yonta yonta aklın taş ocağında
kuşa benzettiğim sözlerin
kanat takıp da koltuk altlarına,

dualar, şükürler, şiirler niyetine
uçurmadan göklere,
ölmek istemiyorum, ölmek!

bir on yıl daha, Allah’ım,
bir on yıl daha
bu divane çırağına!

Cahit Koytak

bir-on-yil-daha-allahim

 
 

Etiketler:

Eski Sahneler Eski Oyuncular

Ablalarıma, ağabeylerime
 ve küçük kardeşime…

daracık uzunca bir hol,
mutfak olarak kullandığımız
bir ‘tandır evi’ ve tandır evine açılan,
yoksullara vergi bir mizah zevkiyle
‘kuyu’ dediğimiz,
Yusuf ’un kuyusundan hallice,
yeraltında, eski kilerden bozma
on metre karelik o tek odada
tam on kişi yaşıyorduk:

yedi kardeş, anne-baba
ve ‘abla’ diye çağırdığımız,
ermeni tehcirinde
merhameti sonsuz Tanrı’nın
kuyuların bu en rahme benzeyeninde
‘sıtar’ ettiği, dulların en güzeli
inananların hası,
yetmişlik Fadime Abla.

sonra, bütün kış boyu köyden
kağnılarla oyunlara taşınan,
sahneye giren çıkan
dayılar, teyzeler, kuzenler…

ve cismiyle ‘kuyu’da yer kaplamayan,
tersine, alçacık sesi, utangaç doğası
ve kendisi gibi küçük
küçücük ‘hekâtları’yla
bize kuyu içinde kuyu, kuyu içinde
saraylar, has bahçeler armağan eden
‘böyükanam’,
o, bir insan yüreği büyüklüğündeki
‘khemeççik’ hatun,
sevgili anneannem…

bir de ‘Paşiko’muz vardı,
annemin halası ve hemen bütün
çocuklarının ebe anası…
gün aşırı uğrar, okuyup üfler,
şeytanlarımızı ‘kışkış’lar,
biber sürerdi, bizi azdırmaya niyetli
cinlerin, ifritlerin ağızlarına.
tandır gününde un eler
bir aylık ekmek için, söylene söylene
yufka yetiştirirdi,
gün boyu dumandan,
sıcak istimden
yanakları nar gibi kızarıp pişen,
gözleri kan çanağına,
cennetin tan ağartısına dönen anneme.

ve kuşkusuz, komşularımız vardı,
bize gönlümüzün kapısı kadar yakın
rol arkadaşlarımız, oyun şeriklerimiz…
onlar da günün yarısını kapıda, sövede,
ve – babamın iflas edip de,
kunduracı tezgâhını,
doldukça genişleyen mucize ‘kuyu’muza
taşımadan önceki günlerde –
çat kapı tandır evinde,
‘kuyu’da, ‘seki’de
oyunlarımıza katılır,
repliklerimizi tazelerlerdi;

Hüsna eze, Hatice abla, Çatılo Bibi…
teravih namazında camide
kadınlar mahfelinden aşağı
horoz uçuran Çatılo Bibi, bu.

bir de Müşerref abla vardı,
takma bıyığı, kasketi,
kaytanlı ‘zığva’sıyla
tebdili kıyafet sokağa çıkan
ve ‘işmarlarıyla’
evde kalmış kızların,
o buz tutmuş çiçeklerin
yüreğini hoplatan Müşerref Abla.

ve Nano…
yalnız ‘Kuşbazlar’ın Ali’nin
ve ‘aşağı mahalle’nin
öteki bıçkınlarının değil,
paçalı kumru ve güvercin kılığında
dama inen cinlerin, perilerin de
bağrını yumruklatan,
ama sonunda babası yaşında
– at cambazı mıydı, neydi –
bir tufeyliyle kaçan*
çukur gözlü ‘nanaher’,
öksüzler güzeli Nano!

kapımızı sık sık ‘poşa’lar çalardı,
elekler, kalburlar satan
Çukurovalı ‘çingen’ler
ya da Türkmenler,
‘bohçacı’ kadınlar,
annemin dünya-ahret ‘bacılık’ları…

onları, eşikte, kapı önünde tutmak
annemin arına gider ve her seferinde
elekleri, kalburları, bohçalarıyla
‘yukarki oda’ya buyur ederdi,
büyük ablamın, oyaları, dantelleri,
‘kırlent’leriyle, Şeyhname gibi süslü,
‘leyal-i elf ve vahid’ kadar hülyalı,
ama, daha o yaşta,
o bilinç düzeyinde bile
insanda, bir ‘karanlık çağ’ etkisi
uyandıracak kadar gizemli
o girilmez gök katına,
ablamın her gün al baştan
silip süpürdüğü
ve içine gömüldüğü
‘tirendaz’ mahremiyetine yani…

ve o efsane sahnelerinin
gizemli figürlerinden biri,
cennetten geçerken memnu meyveye
tamah etmekten korkan
dünyanın en açık sözlü havvası
bir ‘Yıldız’ kadıncık vardı ki,
kalkıp gideceği zaman, insana,
“işte poşaların / çingenlerin Meryem Anası!”
dedirtecek bir safiyetle,

“beni kapıya kadar geçir, bacılık!”
derdi anneme
ve bir üçüncü kişiden bahseder gibi
hemen eklerdi,
“bakarsın şeytana uyacağı tutar,
bu Allahın poşası, kim bilebilir.”

gün boyu, yalnızca ekmek isteyen
ve verilen eski püskü ‘esvap’lar için
dualarıyla oğlanlara göğün kaftanlarını,
kızlara göğün fistanlarını bağışlayan
dünyanın en cömert dilencileri,
bazen de onların kılığına girmiş
Hızır İlyas döverdi kapımızı;
ama her seferinde, ancak gittikten sonra
anlardık onun kim olduğunu.

. . . .

ah, ebediyen yitirdik, yitirdik hepsini,
o on metre karelik odaya
ve ‘kırlangıç’ tavanlı tandır evine
sığdırabildiğimiz sayısız hikâyeyi,
sayısız kahramanı, sayısız yüzü
ve sayısız kozmik maskeyi?

şimdi belki onların dualarının bereketiyle,
yedi kardeş, hemen her birimizin
kaftanlarımız, fistanlarımız,
‘üçodasalonsalonmanje’
meskenlerimiz,
bazılarımızın çardaklı bahçe içinde
gösterişli, asude konaklarımız var;

ve bazılarımızın, fantezilerinde,
bir tek, ‘Mısır Azizi’
yahut ‘Bizans Tekfuru’
yahut ‘Şiir Sultanı’ rolünü
oynamadığı kaldı…

ama çalmıyor kapısını artık,
hiç birimizin
ne poşalar, ne çingenler,
ne hızır ilyaslar,

ne bize düşlerimiz kadar yakın
hatırlı, ülfetli komşularımız,
ne başka gök katlarından,
başka gezegenlerden
misafir oyun kişileri…

ah yitirdik mi sahiden, yitirdik mi hepsini?
yoksa, bilgelerin dediği gibi,
bir kere yaşanan ya da seyredilen,
oyuna giren, sahneden geçen
bir daha yok olmaz mı, ebediyen?

ve izleyip duruyorlar mı
sonraki oyunlarımızı
içimizin ‘kuyu’larından,
tandır evlerinden,
‘seki’lerinden,

eski benliklerimizin,
eski maskelerimizin
karanlıkta parıldayan
gözevlerinden?

6 Aralık 2007

*
Nano tam böyle değildi, biliyorum,
Ve mesela, gerçek hikâyeye bağlı kalınsaydı,
sadece ‘yaşlı bir tufeyliye varan’ gibi bir ifade
Nano’nun evlilik macerasını anlatmak için yetecekti.
ama şiirin ve oyunun stilize kostümleri içine sığabilmesi için,
kahramanımızın böyle ufak ve dramatik bir değişim
geçirmesi kaçınılmazdı.

Cahit Koytakçerçici

 
Yorum yapın

Yazan: 08 Haziran 2017 in Türk Şiiri, Şiir

 

Etiketler:

Ölümün Estirdiği Düşünceler

I

İyi şairler vaktinde ölmesini bilirler;
Büyük şairlerse, hemen her zaman
Şiirlerinden önce ölürler.

Aslına bakarsanız, şairler iki kere ölürler,
Bir kendi ölümleriyle,
Bir de şiirlerinin ölümüyle.

Ama bir kere de dirildiler mi,
Şiirlerinin sayısı kadar dirilirler,
Okurlarının sayısı kadar dirilirler.

Bir kuşun, tüylerinin, teleklerinin
Sayısı kadar çoğalıp, çoğalıp
Kuş katarına dönüşmesi gibi bir şey, bu.

12 Haziran 2008

II

Bir şeyler öğrenmek için
Bir ömür harcarsın,
Tam, öğrendiklerimle, hakikatin
Boyunu posunu öveyim, derken,
Bakarsın, senin ‘hakikat’ dediğin haspa
Huyunu husunu değiştirmiş,
Koynunda sabahlıyor
Akçeyi bastıranın.

12 Haziran 2008

III

sanatçı kendine sorar
kim olmalıyım ki,
herkesi olmam gerekmesin?

bilge kendine sorar:
neyi bilmeliyim ki,
her şeyi bilmem gerekmesin?

insan kendine sorar
neyi düşünmeliyim ki,
ölümü düşünmem gerekmesin?

13 Haziran 2008

IV

Sevdiklerimiz hakkında bilgi toplarız.
Ve böyle yaparak nesneleştiririz onları.
Bilgi, sevdiğini ölü ister.

Mezardaki karanlık bilgiyle,
Bilginin kireciyle ağartamazsınız;
Yanınızda fener götürmeniz gerekir;

Ama fenerin de orada göstereceği
Kendi içinizdekilerden farklı değildir:
Kurtlar, güveler, dişler, tırnaklar, kemikler…

12 Haziran 2008

V

bir gün, göğsümde kitap,
öyle, okurken öleceğim;

burnumda bayıltıcı kâğıt kokusu,
mürekkep kokusu,
hurufatın içine gömüleceğim.

kendi küçük hikâyemden süzülüp
büyük hikâyeye emileceğim.

13 Haziran 2008

VI

bir de şöyle bir sızlanması olabiliyor
ileri yaşlarda ruhun:

“ah, zaman yok, zaman yok
içimdeki kapıları kırmaya,
sandıkları döküp saçmaya,
kanıtları yok etmeye,
kötü anıları yakmaya!”

13 Haziran 2008

VII

bir yağmur yağsa bugün,
bir yağmur yağsa, bir yağmur!
ince esmer kadınlar sofalarda
yüzlerini avuçlayıp, sebepsiz
ağlasa, ağlasa, ağlasa!

ölüm de mahviyetten
kaf dağının arkasına saklansa
ve unutturmaya baksa
yapıp ettiklerini!

13 Haziran 2008

VIII

insanlar gider, taşlar kalır,
taşlar kalır ve konuşur
insanın insana konuşmadığı kadar.

13 Haziran 2008

IX

– seni tanıdım, kader,
bak, senin gibi oldum!

– bunu iltifat mı bileyim, efendimiz?
gülü sayıklayıp da, dikeni
kucaklamış olmayasınız, sakın?

bağrınızdaki kanın rengine kanıp,
gül size ram oldu
sanmayasınız sakın?

14 Haziran 2008

X

ölümü düşünmekten yoruldum,
şimdi ölümü düşünerek dinleniyorum:

ölümü düşünerek kaybettim;
ölümü düşünerek kazanmak istiyorum.

kendini ölümle yüz göz olmanın,
ölümle kadeh üstüne kadeh tokuşturmanın
verdiği sarhoşluğa kaptıranın vay haline!

14 Haziran 2008

XI

Matematikçi Kurt Gödel, az konuşan,
insanlardan kaçan biriymiş.
öldüğü zaman, ağırlığı yalnızca
yirmi yedi kilogram gelmişmiş;

ruhun, sırtına vurup bedeni,
matematiğin göğünde,
rakamlar, simgeler arasında
rahatça kanat çırpabileceği
ağırlık bu, demek ki.

ölüm yatağında, merhumun
küçücük cesedini
cenin gibi kıvrılmış durumda
bulmuş yakınları.

tıpkı, sözcüklere
ve esritici sorulara gömülüyken
kendi annesinin karnında
hissettiği gibi, şairin.

14 Haziran 2008

XII

bir odada tek başına günlerce
yahut kıyamete kadar mezarda
sükûn içinde oturmayı öğreten
ve bunu katlanabilir kılan bilgi…

işte bir ömür boyu
aranmaya değer olan!

14 Haziran 2003

Cahit Koytakolum-siirleri-antolojisi

 
 

Etiketler:

Kokuların Anası

öpüp koklarken sırma saçlarını toruncağızınızın
birden ölümü hatırlarsınız!

sunmak için çocuklarınızın sevgili anasına,
diyelim ki, bir süsen çiçeği kopardınız.
uzatmadan refikanıza,
koklarsınız o çiçeği, değil mi ama.
işte yine onu hatırladınız!

ve çekerken ciğerlerinize kokusunu,
kapağını açınca, gezegenin ta öteki ucundan
size postalanmış kitabın,
bakın yine, bakın yine onu hatırladınız!

ah, hatırlarsınız, birden hatırlarsınız,
soluk alan her şeyde.
her ağızda, hr yarıkta ve her çatlakta,
her kokuyla beraber, çatal gibi dili yılanın
görünüp kaybolan, görünüp kaybolan
o içkin gerçeği hatırlarsınız,
o aşkın gerçeği birden hatırlarsınız.

14 Aralık 2008

Cahit Koytakyagiz-pars-ismail-metin-temel

 
 

Etiketler:

Dua’ya Dair..

“Bize Dua’dan söz et!”

Bunun üzerine de şunları söyledi
Tanrı-Elçisi:

“Sıkıntı ve ihtiyaç içinde
olduğunuz zaman
dua edersiniz;
keşke, neşeyle dolup taştığınız zamanlar
da dua edebilseniz!
bolluk içinde yüzdüğünüz zamanlar da
dua edebilseniz!

Çünkü sizin benliğinizin, sizin
kendiliğinizin,
yaşayan küllî varlıkta açılmasından,
genişlemesinden başka nedir ki dua!

Ve daha huzurlu olmanız için,
içinizdeki karanlıkları,
içinizdeki katılıkları boşluğa boşaltmak
duayse eğer,
daha neşeli olmak için
kalbinizin şafağını dışarı saçmak da
duadır.

Ve içiniz sizi duaya çağırdığında,
ağlamaktan başka bir şey yapamıyorsanız,
sizi mahmuzlamaya devam etmeli içiniz,
ağlaya ağlaya sonunda
gülmeye varıncaya kadar.
Dua ettiğiniz zaman, sizinle aynı anda
dua eden,
ve duadan başka hiçbir yerde, başka
hiçbir halde
bir araya gelemeyeceğiniz kimselerle
buluşmak için
yükselirsiniz, yükselirsiniz,
bulunduğunuz yerden çok yukarılara.

Ve tapınağa sadece birşey istemek
için girmişseniz,
hiçbir şey elde edemezsiniz:

Oraya başkalarının iyiliğini için bile
olsa,
bir şey istemek için girmişseniz
işitilmeyecektir sesiniz.

Çünkü tapınağa girmiş olmanız yeter,
bununla, girmiş olabiliyorsanız eğer, aynı
zamanda,
sizin varlığınızda içkin
görünmeyen o en büyük tapınağa.

Sözcükleri kullanarak nasıl dua edilir,
bunu öğretmem ben size.
sizin dudaklarınızla kendisi dile
getirmedikçe onları,
Tanrı dinlemez sözcüklerinizi.

Ve ben öğretemem denizleri,
ormanların
ve dağların dualarını size.

Fakat, siz ey, dağlardan, ormanlardan
ve denizlerden doğup gelenler,
sizler hissedebilirsiniz onların dualarını,
dağların, ormanların, denizlerin içrek
yakarışlarını
kendi yüreğinizde.

Ve yalnızca gecenin sükûnetinde
duyabilirsiniz onları,
onların sessizce söylediklerini:

‘Ey Tanrımız, ey bizim aşkın,
kanatlı kendiliğimiz,
Senin istemindir, ne istiyorsak, isteyen
içimizde.
‘Senin arzundur, ne arzuluyorsak
arzulayan içimizde.

‘Senin verdiğin güdüdür
gecelerimizi gündüze çevirmek isteyen
ve senin gecelerini, senin
gündüzlerine…

‘Senden hiçbir şey istemiyoruz,
çünkü, daha onlar doğmadan içimizde
sen biliyorsun ihtiyaçlarımızı da,
özlemlerimizi de.

‘Bizim ihtiyacımız sensin, özlediğimiz
sen;
ve kendini biraz daha vermekle bize,
her şeyi vermiş oluyorsun hepimize”

Halil Cibran
-Tanrı Elçisi-

Çeviri: Cahit Koytakdua

 
Yorum yapın

Yazan: 13 Haziran 2016 in Çeviri Şiirler, Şiir

 

Etiketler: ,