RSS

Sâni’-i Kerîm, ekseriyet itibarıyla dünyadan merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor. İstirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor.

19 May

On Yedinci Söz

Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerîm ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrâyin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük büyük, ulvi süflî her bir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’amattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.

Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek her bir asrı, her bir seneyi, her bir mevsimi, hattâ bir cihette her bir günü, her bir kıtayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resmigeçit tarzında bir ulvi bayram yapmıştır.

Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki akıl tarifinden âcizdir.

Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki ism-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil ism-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise وَسِعَتْ رَحْمَتٖى كُلَّ شَىْءٍ rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sâni’-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, her bir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten ve o resmigeçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla dünyadan merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor. İstirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor. Ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor. Ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.

Öyle de sair zîruh ve hayvanatın dahi kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidatlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler belki memnun olsunlar.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve müptela olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir halet verir. Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o haletten istifade eder. Rahat-ı kalp ile gider. Şimdi, o haleti intac eden vecihlerden numune olarak beşini beyan edeceğiz.

Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.

İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için o ciddi muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.

Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp istirahate ciddi bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimi bir şevk veriyor.

Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

Beşincisi: Kur’an’ı dinleyen insana, Kur’an’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:

Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil belki başkasının zat ve sıfât ve esmasına delâlet ediyorlar. Öyle ise manasını bil, al; nukuşunu bırak git.

Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrefatını at, ehemmiyet verme.

Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki’ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerîm’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma; çık, git. Herzekârane fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.” gibi zahir hakikatlerle dünyanın içyüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin her şeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur’an, şu beş veche işaret ettiği gibi başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur’aniye işaret ediyor.

Veyl o kimseye ki şu beş vecihten bir hissesi olmaya…

***

On Yedinci Söz’ün İkinci Makamı

(Hâşiye[1])

Bırak bîçare feryadı, beladan gel tevekkül kıl!

Zira feryat, bela-ender, hata-ender beladır bil!

Bela vereni buldunsa atâ-ender, safa-ender beladır bil!

Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadır bil!

Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.

Hudâbin isen o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde

Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.

Demek, terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Terki demek: Hudâ mülkü, onun izni, onun namıyla bakmakta.

Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.

Eğer nefsine talip isen çürüktür hem temelsiz de.

Eğer âfakı ister isen fena damgası üstünde.

Demek, değmez ki alınsa çürük maldır hep bu çarşıda.

Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.

***

Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münâcat

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسٖى

Yani bu münâcat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesi’nde dercedilmişti.

يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مٖيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمٖى دٖيدَمْ

Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”

دَرْرَاسْتْ مٖى دٖيدَمْ كِه دٖى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Hâşiye: İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbap gösterir.

وَ دَرْ چَپْ دٖيدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ

Sonra soldaki istikbale baktım. Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp ünsiyet değil belki vahşet verdi.

Hâşiye: İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmaniye gösterir.

وَ اٖيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ

Soldan dahi hayır görünmediği için hazır güne baktım. Gördüm ki şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor.

Hâşiye: İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمْرْ جَنَازَۀِ مَنْ اٖيسْتَادَه اَسْتْ

İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki o ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.

Hâşiye: İman, o ağacın meyvesini cenaze değil belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ اٰبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ

O cihetten dahi meyus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.

Hâşiye: İman, o toprağı rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ مٖينِگَرَمْ بٖينَمْ اٖينْ دُنْيَاءِ بٖى بُنْيَادْ هٖيچْ دَرْ هٖيچَسْتْ

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti.

Hâşiye: İman, o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterir.

وَ دَرْ پٖيشْ اَنْدَازَۀِ نَظَرْ مٖيكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ

وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدٖيدَارَسْتْ

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki kabir kapısı, yolumun başında açık görünüp onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Hâşiye: İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden dertlerime hem derman hem merhem olur.

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارٖى چٖيزٖى نٖيسْتْ دَرْ دَسْتْ

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki ona dayanıp onunla mukabele edeyim.

Hâşiye: İman, o cüz-i lâyetecezza hükmündeki cüz-i ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir ve belki iman bir vesikadır.

كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاهُ و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ

Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silah-ı insanî hem âciz hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez, kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez.

Hâşiye: İman, o cüz-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi.

نَه دَرْ مَاضٖى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ

Ne geçmiş zamana hulûl edebilir ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faydası yoktur.

Hâşiye: İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü kalp ve ruhun daire-i hayatı geniştir.

مَيْدَانِ اُو اٖينْ زَمَانِ حَالْ و يَكْ اٰنِ سَيَّالَسْتْ

O cüz-i ihtiyarînin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا اٖينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو اٰشِكَارَه نُوِشْتَه اَسْتْ

دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ

İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde dercedilmiştir.

بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ

Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

دَائِرَۀِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَۀِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگٖى دَارَسْتْ

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نٖيزْ رَسَدْ

دَرْ دَسْتْ هَرْچِه نٖيسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ

Hattâ hayal nereye gitse ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَائِرَۀِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَائِرَۀِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْرُ و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ

Demek fakr u ihtiyaçlarım, dünya kadardır.

وَ سَرْمَايَۀِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لَايَتَجَزَّا اَسْتْ

Sermayem ise cüz-i lâyetecezza gibi cüz’î bir şeydir.

اٖينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ اٖينْ كَائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ

İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hâcet nerede? Ve bu beş paralık cüz-i ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْ رَاهِ تُو اَزْ اٖينْ جُزْءْ نٖيزْ بَازْ مٖى گُذَشْتَنْ چَارَۀِ مَنْ اَسْتْ

O çare ise şudur ki o cüz-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتْگٖيرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بٖى نِهَايَتِ تُو پَنَاهِ مَنْ اَسْتْ

Tâ senin inayetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem tâ senin rahmetin, fakr u ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

اٰنْ كَسْ كِه بَحْرِ بٖى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ

تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اٖينْ جُزْءِ اِخْتِيَارٖى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ

Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

اَيْوَاهْ اٖينْ زِنْدِگَانٖى هَمْ چُو خَابَسْتْ

وٖينْ عُمْرِ بٖى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ

Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ اٰمَالْ بٖى بَقَا اٰلَامْ بَبَقَا اَسْتْ

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Süratle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانٖى خُودْرَا فَدَا كُنْ

خَالِقِ خُودْرَا كِه اٖينْ هَسْتٖى وَدٖيعَه هَسْتْ

Madem hakikat böyledir, gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile müptela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık’ın yolunda feda etsen bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücud, sende vedia ve emanettir.

وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ

اَزْ اٰنْ سِرّٖى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ

Hem onun mülküdür hem o vermiştir. Öyle ise minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et tâ beka bulsun. Çünkü nefy-i nefiy, ispattır. Yani yok, yok ise o vardır. Yok, yok olsa var olur.

خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مٖى خَرَدْ اَزْ تُو

بَهَاىِ بٖى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ

Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasaretten kurtulup beş rıbhi birden kazanasın.

Said-i Nursî

 

Etiketler:

Yorumlar kapalı.