Şimdi ıssız kalan yurdumu düşündükçe, öyle sanıyorum ki, eskiden böyle değildi bu. Eskiden insan biliyordu (ya da belki de seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar, ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte ve ölüm, onların her birine garip bir ağırbaşlılık, sakin bir gurur verirdi.
Hepsi de kendi ölümlerini öldüler. Ölümü bir esir taşır gibi zırhlarının altında taşıyan o erkekler; çok yaşlanıp küçülen, sonra muazzam bir yatak içinde, bir sahnede gibi, bütün ailenin, hizmetçilerin, köpeklerin önünde, kibar ve saltanatla göçüp giden o kadınlar. Hatta çocuklar, en ufakları bile, rastgele bir çocuk ölümünü değil, kendilerine hâkim olup bulundukları ya da ileride olacakları hale göre bir ölümü ölüyorlardı.
Sonra, kadınlarda ne hüzünlü bir güzellik vardı; gebe olup ayakta durdukları zaman, ince uzun ellerinin, kendiliğinden üzerine düştüğü şişkin karınlarında iki meyve taşıyorlardı: biri çocuk, biri ölüm.
Hiç kimseniz ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde bir valiz ve bir kitap sandığı, çevrenize karşı ilgi duymaksızın, dünyada dolaşır durursunuz. Hayat mı bu! Yersiz yurtsuz, ana baba yadigarı eşyalardan yoksun, köpeksiz. Anılar olsaydı hiç değilse. Ama kimde anılar var ki? Çocukluk olsaydı, derinlere gömülmüş gibidir çocukluk. Bütün bunlara yaklaşabilmek için yaşlanmak gerek belki. İhtiyarlık bana güzel görünüyor.
Yirmi sekizimdeyim ve başarılmış hiçbir şey yok. Tekrarlayalım: Carpaccio üzerine bir inceleme yazdım, berbattır; bir dram kaleme aldım, “Evlilik” adını taşır ve şüpheli yollardan yanlış bir şeyi kanıtlamaya çalışır ve mısralar yazdım. Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti zaten nedir ki. Beklemeliydi ve mümkünse bir ömür boyu, manâ ve lezzet toplamalıydı, ve sonra, tamamen sonunda belki iyi on mısra yazabilirdi. Çünkü mısralar, insanların dedikleri gibi hisler değil (his pek erken başlar) tecrübelerdir. Bir mısra için insan, bir çok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanınmalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan, meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; bizi sevindireceğini sanarak hazırladıkları (ama ancak bir başkasını sevindirebilecek) bir sürpriz yüzünden, anlamayıp incittiğimiz anne ve babayı, o kadar çok, derin ve müphem değişmelerle, acayip ve tuhaf başlıyan çocukluk hastalıklarını; sessiz, kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; üstümüzden esen ve bütün yıldızlarla uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir, bütün bunların hepsini düşünebilmek de yetmez. İnsanın, birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hâtıraları olmalıdır. Ama, hem de, can çekişen kimselerin yanında oturmuş bulunmalıdır; kesik kesik gürültü duyulan, penceresi açık odada ölülerle durmuş olmalıdır. Ve insanların hatıraları olması da kâfi gelmez. Hâtıralar çoksa onları unutabilmelidir, ve insanın, hâtıralar gelecek diye büyük bir sabrı olmalıdır. Çünkü hâtıralar da henüz o değildir. Hâtıralar ancak hücrelerimizde yerleştikleri, bakış ve hareketlerimizde okundukları, isimsizleştikleri ve artık bizden ayırdedilemedikleri zaman, işte o vakit, çok nadir bir saatte, bir mısranın ilk kelimesi, hâtıraların ortasından ve hâtıralardan tecelli eder.
Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları